DÜNYA, ECNEBÎ BİR KÖYE DÖNERKEN…

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Globalizm / küreselleşme.

Özellikle yeni iletişim teknolojileri sayesinde dünyanın global bir köye dönüşeceğini ifade eden küreselleşme gerçeğinin birçok yönleri tartışılıyor. Her şey gibi küreselleşmenin de taraftarları ve muârızları bulunuyor.

Sanayileşme çağında serî üretim yöntemlerinin gelişmesiyle birlikte zaten çok sayıda kişinin benzer araç gereçler kullanması, benzer giyinmesi, benzer hayatlar yaşaması devri başlamıştı. Teknolojinin gelişimi hızlandıkça ulaşım ve iletişim araçları da dünyayı küçülttü. İnsanların benzer araçları kullanarak, birbirinden daha çok haber alarak benzeşmesini kolaylaştırdı.

Bazı ülkelerin teknoloji gelişiminde öncü durumda olması, ekonomik düzene de yön vermelerini beraberinde getirdi. Bugün nüfusu otuz milyonun üzerinde olan megakentler var. Bu merkezlere göçler, farklı kökenlerden insanların birlikte çalışması, beraber yaşaması ve benzer hayat tarzına sahip olmasını beraberinde getirdi. Bu da insanlar arasındaki inanç, görüş, kültür ve âidiyet farklarının azalması şeklinde sonuç doğurdu. Gösteri ve eğlence dünyası, medya ve nihayet internet her geçen gün daha fazla sayıda insanın dînî, millî âidiyetlerinden sıyrılmasını; «dünya vatandaşı» olmaya doğru gitmesini hızlandırdı.

Küreselleşmeyi basitçe; «dünya insanlarının siyâsî, ekonomik, iletişim ve sosyal açılardan birbirine benzemesi, yakınlaşması» şeklinde tarif ediyorlar ama aslında; «insanların mânevî yönlerini kaybedip maddîleşmesi» olarak îzah etmek daha doğru olur. Çünkü küreselleşme ortak değerlerden ziyade, maddî haz ve konforu öne çıkaran maddiyatçı (kapitalist) hayat tarzı ile şekilleniyor. Bu nasıl oluyor?

Medya ve gösteri, eğlence âlemi aslında son derece masraflıdır. «Bu masrafı kim ödüyor?» diye baktığımızda, reklâm gelirlerini görüyoruz. Reklâmlar ise hem bizzat reklâmın kendi söyleminde hem de arasına yerleştirildiği, çok reklâm alsın diye, popüler olsun diye üretilmiş kültür ürünlerinde hep tüketimi öne çıkarırken insanların dînine, inancına, kültürüne, değerlerine bakmıyor.

Mâneviyat temelli değerler, inançlar, hassâsiyetler ya tamamen yok sayılıyor ya postmodern bir anlayışla, bir çeşni, bir zevk vasıtası gibi tüketiliyor. Meselâ; gazlı içecek reklâmlarında Ramazan sofralarının, fâizli kredi reklâmlarında bayram harcamalarının tema olarak kullanılması gibi… Samimî inançtan, ahlâkî endişelerden kaynaklanan tercihler ya hafife alınıyor veya sulandırılıyor.

Küreselleşme akımı; hayatı sırf bu dünyevî hayattan ibaret gören, sırf bedenî haz ve isteklere yönelen, maddî güvence eksenli yaşayan bir insan modeli ortaya çıkarıyor. Küresel şirketler, medya veya internet medyası gibi vasıtaları çok farklı şekillerde kullanarak dünya milletlerinden bütün insanları âdeta sürü psikolojisiyle önüne katıp sürüklüyor.

Küreselleşmenin kültür alanındaki yansıması; «Noel kutla­maları»nda kendini en açık şekilde gösteriyor. «Yeni yıl kutlaması», «yılbaşı eğlencesi» adı altında kutlanan günün; aslında, tahrif edilmiş Hıristiyanlığa da eski putperest toplumlardan geçmiş bir şenlik olduğunu herkes pekâlâ biliyor. Ama;

“Yılbaşı kutlamak başka bir toplumun dînî bayramına uymaktır, taklit etmektir.” diye uyaranlara kulak asılmıyor.

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında içimize giren «asrîleşme» merakı, toplumun sosyete tabakalarından aşağı kesimlere doğru sirâyet ederek yayıldı. Özellikle basın yayın, medya ve son olarak internetle beraber batılılaşma merakı kitlelere daha hızlı yayılma imkânı buldu.

Bugün yeni yetişen nesiller kendi dînini, mânevî değerlerini, ahlâkî hassâsiyetlerini doğru düzgün bilmezken; yabancı film ve dizilerde devamlı işlenen hıristiyan dünyasının sembol değerlerini çok iyi tanıyor.

Bugün hıristiyan batı âlemi, ellerindeki gücü ve teknik vasıtaları kullanarak bütün dünyayı «tek bir kültüre» mahkûm ediyor. Özellikle bilim, teknik ve ekonomi gücü sayesinde medya ve kültür üzerinde büyük etkiye sahip olan batı âlemi, her alanda kendi değerlerini yaygınlaştırıyor.

Dikkat edilirse; İngilizce, dünya iletişim ağının dili hâline gelmiş bulunuyor. Dil dışı iletişim araçlarını da önemli ölçüde batı âlemi yönlendiriyor. Kültürel küreselleşme, önemli ölçüde görüntüler ve semboller aracılığıyla yaşanıyor. Meselâ; reklâmcılık, tüketim kalıpları, yayın muhtevâları ve bilgi standartları giderek birbirine yakınlaşıyor.

Reklâm dili; bir yandan Amerikan toplumunun tüketim alışkanlıklarını yayarken, bir yandan da batının din, ahlâk ve kültür değerlerini yayıyor.

Dikkat edilirse ışıklı, renkli süslemeler; ilk önce alışveriş ve eğlence mekânlarında göze çarpıyor. Sonra özenti ile evlere giriyor. Yeni bir yılın gelmesi ile çam ağacını kesip üzerine renkli süsler asma arasında ne gibi bir irtibat var? Bu; yıllarca ekranlarda, reklâm panolarında, vitrinlerde göre göre düşünmeden benimsenir hâle geliyor.

Ne yazık ki toplumumuzun kendi özüne yabancılaşmış kesimi, çeşitli gösterilerle ve eğlencelerle birlikte empoze edilen bu yabancı kültürü kolaylıkla benimsiyor;

“Bunlar başka bir dîne mensup insanların örf ve âdetleri. Onların kendi ahlâk anlayışlarına göre yaptıkları kutlama ve eğlenme biçimleri. Bunlar benim dînime, ahlâkî anlayışıma ters olan şeyler. Ben bunları nasıl benimserim?” demiyor.

İnsanoğlunun yaratılışında taklidin önemli bir yeri var. Bir çocuk; sırf taklit yeteneği sayesinde özel bir çaba harcamadan anne-babasından gördüğü, duyduğu şekilde ana dilini konuşmayı ve günlük işlerini yapmayı öğrenir. Yani taklit yeteneği; insan yaratılışının bir parçasıdır, yok edilemez. Bu sebeple insan; hemhâl olduğu, yani birlikte vakit geçirdiği kişileri iyi seçmelidir.

Taklit yeteneği yaşla beraber azalsa da yok olmaz. İnsan ileri yaşlara kadar eğitilebiliyor, yeni şeylere alışabiliyor.

Taklit, insanı iyiye de kötüye de götürebilen bir yetenek. Eğer İslâm’ın emir ve yasaklarını hayatına güzelce tatbik eden, samimî müslümanlar ile cemaat oluşturup, sık sık bir araya gelirseniz, kolayca eğitim alabiliyorsunuz.

Tam tersi de geçerli. Meselâ; birçok kişiler için, her gün seyrettikleri dizi filmlerin oyuncuları, neredeyse aileden biri gibi oluyor. Sonunda da bakıyorsunuz bazı gençler, mesajlaşırken duâ ifadelerinin sonunda ellerini müslümanların yaptığı gibi açmak yerine hıristiyan gibi birleştiren emojiyi kullanıyor. Hattâ;

«–Bu sembol hıristiyanların, bunu kullanmayın!» diye uyardığınız zaman bile ne dediğinizi idrâk etmesi zaman alıyor. Özellikle çocuk ve ergenlerde, hıristiyanların yaptığı hâl ve hareketleri taklit etmek daha sıkça görülüyor. Yetişkinler de câhil ise hiç uyarmıyor, öyle devam ediyor.

Maddiyatçı küresel kültürün yayılmasının önüne geçmek imkânsız derecede zor, çünkü internete bağlanabilen cihazlar herkesin elinde. Reklâm panoları, vitrinler, sokaklarda yürüyen insanların üzerindeki yazılı, resimli kılık kıyafetler ile batılı hayat tarzını, ahlâkî seviyeyi yansıtan dış görünüş unsurları gönüllü propaganda yapıyor. Her yandan kuşatılıyoruz. Baktığınız her yerde, gördüğünüz duyduğunuz her şeyde, markette dolaşırken dinlediğiniz şarkıda, batının maddiyatçı, haz düşkünü, ahlâkı hiçe sayan zihniyeti telkin ediliyor.

Böyle bir dünyada ne yapabiliriz? Şu an için yapılabilecek tek şey kendi inancımızı ve mânevî değerlerimizi canlı bir şekilde hayata tatbik etmek.

Bu çağda başta kendimizi, sonra ailemizi ve yakınlarımızı bütün bu tesirlerden tamamen izole edemiyorsak, onlara karşı «bağışıklığı güçlendirmek» gerekiyor.

Yani çok duyduğumuz bir kelime ya; immün sistemi, bağışıklık veya eski tabirle «kuvvetli bünye sahibi olmak.» Benim rahmetli dedem doktora sormuş;

“–Neden bazı kişiler buzlu su içse de hasta olmuyor da ben serin su içsem öksürük başlıyor?”

“–Bazı kişilerin bünyesi kuvvetli oluyor.” demiş.

Eskiden beri bilinirdi, şimdi daha fazla araştırılıyor. Bazı kişilerin bünyesi aşırı hassas, zararsız bir şeyi de zararlı sayıyor. Faydalı gıdâlara veya kendi bünyesine karşı bile alerjik reaksiyon geliştiriyor. Kimileri de hastalık yapan mikropları tanıyıp savaşma konusunda güçsüz. Onların kendilerini daha çok koruması gerekiyor. Her şeyde denge…

Bugün mâneviyat ve ahlâkı korumak için tam dengede tepkiler göstermek gerekiyor. Yanlışları uzak tutmanın en iyi yolu, onların gireceği bir boşluk bırakmamak. İnsanoğlu arzularla, isteklerle dolu. Biz onu âhirete yöneltmeli, âhiret için ümitli olmanın yolunu kolaylaştırmalıyız.

İnsan bir vazifeyi sırf korku, endişe sebebiyle yaparsa menfî hisler duyar. Hissiz bir şekilde yaparsa usanır, sürdüremez. O yüzden sâlih amel işlemenin asıl maksadı, mânevî haz olmasa da, mâneviyâtı bir haz hâline getirmek de bir ihtiyaçtır. Ömrün sonuna kadar vazifeleri şevkle yapmak için, mânevî hazlarla desteklemek gerek.

Maddî hazları kötüleyip durmak çare değil, yerine mâneviyâtı koymak gerek. İhtiyaçları helâl dairesinde çözmenin yolunu açık tutmak gerek.

İnsan psikolojisinin bir güzel tarafı da şu ki; duygular, arzular, manzaralar hayal perdesine gelip gitse de, ısrar etmedikçe yerleşmez. Günlük ibâdetler, virdler, sohbetler sadâkatle devam ettirilirse kuvvetlenir ve hayal perdesine düşen gölgeleri silebilir. O yüzden;

“Bir kötülük işlediğin zaman hemen bir iyi amel yap ki onu silsin.” buyurulmuş. (Tirmizî, Birr, 55)

Ümitsiz değiliz, Allâh’ın sonsuz rahmeti kadar sonsuz ümidimiz var. Nesillerimize de bu ümidi aşılamak, en mühim vazifemiz.