RÜYADAKİ SÛRE-İ YÂSÎN

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî, 27 Temmuz 1165 yılında asil ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Endülüs’ün Mürsiye şehrinde doğdu. Babası Kur’ân-ı Kerîm’i çok okuyan, fıkıh ve hadis ilimleriyle meşgul, ehl-i takvâ bir zâttı. İlmî ve siyâsî açıdan zengin bir ortamda büyüdü. Gençlik çağına geldiğinde sık sık halvete çekilmeye başladı. Bu halvetler esnasında kendi ifadesiyle birçok mânevî hâle ve füyuzâta mazhar oldu. Şer‘î ilimlerde kendini yetiştirdi. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerim ve hadis ilminde derinleşti. Ebu’l-Abbâs el-Uryebî’ye intisâb etti.

Hakikate olan açlığı onu seyahate sevk etti. Fas, Tunus, Hicaz ve Anadolu’ya yaptığı bu seyahatlerde birçok şeyh ve âlimle görüştü, onlardan istifade etti.

Kaleme aldığı iki yüz küsur eserden en meşhurları Fusûsu’l-Hikem ve el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye’dir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, 8 Kasım 1240 tarihinde Şam’da vefat etti. Kabri, Kasyûn dağı eteklerindedir.

*

İbnü’l-Arabi, kendisinin bir hastalığıyla alâkalı olarak şöyle anlatıyor:

“Hastalanmıştım. Öyle ki etrafımdakiler beni öldü sanıyorlardı. Bu hâldeyken (rüyamda) görünüşleri çirkin olan insanlar gördüm. Beni eritmek istiyorlardı. Bir de güzel kokulu, kuvvetli bir adam gördüm: Beni onların elinden çekip aldı, hepsini darmadağın etti. Kendisine;

«–Sen kimsin?» dedim.

«–Ben Yâsîn Sûresi’yim. Seni müdafaa ediyorum.» dedi. Bayılmam geçti ve kendime geldim. Bir de baktım ki rahmetli babam başucumda ağlayarak Yâsîn Sûresi’ni okumuş bitirmiş. Kendisine gördüğüm rüyayı anlattım.”

OSMANLI DEVLETİ’NİN HAYVANLARA GÖSTERDİĞİ MERHAMETTEN BİR MİSÂL…

Osmanlı Devleti’nde tabiata, özellikle bitki ve hayvanlara gösterilen şefkat ile ilgiyi zikretmek gerekir. Bu ilginin, cezaî yaptırımlara bağlanmış, dikkate değer örnekleri de mevcuttur. İzin verirseniz, bir tanesini zikretmek isterim. İstanbul’da şehir içi taşımacılığı yapan hamalların önemli bölümünü oluşturan atlı hamallar hakkında, Dîvân-ı Hümâyun’dan çıkan bir hüküm şöyle der:

“Hamallar, yük taşıttıkları hayvana, yükü yerine teslim ettikten sonra binerek geri dönmektedirler. Bu, hayvana eziyettir. Hayvan dönüşü boş olarak yapmalı ve dinlendirilmelidir.”

Bir kısım hamallar, Dîvân’ın bu hükmüne aykırı harekete devam etmiş olmalılar ki, bir süre sonra çıkarılan diğer bir hükümle, binmeyi fiilen önleyici olmak üzere, semerlere, sivri ucu yukarıya doğru çiviler çakılması mecburiyeti getiriliyor ve buna uymayanların işten men edileceği kesin bir dille ifade ediliyordu. Hayvan hakları konusunda oldukça kararlı ve sistemli bir tutum içinde olduklarını, birçok benzeri arasından sunduğum bu küçük örnek yeteri kadar îzah eder sanırım. (İstanbul Kadı Sicilleri, İstanbul Mahkemesi Sicili No. 25, s. 251-252 (5 N 1179/15.2.1766 tarihli ferman) (Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, Mehmet GENÇ, s. 69)

BU, İNSANOĞLUNUN YAPACAĞI BİR İŞ DEĞİLDİR

Kazasker Mustafa İzzet Efendi, 1801 yılında Kastamonu/Tosya’da doğdu. Kastamonu’da sıbyan mektebini bitirdikten sonra, İstanbul/Fatih medreselerinde tahsiline devam etti. Bir yandan da Kömürcüzâde Hâfız Efendi’den mûsıkî meşkine başladı. Bir Cuma namazı öncesi fevkalâde icrâ ettiği bir eserle, Sultan II. Mahmud’un dikkatini çekti. Sultan, onun husûsî olarak eğitilmesi tâlimatını verdi. Bunun üzerine ilim tahsiline devam etmesinin yanında, mûsıkî ve hüsn-i hat eğitimi de aldı. Mûsıkîdeki kabiliyetiyle kısa sürede şan ve şöhret sahibi oldu. Fakat onun kâmil rûhu, bu saray hayatından sıkıldı. Hem hac vazifesini îfâ etmek hem de rûhuna inşirah vermek için 1831’de hacca gitti. Hac sonrasında bir müddet daha mukaddes topraklarda kaldı. Daha sonra payitahta döndü, fakat halktan münzevî bir hayat yaşamaya başladı.

En dikkat çeken eseri, Büyük Ayasofya Camii’nin içerisinde bulunan ve üzerlerinde Lâfzatullâh’ın, Hazret-i Peygamber’in ve «çehâr yâr-i güzîn»in isimlerinin yazılı olduğu levhalardır.

Mustafa İzzet Efendi, 15 Kasım 1876’da vefat etti. Kabri, Tophane’deki Kādirî Dergâhı hazîresindedir.

Cenazesi defnedilirken orada bulunanlardan bir kişinin;

“–Efendiler, buraya gömdüğünüz bir maarif sandığıdır.” dediği nakledilir.

*

Ömer Vasfi Efendi’nin talebesi Rıfat Efendi nakleder:

İzzet Efendi; her fırsatta Neslişah Sultan Türbesi’ne gelir, kapısındaki Râkım Efendi’nin yazısını tetkik edermiş. Türbenin civarında kasaplık yapan bir Tatar da onun bu hâlini seyreder dururmuş. Günlerden bir gün Ömer Vasfi Efendi de aynı yazıları incelemek üzere buraya gelince bu Tatar kasap, Ömer Vasfi Efendi’ye;

“–Efendi, sen yazıdan ne anlarsın? Koca Kazasker Hacı Mustafa İzzet Efendi aylarca buraya gelir, yazılara bakar bakar da; «İnsanoğlunun işi değildir…» diyerek gözleri dolu dolu buradan giderdi.” der. (Ayasofya’nın Nişânesi: Kazasker Mustafa İzzet, Murat ÖZER, s. 81)

Yine onun, Fatih Camii hazîresi çevresindeki Râkım’a ait şâheser celî sülüs kitâbelerin önünde uzunca oturup bunları seyrettiği ve dostlarına;

“–Şeyh (Hamdullah) gibi, Hâfız Osman gibi yazı yazdım. Lâkin Râkım’ın bir harfine bile yanaşamadım.” sözü meşhurdur.

BİR YÜK DEVESİNE KARŞILIK İKİ DEVE YÜKÜ MAL

Abdurrahman Câmî, 7 Kasım 1414 tarihinde Horasan’ın Câm şehrinde doğdu. Babasında başladığı tahsilini Herat’ta ve Semerkant’ta sürdürdü. Nakşibendi şeyhi Sâdeddîn-i Kâşgârî’ye intisâb etti. Şeyhinin vefatının ardından Kâşgârî’nin halîfesi Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’ne bağlandı. Molla Câmî, 9 Kasım 1492 tarihinde Herat’ta vefat etti. Kabri, Herat’tadır.

*

Molla Câmî’nin meşhur eseri Baharistan’da şöyle bir hikâye anlatılır:

Bedevînin biri bir gün devesini kaybeder, arar arar bir türlü bulamaz. Sonunda bir tellâla şöyle bağırmasını emreder:

“–Her kim devemi bulup getirir, bana teslim ederse ona iki deve yükü mal vereceğim.” Bedevî’nin bu hâlini görenlerden birisi ona şöyle der:

“–Olmayacak bir iş yapıyorsun. Bir yük devesi iki deve yükünden daha mı kıymetlidir?” Bedevî cevap verir:

“–Siz aranan şeyi bulmanın zevkini tatmamışsınız. Öyle ise beni mazur tutunuz.”

«Kaybolan şey değersiz de olsa vazgeçme! Tabiat sahibi insanlara göre, bulmak bulunan şeyden daha tatlıdır.»