RASÛLULLAH (s.a.s.)’İN HİCRETİ -15-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı ellerinden kaçıran müşrikler; o kadar öfkelenmişler ve o kadar çığırdan çıkmışlardı ki, neredeyse birbirlerini yiyeceklerdi. Her tarafa adam saldıkları hâlde, O’nu bir türlü bulamamışlardı. Bunca adamlarına rağmen; her geçen gün daha çok adam salıp, en kuytu yerlere varıncaya kadar, O’nu arıyorlardı.

Mekke müşrik toplumu, takibatlarını devlet bazında yürütüyordu. Hem öyle ki, müşrik şehir devletinin bütün gücü bu alana yönelmişti. Her geçen gün artan ödül miktarı, zaten herkesi tahrik ediyordu. Bu yüzden nerede çapulcu, eşkıyâ, kātil, cânî varsa, hepsi ayrı bir koldan muhâcirlerin peşlerine düşmüştü. Amansız bir takip, sürüp gidiyordu.

Takipçiler takipteydi. Ama bu takipçilerin niyeti çok kötüydü. Kötünün her şeyi kötü olduğu gibi, takipleri de kötü maksatlıydı tabiî. Kötü takipçiler; artan bir kötülükle, kötülük saçıyorlardı etraflarına.

Kureyş müşrikleri başta olmak üzere, etraftaki kabîleler de, bütün aramalarına rağmen, Rasûlullah -aleyhisselâm- ve yol arkadaşlarını bulamadılar. Onları ölü veya diri bulanlara yüz deve va‘detmişlerdi. Bilenler, bulanlar, bir yerlerde görenler… Kim bir haber getirirse yüz develik büyük ödülü alacaktı. Bu büyük ödülü duyanlar hemen harekete geçmişler, her tarafta bu kutlu yolcuları arıyorlardı. Bunca çabalarına rağmen, aradıklarını bulamayınca, ödüllere yeni ödüller ekliyorlardı…

Büyük ödülü elde etmek için, canhıraş at süren cânîler; etrafı inletirken, bunlardan bazıları ise, sessiz sedasız davranıp, ödüle tek başına konmak için oldukça gizli hareket ediyordu. İşte bunlardan biri de Sürâka bin Mâlik idi…1

Büyük ödüle tek başına konmak için, arkadaşlarını birer birer atlatarak evine döndü. Zırhını giyindi. Silâhını kuşandı. Kargısını da alarak evinden çıktı.

Kargısının parıltısı göze çarpmasın diye; alt tarafını yerde sürükleyerek, üst tarafını da aşağıya doğru tutarak atının yanına vardı. Üzerine atıldığı gibi, hedefine bir an önce ulaşmak için, dörtnala sürdü.

Uzun bir süre iz sürdükten sonra, nihayet yolcuları gördü. Mümkün olduğunca belli etmemeye çalışarak, seslerini işitecek kadar yaklaşmaya başladı.

Her zaman ve her yerde sâkin, ağırbaşlı ve vakarlı olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, hayatının en heyecanlı ve en korkulu anlarını yaşıyordu. Sürekli etrafı kolaçan edip duruyordu. Sağı solu, önü arkayı sürekli kontrol ediyor, gelmesi muhtemel olan bir tehlikeye karşı uyanık bulunmaya çalışıyordu.

Bir anda uzaklardan incecik bir toz kalktığını gördü. Kendilerine doğru gelmekte olan bir veya birkaç süvari görünümü vardı. Büyük bir endişeyle dönüp, Rasûlullah -aleyhisselâm-’a baktı. Yaklaşmakta olan tehlikeyi haber vermek istiyordu, fakat O’nda hiçbir telâş yoktu. Devesinin üzerinde sakin sakin Kur’ân okuyup gidiyordu.

Diğer taraftan, kendileri ile toz bulutu arasındaki mesafe kısalıyor, bir atlının doludizgin bir şekilde geldiği netleşiyordu. Çok geçmeden, bir süvarinin gelip neredeyse yetiştiğini gördü. Rasûlullah -aleyhisselâm-’a bir şey olmasından korkarak, heyecanla atıldı:

–Annem, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Bizi arayan süvarilerden biri, bize yetişti yetişecek!

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ı canından daha çok seven ve kendisinden ziyade O’nu düşünen Hazret-i Ebûbekir; O’na bir şey olacak diye, artan endişeyle gözyaşlarına boğuldu. Onun bu hâlini gören Allâh’ın Rasûlü; sevgi ve muhabbetin yanında, şefkatle sordu:

–Ey Ebûbekir, niçin ağlıyorsun?

–Vallâhi ben kendim için ağlamıyorum. Sana bir şey olacak korkusu ile ağlıyorum!

Rasûlullah -aleyhisselâm-; her yönüyle sürekli beraber olan yol arkadaşına dönüp, tebessüm ederek, ilâhî mesajı verdi:

–“لاَتَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا : Mahzun olma! Allah bizimledir!”2

–Âmennâ! Ama yetişti, yetişecek, geldi işte ey Allâh’ın Rasûlü!

Rasûlullah -aleyhisselâm-; Risâlet farkıyla rahat olsa da, Hazret-i Ebûbekir çok tedirgindi. Canına can bildiği, canından önce tuttuğu Cân’a bir şey olursa, onda da can kalmazdı ki!

Allah ve Rasûlü sevgisiyle dopdolu olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın; yaşadığı, sevdiği, hoşnut olduğu ve mutluluk duyduğu İslâm’dan; bütün cihanın, bütün insanlığın mahrum kalmasına gönlü de aklı da râzı değildi. Onun sevgisi bambaşka bir sevgiydi. Tadan bilirdi, bunun için gerektiği yerde de ölürdü. Yeter ki O yaşasın, O’nun uğrunda ölmek şereflerin en yücesiydi.

Gelen süvariye pür dikkat kesilen Hazret-i Ebûbekir; Rasûlullâh’a bir şey olmasın diye, süvari ile arasına, aşılmaz bir sur gibi gerildi. «O yaşasın, benim ölmem hiç de mühim değildir!» duruşu ile daha bir sarp kale olmuş, ama bütün bunlara rağmen, ürkek bir ceylân gibi de, yaklaşan tehlikeye bakıyordu!

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; canından geçmiş, Cânân’ı için, hayatını ortaya koymuştu.

İşte böyle, en kritik bir anda Rasûlullah -aleyhisselâm-, bu sâdık dostunu rahata erdirecek silâhını çekti!

–Ey Allâh’ım! Şuna karşı, dilediğin şeyle bize yardım et! Onun şerrini üzerimizden defet. Düşür onu atından!

İki Cihan Güneşi böyle niyazda bulununca, at birden tökezleyip yere kapaklandı. Sürâka da atının üzerinden tepetaklak yere düşüp yuvarlandı. Fakat çabucak kendini topladıktan sonra, sıçrayıp kalkarak tekrar atının üzerine atladı. Atını dörtnala kaldırıp, kutlu yolcuların üzerine sürdü!

Rasûlullah -aleyhisselâm- ve hicret arkadaşlarına biraz daha yaklaştığı zaman, at yine yere kapandı. Sürâka da atının üzerinden yere yuvarlandı! Tekrar fırlayıp kalktı. Atına atlayıp, yine dörtnala kaldırdı!

O kadar yaklaştı ki; Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i işitiyor ama tam olarak anlayamıyordu. Atını daha bir sertçe mahmuzlayan Sürâka, aradaki bütün mesafeyi de aşmak üzereydi.

Bütün bu dehşetli sahneler yaşansa da, Rasûlullah -aleyhisselâm- arkasına dönüp bakmıyor, Kur’ân tilâveti ile yoluna devam ediyordu.3

Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimiz’i bu yönüyle de tanıtıyor bize.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_______________________

1 Ashâb-ı kiram arasında iki tane Sürâka bin Mâlik vardır. Bunlardan biri Sürâka bin Mâlik el-Ensârî olup, meşhur sahâbîlerden Hazret-i Kâ‘b bin Mâlik’in kardeşidir. Diğeri ise bizim burada anlatmaya çalıştığımız Sürâka bin Mâlik bin Cu’şum bin Mâlik bin Amr bin Teym bin Müdlic bin Mürre bin Abdumenâf bin Kinâne el-Kinânî el-Müdlic’dir. Ayrıntılar için bakınız lütfen: Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 175; İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, 133-135; İbn-i Sa’d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 188, 232, c. 4, s. IV, 366, c. 5, s. 90; İbn-i Hibbân, Târîhu’s-Sikât mine’s-Sahâbe ve’t-Tâbiîn ve Etbai’t-Tâbiîn, c. 3, s. 180; İbn-i Abdilberr, el-İsti’âb fî Mârifeti’l-Ashâb, c. 2, s. 581-582; İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğābe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 331-333; Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefeyât, c. 15, s. 185; İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 3, s. 41-42; Ziriklî, el-A‘lâm: Kāmûs u Terâcim li Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisâ, c. 3, s. 80.

2 Kur’ân-ı Kerim, Tevbe Sûresi, 9/40.

3 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğābe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 2, s. 331-333; Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefeyât, c. 15, s. 185; İbn-i Hacer el-Askalānî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 3, s. 41-42.