MÜ’MİNİN HAYAT SEVİNCİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

İnsan tabiatı itibarıyla hayata bağlıdır. Hiçbir canlı ölüme seve seve râzı olmaz. Hayâtiyetini sürdürmek en güçlü sevk-i tabiîdir.

Buna rağmen; çeşitli bunalımlar, ızdıraplar, tahammül edilemeyen bazı içtimâî ve iktisadî krizler sebebiyle, insanların hayatlarına kendilerinin son verdiklerini biliyoruz, duyuyoruz.

İntihar, dînimizde büyük bir günah. Bu sebeple istatistiklere de yansımış ki, ülkemizde intihar, batı ve kuzey ülkelerine göre oldukça düşük seviyededir.

Ancak ülkemizde de mekteplerde din eğitimi, topluma yayılmış dergâh eğitimi inkıtâa uğradığı için; batıdan internet, sinema, müzik vb. yollarla gelen güçlü kültür emperyalizmi insanımızda maalesef etkili olabiliyor. Müslüman olduğu bilinen kimilerinin de hayatlarına kıydıklarını nâdir de olsa işitebiliyoruz.

Böyle bir tablo karşısında insanlar, tereddüde düşüyorlar. «Bu, îman zaafından mı meydana geldi?» gibi suallere yöneliyorlar.

Evet; îman, kişinin kalben Allâh’a bağlanması demektir. Îman kelimesinin köküne baktığımızda «emniyet» kelimesi ile karşılaşıyoruz. Yani îman; «güvene dâhil olmak, güvenceye girmek, insanın kendisini güven altında hissetmesi» mânâlarına geliyor.

Binâenaleyh Allâh’a îmân etmek; kalben Allâh’a bağlanmak, Allâh’ın varlığını, birliğini kesin bir şekilde tasdik etmek, doğrulamak ve böylece her türlü tehlikeye karşı insanın kendini güvenceye almasıdır.

Öyleyse Allâh’a bu denli bağlanmış ve güvenmiş olan bir kimsenin dünyanın gelgeç hâdiselerine takılıp da kendini çaresiz hissetmesi düşünülemez.

İnsan; ancak kendisini çok zayıf, çaresiz ve bahtsız hissettiğinde bu tür aldatıcı çözümlere kalkışabilir. İntihar etmeyi; bu dünya hayatından kurtulmak, acılarının, ızdıraplarının son bulması olarak görür hâle gelir.

Oysa işin farkında olan, bu dünyaya bir imtihan için geldiğimizi bilen bir kimse; bu tür belâların, musîbetlerin, sıkıntıların, darlıkların tahammül edilemez gibi görünen hâdiselerin, aslında imtihanın bir parçası olduğunu, insanın bu imtihanı geçmekle mükellef olduğunu idrâk eder. Böyle olunca da daha fazla Rabbine sığınmak, Allâh’a yakınlaşmak ihtiyacı hisseder. Nitekim Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz şöyle buyuruyor:

“İnsanların en çok musîbete uğrayanları evvelâ peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (velîler ve sâlihler) gelir. Kişi dînine göre belâ ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dîne bağlılığı varsa, belâsı daha da artar. Fakat dîninde gevşek yaşıyorsa ona göre musîbetlerle karşılaşır. Kişiye belâlar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.” (Tirmizî, Zühd, 57; Ahmed, I/172, 174)

Türkçemizde; “Allah dağına göre kar verir.” diye bir söz vardır. Yani dağ yüksek olursa oranın karı o kadar yoğun olur. Bir insanın derecesi, makamı, mevkii ne kadar yüksek ise onun imtihanı da ona göre çetin olur. Bu herkesin îmânı ile doğru orantılıdır. Yani güçlü îman sahibi olanlar çok daha çetin imtihanlara maruz kalırlar.

Fakat îmânı zayıf olanlar, basit imtihanlarda bile kendilerini çaresiz olarak düşünebilirler. Çaresizlikleri de bir müddet sonra şeytanın iğvâsıyla, kışkırtmasıyla onları farklı birtakım çözümsüzlüklere itebilir.

Böyle bir durumda Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- Efendimiz’in bize tavsiyesi, duâya sığınmamızdır.

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün mescide girdi. Orada ensardan Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- ile karşılaştı. Ona;

“–Ey Ebû Ümâme, niçin seni namaz vakti dışında mescidde oturmuş görüyorum?” diye sordu.

“–Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle ey Allâh’ın Rasûlü!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder.”

“–Evet, ey Allâh’ın Rasûlü, öğret!” dedi.

Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“–Öyleyse; akşama çıktın mı ve sabaha erdin mi şu duâyı oku:

اَللّٰهُمَّ إِنّ۪ي أَعُوذُ بِكَ مِنْ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ الْعَجْزِ وَالْكَسَلِ
وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ الْجُبْنِ وَالْبُخْلِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ غَلَبَةِ الدَّيْنِ وَقَهْرِ الرِّجَالِ

“Allâh’ım!

Üzüntüden ve kederden Sana sığınırım! Âcizlik ve tembellikten Sana sığınırım! Korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım! Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından Sana sığınırım!” (Ebû Dâvûd, Salât, 367)

Hadîs-i şerifte muazzam dersler var:

•Peygamberimiz bir sahâbîsinin derdini fark ediyor, hâl-hatır soruyor, çare üretiyor. Duâ ediyor. Dertli kardeşlerimizi dertleriyle baş başa bırakmamak, onlarla alâkadar olmak lâzım.

Dînimizde içtimâî ibâdetler var. Anne-babaya ve akrabaya ihsan, sıla-i rahim, komşuları gözetmek, mü’minlerin birbirleri üzerindeki hakları, davete icâbet, hasta ziyareti, cenaze teşyii, selâmlaşma, tebrikleşme, yardımlaşma, tebessüm… En başta birbirimizi sevmemiz, îman şartı kılınmış.

“Kardeşimden bana ne! Onu sevmek ve mutlu etmek zorunda mıyım?” diye düşünemez bir müslüman.

Bütün bu vazifeler; kardeşlerimizi, içine düşebilecekleri sıkıntılardan çıkarmaya vesile teşkil edecek birer mütevâzı adım olabilir. Bunların en üst seviyede yaşandığı bir toplum, dönüştürücü bir huzur cemiyeti olur. İçinde bulunan yüzde iki-üçlük mutsuz, melankolik, donuk insanı da kurda kuşa kaptırmaz, mesut eder.

Bunların ihmali ise, bizim toplumumuzun da batı toplumları gibi, kasvetli, soğuk, donuk bir hâle dönmesiyle neticelenir. Allah korusun.

İçtimâîleşmenin bir faydası da, içe kapanıp iç seslerin boğuntusundan kurtulmaktır. Hele büyüklerin tavsiye ettikleri gibi; dertli bir kişi, ağır bir hastayı ziyaret etse, belki de kendi derdinin ne kadar küçük olduğunu idrâk eder. Bu sebeple, hapishâne, mezarlık ve hastahâneleri ziyaret etmeyi, hattâ oralarda bazı hizmetleri zaman zaman sosyal bir sorumluluk projesi gibi üstlenmeyi tavsiye etmiş büyükler.

•Hüzün ve keder, kendisinden Allâh’a sığınılacak bir şerdir. Belli bir ölçüde insanda âhiret hüznü olur, ümmet derdi olur. Ancak bugün depresyon, anksiyete vb. isimlerle anılan psikolojik bir rahatsızlık derecesine varan üzüntü, müdahale edilmesi gereken bir durumdur.

•Âtıl kalmak, işsiz, güçsüz, tembel olmak, bu nevi rahatsızlıkları artırır. İşiyle, gücüyle meşgul olmak, hattâ zamanını iş ve mes’ûliyetlerin doldurması bir insan için en güzel tedavidir. Duran insan menfî düşüncelere dalabilir.

Özellikle rutin, yani her gün tekrarlanan düzenli işler… Mü’minin gün içinde yapacağı o kadar düzenli işler vardır ki! Bakınız, günde beş vakit namazın olması muazzam bir psikolojik takviyedir insana. İnsanlar, boş kaldıklarında, yalnız kaldıklarında bu tür vesveselerle iç seslerle kendilerini yoldan çıkmış görürler. Ama bir müslüman, beş vakit namaz gibi günün ana dilimlerinde Rabbi ile buluşuyor ise, onun haricinde bunun abdesti, hazırlığıyla meşgul olduğunu düşünün… Bu kimsenin Allah ile beraber olmanın tadını çıkarttıktan sonra kendisini çaresiz hissetmesi mümkün değildir.

Namaz kılıyor ama namazda bile zihni onu meşgul ediyor ise, o zaman namazın kalitesini artıracak. Hadîs-i şerifte;

“−En kötü hırsızlık, namazdan çalmaktır.” buyuruluyor. (Ahmed, V, 310; Dârimî, Salât, 78) Nasıl malzemesinden çalınmış inşaat, ilk depremde yerle bir olursa, rükünlerinden çalınmış bir namaz da, ilk mânevî sarsıntıda sahibini yalnız bırakır. Allâh’ın kendisini gördüğü (ihsan) şuuruyla, titiz, mükemmel, huşû içinde bir namaz kılacak. Namazda menfî konuşan iç sesi susturacak.

Namaz başlı başına bir huzur vesilesidir.

Efendimiz -aleyhisselâm- Hazret-i Bilâl’e derdi ki:

“−Bir kāmet getir, bir ezan oku! Bizi rahatlat!..” (Ebû Dâvûd, Edeb, 78)

Âdeta;

“Daraldık, bir ezan dinleyelim, bir namaz kılalım, huzur bulalım.” der gibidirler.

Efendimiz -aleyhisselâm- daraldığında namaza ilticâ ederdi. Namaza girdin mi bütün dertlerinden kurtulursun.

Biz namazın ne demek olduğunu maalesef anlayamadığımız için namazda huzur bulamıyoruz. Hayatının belli bölümlerini hapishânede geçirmiş, işkence çekmiş, esirlik yaşamış olan birkaç kardeşimizle görüştüğümde, onların zindan hâtıralarını okuduğumda gördüm ki; hapishânenin kasvetinden namazın genişliği sayesinde kurtulmuşlar.

Korkaklık ve cimrilik, gelecek kaygısıyla alâkalıdır. İnsan tevekkül ehli olup, yarının endişesiyle bugününü berbat etmemelidir.

Borç batağı da insanları çözümsüz duygulara iten bir husustur. Kanaat ve istiğnâ ile ihtiyacı azaltmak, gereksiz borçların önüne geçer. Gerekli ve plânlı borçları da Allâh’ın izniyle insan öder.

Hele günümüzde kredi kartları ve krediler vasıtasıyla, fâiz belâsıyla her geçen gün büyüyen ve katlanan borçlara bir mü’min asla girmemelidir.

Duâ bir mü’minin silâhıdır. İnsan; kendisinin bir sahibinin, bir arkasının olduğunu, sığınacak bir limanının var olduğunu hissettiğinde her türlü tehlikeyi göğüsleyebilecek bir irade ortaya koyar.

Ama kimsesiz, sahipsiz, yalnız bırakıldığını düşündüğünde kendisi maddeten, fiziken güçlü kuvvetli dahî olsa mânen çöker. Bu yönüyle Allâh’a îmân etmiş olan bir kimse;

“–Rabbim Allah’tır!” diyor.

“–Allah bana yeter!” diyor. Yani;

“–Herkes sırtını dönse, herkes çekip gitse, beni yalnız bıraksa; değil mi ki Rabbim benimle beraber. O, bana yeter. O; beni kurda, kuşa yem etmez.” diye inandığı sürece insan, kendisini çaresiz görmez.

Aşırı ızdıraplı hastalıklar var. Bir zâlimin zindanında bitip tükenmeyen işkenceler çekenler var. Maddî, tıbbî veya dünyevî olarak çarelerin tükendiğinin hissedildiği anlar var. Böyle bir anda bile, mü’min bırakın hayatına kıymayı, ölümü dahî temennî etmemelidir. Ancak bu raddeye gelmiş insana da Peygamberimiz şöyle bir duâ öğretiyor:

“Başına bir musîbet geldi diye hiçbiriniz ölümü temennî etmesin. Mutlaka böyle bir şey temennî etmek zorunda kalırsa şöyle desin:

«Allâh’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu sürece beni yaşat, hakkımda ölüm hayırlı olduğu zaman da beni öldür!»” (Buhârî, Merdâ, 19; Daavât, 30; Müslim, Zikir, 10, 13)

Rabbimiz, kimseye kaldıramayacağı dert vermesin. Verdiği dertlere, tahammül gücü de versin. Toplumumuzu, sevgi ve huzurun paylaşılarak çoğaldığı asr-ı saâdet cemiyetinin güzel ahvâlinden istifade ettirsin.

Âmîn…