Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -9- TASAVVUF LİYÂKAT İSTER
Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM
(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)
EHİL OLANLAR ve OLMAYANLAR
Müellifimiz; 11 ilâ 13’üncü kaidelerde; tasavvufun faydasını ortaya koyarak, onu öğrenmeye, tahsil etmeye teşvik etti. Şimdi ise; bu tahsilin kimlere uygun olduğunu, kimlere uygun olmadığını ifade ediyor.
Bu medreseye kabul edilecek olan talebeler kimlerdir? Dergâha gelen herkes; “Hoş geldin, sefâ geldin.” diye mi karşılanacak?
On Dördüncü Kaide:
“Her şeyin bir ehli vardır, bir vechi/yönü vardır; bir mahalli ve bir hakikati vardır.”
Peki, tasavvufa ehil olanlar kimlerdir?
“Şu vasıflara sahip kişiler tasavvufa ehildir / liyâkat sahibidir:
•Sâdık bir teveccüh sahibi, yani samimî, dürüst bir şekilde Allâh’a yönelen kişi,
Veya;
•Hakikati arayan, tahkik ehli irfan sahibi,
Veya;
•Tasdik edici, doğrulayan, kabul eden bir sevdalı/bir muhib kişi,
Veya;
•İnsaf sahibi, haddini bilen bir talepkâr,
Veya;
•Hakikatlerin kendisine fayda verdiği, hakikatlerden istifade edebilen bir âlim,
Veya;
•Gönlü ve zihni geniş olan, birtakım farklı ihtimallerden istifade edebilecek olan fakih (fıkıh âlimi)…
(Bunların her biri ayrı ayrı bu yolun yolcusudur.)”
Dikkat ederseniz fakîhi / fıkıh âlimini en sona bıraktı. Hakikaten fıkıhla, zâhirî ilimle iştigal edenlerin, bu ilm-i bâtına, tasavvufa yönelişleri zor oluyor. Ama yöneldiklerinde de hakikaten onlardan büyük mutasavvıflar çıkıyor.
Nitekim tarih buna şâhitlik ediyor. İşte Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, Bursa kadısı iken Üftâde dergâhına intisâb ediyor ve çok büyük bir mâneviyat üstâdı oluyor.
Hazret-i Mevlânâ büyük bir fakih iken Şems’in güneşine kapılıyor ve farklı bir âleme kanat açıveriyor.
Ama bu genişliğe sahip bir fakih değilse; dar bir çerçevesi varsa, o zaman her şeyi zâhir süzgecinden süzeceği için tasavvufa ehliyet ve meyil sahibi olması mümkün olmuyor. Hakikaten böyle kişiler, tasavvuf vadisinde ne ile karşılaşsalar; “Bu bid‘at, bu tehlikeli, mübâlâğalı!..” gibi tenkit edebiliyorlar. Geniş bir zâviyeden bakamıyorlar.
Diğer maddelerdeki sıfatlarda da mânâlı işaretler var. Meselâ tâlip, insaflı olacak, dengeli olacak. Muhabbet iddia eden kişi, tasdik edici olacak. İrfan iddiasındaki kişi, hakikat ehli olacak. Âlim, takvâlı olacak. İlmi, faydalı bir ilim olacak.
Kimler tasavvufa ehil değildir?
“Şunlar da tasavvufa uygun değildir:
•Câhilâne bir şekilde ön yargılı olup iddialarından destek alan…”
Câhillik edip de; «Niye böyle!?.» diye birden feveran eden ve kendi iddialarını gerçek gibi görüp onlara sarılanlar.
“Veya;
•Görüşlerinde (bir denge olmayıp) gelişigüzel atanlar…”
«Ben düşündüm, tarttım.» diye gelişigüzel meydana kendilerini atanlar. Tasavvuf, felsefe değildir ki, nazariyatla yol alınabilsin…
“Veya;
•İdrâki kapalı, fehmi eksik avâmî kimseler…
Veya;
•Yüz çeviren talipler.
Veya;
•Birtakım tanınmış kimseleri körü körüne taklitte ısrarcı kimseler…
(Bunlar da tasavvuf yolunun yolcusu olamazlar.)”
Yani gönlünü Allâh’a vermiş, samimî bir irade ile samimî bir teveccühle dergâha gelen bir kimseye; “Hoş geldin!” denilir, içeriye buyur edilir. Ve ona tasavvufî hakikatler anlatılır, îzah edilir.
Dar fikirlilikle, taklitle, iddiayla, itirazla ve muhalefetle gelene ise bu kapı kapalıdır ve elverişli değildir.
Bu vasıfları öğrendik. Lâkin bir kişinin hakikaten bu vasıfları taşıyıp taşımadığını nereden anlayacağız?
İHTİYATLI OLMALI
On Beşinci Kaide:
“Kişinin (tasavvufa) liyâkat sahibi olup olmadığı, onun üzerindeki alâmetlerden anlaşılır. Bazen durum karmaşık da olabilir.”
Yani kişi tasavvufa ehil mi, değil mi? Bu gelen, casus mu yoksa samimî bir insan mı? Buna bu hakikat mektebinin kapılarını açmak gerekir mi, gerekmez mi? Vaziyet bazen karışabilir. Öyleyse;
“Bu durumlarda, sonradan ortaya çıkan sebeplere dayanarak ihtiyatlı davranmak (hak etmediği düşünülen kişiyi tasavvufa kabul etmemek) daha evlâdır.”
Yani kişinin hâlinden, hareketinden, tavrından; «Ben bir şansımı deneyeyim. Geleyim burada birtakım şeyler elde edeyim.» türünden bir niyet taşıdığına dair alâmetler anlaşıldıysa, bunlardan yolu korumak lâzım.
“Bu yol hak edeni de cezbedebilir, hak etmeyeni de. Dolayısıyla bir taraf engellenirken diğerini engellememek gerekir.”
Hak eden dergâha alınır. Hak etmeyen ise alınmaz. Hak etmeyenden bu yolu korumamanın ne gibi menfî neticeleri olabilir? Hazret bunu tafsilâtlı anlatıyor:
“Sehl, şu sözünü söylerken, bu temel kaideye işaret ediyordu:
«−Hicrî 200 senesinden sonra, kimin yanında bizim sözlerimizden bir şey varsa, onu gömsün (ifşâ etmesin). Çünkü o tarihten sonra insanların zühdü, (yalnızca) sözlerinde olacak ve mâbudları karınları olacak.”
Altı çizilecek bir söz… Sehl et-Tüsterî (v. 283), işârî tefsirleriyle mâruf mühim bir mutasavvıftır. Tasavvufî hakikatlerin, belirli bir zamandan sonra nâ-ehil ellere geçmemesi için böyle bir îkazda bulunuyor.
Niçin ikinci asır sonrası?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Sizin hayırlılarınız, benim zamanımda yaşayanlarınızdır. Sonra zamanımda yaşayanlara yakın olanlar, sonra da onlara yakın olanlardır.
Onlardan sonra öyle bir topluluk gelir ki, kendilerinden şâhitlik istenmediği halde şâhitlik yaparlar; hıyânet ederler de kendilerine güvenilmez; bir adakta bulunurlar fakat yerine getirmezler; onlarda şişmanlık baş gösterir.” (Buhârî, Şehâdât, 9, Fezâilu ashâbi’n-Nebî, 1, Rikāk, 7, Eymân, 10, 27; Müslim, Fezâilu’s-sahâbe, 214. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fiten, 45, Şehâdât, 4, Menâkıb, 56; İbn-i Mâce, Ahkâm, 27)
Hadîs-i şerifte zikredilen bu üç nesle, «en hayırlılar» diyoruz.
•Sahâbe,
•Tâbiîn ve
•Tebe-i tâbiîn nesilleri.
Hemen hemen hicrî 3. asrın ortalarına doğru bu son nesil de bitiyor. Hicrî 3. asrın son çeyreğinde artık yavaş yavaş fitneler ortaya çıkmaya başlıyor.
Burada şunu unutmamak gerekiyor. Bu tarih ile öncesinin arasındaki fark, hayırlı kimselerin toplumdaki nisbeti meselesidir. Yoksa 2. asırdan sonraki bütün insanlar kötüdür mânâsına gelmez.
Bu tarihe kadar insanların %50’den fazlası, %60’ı, belki %70’i Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bıraktığı dîni elinden geldiğince yaşamaya gayret ediyor.
Fakat bundan sonra çoğunluk, -tabiri câizse- karşı tarafın eline geçiyor. Bu şekilde değerlendirmek lâzım… Yoksa kıyâmete kadar hakikî mânâda dîn-i mübîn-i İslâm’ı yaşayanlar var olmaya devam edecektir. Günden güne sayıları eksilse de bunlar varlığını sürdürecektir.
Sehl Hazretleri’nin sözünü değerlendirirsek; bu tarihten sonra insanların zühdü sözlerinde olur. Artık işin edebiyatını yapmaya başlarlar. Günümüzdeki birçok akademik tez gibi… Ama onların taptıkları karınlarıdır, yani menfaattir, maaştır. Karınlarını doyurmak için bir uğraş verirler.
Zerrûk Hazretleri, Hazret-i Sehl’den bahsederek devam ediyor:
“(Sehl, sözünün devamında) işin bozulduğunu gösteren birtakım şeyler saydı ve (dedi ki: Artık bu emâreler ortaya çıktığında) bu ilmin (herkese) yayılması haram hâle gelir. Çünkü (onu herkese yaymak), bu ilmin hedeflenen maksadın dışına kullanılmasına sebebiyet verecektir. Bu da eşkıyâya, (anarşiste, teröriste) silâh satmaya benzer.”
Tasavvufta mürşidlik, mutasavvıflık taslayan müteşeyyıhlara, «yol kesici / eşkıyâ» teşbihi çok yapılır. Çünkü onlar hakikî yolu arayanların yolunu keserler, onları soyarlar, mağdur ederler. Saparlar ve saptırırlar.
Fakirin kanaati;
Tasavvuf yolu, tarîkat, iki ucu keskin bir kılıca benzer. Yahut çok iyi inşâ edilmiş bir otobanda 300 kilometre hızla gitmeye benzer. Yani kısa zamanda maksuda ulaşabilirsiniz ama en küçük bir hata asla bağışlanmaz. Ölümcül bir sonuç verebilir.
Ama fazla hıza elverişli olmayan bir yolda kaza da yapsanız en fazla arabanızın kaportası zarar görür. Dolayısıyla eğer siz, çok yüksek hızın yapılabildiği otobanda aracı ehliyetsiz bir kimseye teslim ederseniz kaza ihtimali çok büyüktür. Bu sebeple direksiyonun ancak ehil olan kimselere verilmesi gerekir.
Hazret de 9. asırda aynı dertten muzdarip:
“Bu zamanda da insanların çoğunun durumu budur.
(Birileri, mâneviyâta dair) rikāk ve hakikat ilmini, şu (rezil) işler için merdiven hâline getirdiler:
•Halkın / insanların kalplerini kendilerine çekmek,”
İnsanlar bana iltifat etsinler diye, şöhret arzusuyla mutasavvıf imiş gibi göründüler.
•Zâlimlerin mallarını almak,
Her türlü menfaat temini ve istismar…
•Fakir, fukarayı basit görmek,
•Apaçık haramları ve zâhir bid‘atleri rahatça yapmak…”
Bugün de maalesef tasavvuf adına ortaya çıkmış ve şeriatla bağlantısını koparmış olan birçok akımları, grupları görüyoruz. “Biz artık kemâle erdik, dolayısıyla bu tür basit şeylerden sorumlu değiliz.” diyerek, hiç utanmadan haramları irtikâp etmeye, mâneviyâtı perde kılmaya kalkıyorlar.
“Hattâ bunların bir kısmı dinden de çıkmıştır. Câhil (halk) de bunları kabul etmektedir.”
İşte biri çıkıyor diyor ki:
“−Allah benim sûretimde tecellî etti.”
Diğer insanlar da onu dinliyorlar.
Bir başkası çıkıyor, elektrik çarpmış gibi garip hareketler yapıyor. İşte; “Şimdi bana vahiy geldi.” diyor. Câhil insanlardan binlerce takipçi bulabiliyor.
İşte tasavvuf; ehil insanların elinde, insanları bir ıslah vasıtası, hak ve hakikate götürme metodu iken nâ-ehil insanların elinde bir anarşi doğurabiliyor. Allah muhafaza eylesin. Onun için Hazret, bu eseri yazma ihtiyacı hissetmiştir. Tasavvufun fıkhını ortaya koymayı arzu etmiştir.
Câhiller, niye bu dinden, îmandan çıkacak kadar sapıtmış olanların peşinden gidiyorlar? Yahut bu kimseler, hangi hakla tasavvuf adı altında bu yanlışları sürdürüyorlar?
“Verâset ve (tasavvuf) ilminin kendilerine ait olduğu iddiasıyla (bu sapıklıkları sürdürüyorlar.)”
Mürşidlik, sonraki n esillere bir mânevî icâzet ile intikal eder. Mürşid-i kâmil zâtlar, kendilerinden sonra irşad vazifesini, bazen evlâdından ehil olan kişiye tevdî eder. Bazen de evlâdı dışında bir veya daha fazla talebesine emâneti verir. Önemli olan evlâdı olması değil, ehil olmasıdır. Bu sebeple; bazı tarîkatlerde; “Yol evlâdı, bel evlâdından evlâdır.” gibi sözler söylenmiştir.
Mânevî füyuzâtı kaybetmiş yollarda, şeyhlik, evlâdiyye prensibinin yanlış işletilmesiyle, -ehliyet ve liyâkat olsun olmasın- babadan oğula nakledilen bir makama dönüşmüştür. Bu da mânevî makamların yanlış ellere geçmesine ve avam halkın yanlış bir şekilde teveccüh göstermesine sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf yolunda birtakım rüyalar, işaretler üzerinden; “Bu iş bana verildi. Ben asrın gavsıyım, kutbuyum. Seçilmiş bir kişiyim.” ve benzeri saplantılar geliştirenler olmaktadır. Bu saplantılı telâkkîler, kendilerinin veya tâbîlerinin, durumu, şerîat süzgecinden geçirmelerine mâni olmaktadır. Oysa kişi velev ki o dereceye varmış olsun, orada kalma garantisi yine yoktur. Yine şerîata tamamıyla uymak mecburiyetindedir.
Müellifimiz bu kaideyi duâ ile bitiriyor:
“Cenâb-ı Allah ihsânıyla, ikrâmıyla bizleri muhafaza eylesin.”
Biz de şunu ilâve edelim:
Bu gibi tehlikelerin varlığı, tasavvuf zaruretini ortadan kaldırmıyor. Söylenen hakikatler; “Madem yol kesiciler var, ben bu işten tamamen uzak durayım.” anlayışına götürmemeli. Dikkatimizi artırmalı. Çünkü elimizde; şerîat, Kitap ve Sünnet mîyarları / kıstasları var. Müellifimizin ifade ettiği gibi, hâlin şahâdeti ile bir mü’minin firâseti; hakikî ile sahteyi, samimî ile şarlatanı birbirinden ayırabilecektir.
Cenâb-ı Hak, îman firâsetini bizden eksik eylemesin. Âmîn…