HAZAN ve HÜZÜN

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Kasım ayının bitmesine birkaç gün kalmıştı. Ömer Ali ve eşi Hacer kahvaltıya oturmuşlardı. On bir aylık oğulları Fatih, hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. Ömer Ali sükûta bürünmüş hiç konuşmuyordu. Hacer, eşini dikkatle izliyor, niçin bu kadar dalgın olduğunu yüzünden anlamaya çalışıyordu. Altı yıllık evliydiler. Onu hiç bu kadar dalgın görmemişti. Ömer Ali, çayına üçüncü kez şeker atınca dayanamadı;

“–Hayırdır, bir sıkıntın mı var?” diye sordu. O da;

“–Yok, hiçbir şeyim yok!” diye cevap verdi.

Hacer; «Nasılsa zamanı geldiğinde anlatır.» düşüncesiyle ısrar etmedi. Eşinin sandalyeden kalkması ve işe gitmek için hazırlanıp evden çıkmasıyla, birkaç lokma bile yenmemiş kahvaltı sofrasını toplamaya başladı.

Ömer Ali’nin suskun hâli, iş yerindeki arkadaşlarının da dikkatini çekmişti. Israrla sormalarına rağmen bir cevap alamadılar.

İş çıkışı eve geldiğinde dalgın hâli hâlâ devam ediyordu. Kapıdan girerken selâm vermiş; ellerini yıkadıktan sonra oğlu Fatih’i kucaklamış, başını okşamış, yanaklarını öpmüştü.

Hacer karşı kanepeye oturmuş; «Bir şeyler söyler mi?» diye kocasına bakıyordu. Üç-beş dakika geçmişti. Ömer Ali, başını yavaşça kaldırıp eşine;

“–Cuma günü iş çıkışı köye, babamları ziyarete gidelim mi?” diye sordu.

Köye normalde üç haftada bir giderlerdi. Geleli on gün olmuştu. Plânları bir sonraki haftayaydı. Bu değişikliğin sebebini bilmese de;

“–Tamam, gidelim.” dedi.

Hacer’in kayınpederinin ismi Ramazan’dı. Hacer’i hep kendi kızı gibi görmüştü. Bu yüzden ona çok samimî davranırdı. Hacer de kayınpederini çok sever, saygıda kusur etmezdi.

Kayınpederi KOAH hastasıydı. 55 yıllık sigara tiryakiliğinin neticesinde ciğerler bitmiş, nefes alamaz hâle gelmişti. Dokuz aydır farklı hastahânelerde tedaviler uygulanmış, ancak bir sonuç alınamamıştı. Eve oksijen makinesi alınmış, böylece 76 yaşındaki adam hastahâne ortamından uzaklaşabilmişti.

Cuma günü köye vardıklarında, Ömer Ali’nin tavrında ciddî değişmeler olmuştu. O dalgın, suskun adam gitmiş; yerine şen şakrak, neşeli biri gelmişti. İki gün boyunca genellikle babasıyla vakit geçirmiş; sık sık konuşmuş, şakalaşmıştı. Namaz ve uyku vakitleri hariç neredeyse yanından hiç ayrılmamıştı. Oğlu Fatih, babasının kucağındayken; dede torunun birkaç kez fotoğrafını çekmişti.

Pazar günü gitme vakti yaklaşınca babası, Ömer Ali’ye;

“–Oğlum, bahçeye git, nar topla gel; birazı bize kalır, kalanını da siz götürürsünüz.” dedi.

Ömer Ali, iki kova alarak yola düştü. Dalgın dalgın yürüyerek bahçeye kadar gelmişti. Düşünce âleminden sıyrıldı. Hızlıca narları topladı. İki kova da dolmuştu. Gözlerini göğe doğru kaldırdı. Gökyüzü gümüş renkli bir tepsi gibiydi. Ardından önce kendi bahçelerine; sonra etrafındaki bahçelere, ağaçlara ve dökülmüş yapraklara baktı. Yeryüzü bir renk tuvaline dönmüştü. Hepsi ilâhî kudret ve sanatın izlerini taşıyordu.

Sonbahar hüzün ve vedâ mevsimiydi. İnsanın bu dünyada bir yolculuğu olduğu gibi, diğer yaratılanların da bir yolculuğu vardı. Baharda yemyeşil olan yaprakların şimdi bir kısmı sarıya kalanları da alev rengine dönmüştü. Çoğu, dalından kopmuş yere dökülmüştü. Tefekkür edenler ve ibret alanlar için ömrün nihayete ereceğini en güzel bir biçimde anlatıyordu.

Dikkatini bir incir ağacının altındaki yapraklara yoğunlaştırdı. Geniş geniş olan bu yaprakların ne kendilerini tutunduğu yerden koparan rüzgâra kızgınlıkları, ne de birkaç mevsimi birlikte geçirdikleri ve bir daha bir araya gelmeleri mümkün olmayan vedâsız ayrıldıkları dallara kırgınları vardı. Hepsi, sanki kendilerine verilen vazifeyi îfâ etmelerinden dolayı huzurlu ve bahtiyardılar. Yüzlerinde tebessüm var gibiydi.

Yeniden eski hâline döndü. Yüreğinden kabaran bir deniz vardı. Bu denizin dalgalarının sesi bir çığlığa dönüşmüştü. Belki kulaklar duymuyordu, lâkin bu sesin göklere yükseldiğini biliyordu. Gözlerinden süzülen iki damla yaş, çiğ tanesi gibi bir yaprağın üzerine düşüverdi.

Hızlı adımlarla eve geldi. Eşi valizleri hazırlamış, onu bekliyordu. Üzerini değiştirdi. Yola çıkma vakti gelmişti. Babasının yanına vardı, ellerini öptü. Babasının sertliğinden dolayı hayatı boyunca hiç yapmadığı, yapamadığı bir şeyi yaptı. Babasının yanaklarından öptü, o solgun yanakları iki eli arasına alarak gözlerine derin derin baktı. Babası da kendisi gibi derin bakıyordu. Yaşadıklarını, yüreklerinden geçenleri, o 20-30 saniyelik bakışlara sığdırmışlardı sanki. Ve sanki bu bir bakışma değil vedâlaşmaydı.

Yola çıktıklarında tek kelime etmediler. Ömer Ali direksiyondayken, bazen yola bazen Göksu Nehri’ne bakarak ilerliyordu. Tam nehrin üzerindeki Bıçakçı Köprüsü’ne gelmişlerdi ki Hacer’in çığlığı duyuldu. Ömer Ali’nin başını çevirmesiyle frene basması bir oldu. Neredeyse karşıdan gelen arabaya vuracaktı. Dar olması sebebiyle iki arabanın da köprüye yavaş girmeleri ve frene yüklenmeleri kaza olmasını engellemişti.

Ömer Ali arabasını düzelttikten sonra camı açtı, diğer arabanın şoföründen özür diledi, hakkını helâl etmesini istedi.

İki gün sonrasıydı. Akşam namazını cemaatle kılmışlardı. Hacer çay koymaya gittiğinde Ömer Ali’nin telefonu çaldı. Arayan Mustafa ağabeyiydi:

“–………..”

“–Aleyküm selâm.”

“–………..”

“–Ne zaman?”

“–………..”

“–Haber verdiğin için sağ ol.

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ

“Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyeti, dudaklarından bir fısıltı hâlinde çıktı. Dizleri vücudunu taşıyamaz hâle gelmişti. Kanepeye çökercesine oturdu. Neredeyse bir haftadır kirpiklerine birikmiş olan yaşları bırakıverdi. Gözyaşları, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur gibi avuçlarına dökülüyordu.

Hacer mutfaktan gelmiş şaşkın şaşkın eşine bakıyordu. Sorduğunda sadece; «Babam…» diyebildi Ömer Ali. Eşi de ağlamaya başladı.

On dakika kadar ağladıktan sonra biraz sakinleşip açılınca tane tane şunları söyledi:

“–Geçen hafta rüyamda babamın öldüğünü gördüm. Durgunluğumun, sessizliğimin sebebi buydu. Rüyayı hiç kimseye anlatmadım, anlatamadım. Çünkü Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«Sizden biri hoşlandığı bir rüya görürse, (bilsin ki) bu, Allah’tandır. O kişi bu rüyadan dolayı Allâh’a hamdetsin ve onu anlatsın. Bunun dışında hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, bu da şeytandandır. Rüyanın kötü etkisinden Allâh’a sığınsın ve ondan kimseye söz etmesin. Böyle yaparsa, o rüya kendisine zarar vermez.» buyurmuştur.(Buhârî, Tâbîr, 3)

Olur da anlatırsam «gördüğüm gerçekleşir» diye düşünmüştüm. Lâkin anlatmasam da netice değişmedi. Demek ki babamın göç vakti gelmişti.

Haydi, hazırlanalım da yola çıkalım…”