İnsanları Etiketlemekten KAÇINMALIYIZ…

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Her insan kıymetli.

Çünkü Cenâb-ı Hak insanın yaratılışında, ona bizzat kendi rûhundan üfledi. (Bkz. Sâd, 72) Onu yeryüzünde halîfesi kıldı. (Bkz. el-Bakara, 30) Ona diğer yaratılmışlardan farklı olarak akıl ve irade bahşetti. İlim verdi. Ve buyurdu:

“Şüphesiz Biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.” (et-Tîn, 4)

Bununla birlikte her insan aynı zamanda farklı fıtratlar üzere yaratıldı. Böylelikle her insan bambaşka bir âlem oldu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de insanların muhtelif tabiatlarda yaratılmasını şöyle ifade etmektedir:

“Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izâfeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yani muhtelif istîdat, hususiyet ve karakterde) dünyaya gelmiştir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Tirmizî, Tefsîr, 2/2955; Ahmed, IV, 400)

Hâl böyle olunca;

Her birimiz farklı özelliklere, yapılara, görünüşlere veya huylara sahip olabiliriz. Ve bu durum her bir ferdin Cenâb-ı Hakk’ın bir sanatı olduğu gerçeğini de etkilemez.

Yani;

Zâhirî ve maddî özelliklerimiz ile farklılıklarımız asla herhangi birimize ekstra farklı bir üstünlük seviyesi katmayacaktır. Hiçbirimiz bu sebeplerden ötürü bir diğerimizden daha yukarıda yahut daha aşağıda olamayız. Siyah tenli, beyaz tenliden… Beyaz tenli, siyah tenliden… İnsan oluş ve insan olarak yaratılış noktasıyla temelde katiyen farklı değildir.

Üstünlük ancak takvâ ile olur. Buyurulur ki:

“Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (el-Hucûrat, 13)

Bu yüzden;

Kimseyi küçük görmemeliyiz. Daha önceden şartlanılan bakış açılarıyla insanlara yaklaşıp, onları direkt zihnimizde herhangi bir kategoriye yerleştirmemeliyiz.

Bakınız:

İnsan gerek günlük yaşantısında gerek zihnî faaliyetlerinde kategorize etmeye meyillidir. Soyut ve somut her şeyi belli kriterlere göre tasnifleyip daha basit ve kolay bir şekilde anlayabilmek içindir bu meyil.

Odamızı düzenlerken, çantamızı yerleştirirken, masamızı düzenlerken, eşyalarımızı toplarken veya dersimizi çalışırken, kitap okurken bu meyilden istifade ederiz. Ancak bu özelliğimizi insanlar için kullanmaya gelince daha dikkatli hareket etmek şart. Çünkü mevzu insan olunca, esasında Allâh’ın sanatıyla karşı karşıyayız demektir.

İnce düşünmeli incelikli hareket etmeliyiz. Aksi hâlde;

İnceldiği yerden kopar eşya, kafa yor;
İnsan da kalınlaştığı yerden kopuyor. (Seyrî)

Bu yüzden asla önyargılı olmamalı, kimse hakkında peşin hüküm vermemeliyiz.

Psikolojide «halo etkisi» olarak geçer; bir kişinin gördüğümüz yönlerine bakarak oluşan kanaatimizi, görmediğimiz yönleri için de hemen geçerli kabul etmek. Bu hataya düşmemeli; birini zihnimizde bir kategoriye dâhil etmek için hemen karar verici olmamalıyız. Çünkü muhataplarımıza karşı davranışlarımız, hislerimiz ve ilgimiz de tamamen bu kategorize işlemine bağlı olarak şekillenir.

Meselâ;

Yapılan bir araştırmada, bir grup öğrenci seçiliyor. Bu öğrencilere bir röportaj dinletilecek. Ancak bu röportaj iki farklı versiyonu olacak şekilde yapılmış.

Versiyonların birincisinde soruları soran moderatör sıcak ve ilgili bir tavır sergilerken; ikincisinde ise daha soğuk, katı ve mesafeli bir duruş gösteriyor.

Birinci röportajı izleyen öğrenciler; moderatörün görünüşünü, davranışlarını, konuşmasını ve fikirlerini benimsiyorlar. Sonrasında bile moderatöre dair yapılan tenkitleri asla kabul etmiyorlar. Ona muhabbet duyuyorlar.

Ancak ikinci röportajı izleyenler; moderatör aynı kişi olmasına rağmen, onu itici biri olarak değerlendiriyor ve kendilerine iyi yanları anlatılsa bile onu sevmiyorlar.

Hâlbuki, insan değişken ruh hâline sahip bir varlıktır. Her zaman aynı enerjide olmayabilir. Düşük enerjili bir ânına denk geldik diye bir kimseyi kafamızda negatif bir kişiliği var diye etiketlemek, ne kadar isabetlidir?

Aynı şekilde;

Henüz bütün hususiyetleriyle tanımadığımız biri hakkında; dış görünüşüne yahut onunla tesadüf ettiğimiz esnada yapmış olduklarına bakarak hemen not vermek ne kadar hakkaniyetlidir? Hem bütün hususiyetleriyle tanımış olsak bile, asla gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta, insanların değişebileceği gerçeğidir.

Bu yüzden;

Her dâim çevremizdekilere saygı çerçevesinde muamele etmek mecburiyetindeyiz. Kendimize yapılmasını istemediğimiz muameleleri başkalarına yapmaktan kaçınmalıyız.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bize bu şekilde öğretiyor:

Bedevînin biri bir gün Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozdu. Sahâbîler onu azarlamaya kalkıştılar. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:

“Adamı kendi haline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova (veya büyük bir kova) su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil. (Buhârî, Vudû’, 58, Edeb, 80. Ayrıca bkz. Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret, 136; Tirmizî, Tahâret, 112; İbn-i Mâce, Tahâret, 78)

Ne güzel bir ahlâk.

Bu ahlâk ki;

İnsanı peşin hükümlü olmaktan kurtarır ve beşerî münasebetlerinde daha hakkaniyetli yapar.

Fakat bundan mahrum kalırsak kendimiz için de muhataplarımız için de sadece nefreti körüklemiş oluruz. Çünkü sadece zâhire bakıp karar vererek her zaman isabet ettirmek mümkün olmayabilir.

Meselâ;

Firavun’un sarayında bulunmasına ve onun karısı olmasına rağmen îmânını muhafaza eden Asiye Vâlidemiz… Dıştan baktığımızda; cânî birinin karısı. Öyle ki bir rüyadan hareketle, tahtından olma korkusuyla nice masum yavrunun kanına giren bir cânînin eşi. Ama sadece bu konumundan yola çıkarak, aslî yönlerini gözlemleyemeden ve bilmeden hüküm verecek olsak; bu ne denli doğru bir hüküm olur?

Aynı şekilde Lût -aleyhisselâm-’ın karısı… Dıştan baktığımızda bir peygamber karısı. Fakat yalnızca bu vasfından yola çıkarak, yaptıklarına bakmadan; «Ne mübârek bir kadın» diyebilir miyiz? Desek bile ne kadar isabet etmiş oluruz?

İşte bu yüzden;

Etrafımızdakilere her zaman daha hoşgörülü davranmalıyız. Aceleci olmadan, hemen etiketlemeden, önce gözlem yaparak ve tanımaya çalışarak muhatap olduklarımızla iletişim kurmalıyız. Aksi takdirde «halo etkisi»yle yapılan etiketlemeler bir adım öteye gittikten sonra tamamen boşa çıkmaya çok müsait.

Bakınız, kıssada hisse, meselde misal vardır:

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdat şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşguliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden;

“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibâdet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer;

“–Mâşâallah! El kârda, gönül yârda!..” diyerek genci takdir eder.

Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak gıpta ile;

“–Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi mahzun olur.*

Görüldüğü üzere ilk intibâlarla hareket etmek doğru neticeye ulaştırmayabiliyor. Bir tık ötesinde basîret gözüyle bakıldığında mevzunun aslı anlaşılıyor. O yüzden hiçbir vakit acele etmemeliyiz. Hiç beklemediğimiz niceleri, müsbet veya menfî çok farklı kişiler olabilirler. Özellikle zâhirine bakıp asla birine hemen hayran olmamalı yahut kimseyi hor görmemeli. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söylemiş:

Harâbat ehlini hor görme Şâkir,
Defîneye mâlik vîrâneler var.

Ayrıca unutmamalıyız:

Kafamızdaki bazı peşin hükümlerle oluşmuş belli kriterlere göre insanları gruplandırmanın birtakım tehlikeleri de var. Kişiyi toplumdan uzaklaştırır. Uzaklaştırmakla kalmayıp zamanla kibrini de artırır. Sonunda insan, kendinden başkasını beğenmez hâle gelir. Herkesi belli bir kategoriye yerleştirip, kendisini de hepsinden ayrıştırır. Kendini, kendince daha üst bir makamda görür. Velid bin Muğîre gibi.

Zira Velid bin Muğîre; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e fakir, öksüz, yetim ve câhil etiketlerini yapıştırdı. Özünü göremedi. Kendisini ise Kureyş’in efendisi ve büyüğü olarak gördü. Zamanla bu tutumu, -hâşâ- ilâhî iradede hata varmış gibi görmesine sebep oldu. Mukaddes kitâbın kendisine indirilmesi gerektiğini savunur hâle geldi. Sonunda helâk oldu gitti.

Ancak Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- amcasını öldüren Vahşî’yi bile günü geldiğinde kātilliğiyle etiketlememiş, hidâyete ermesiyle de onu affetmiştir.

Hâsılı;

En güzel yaratılışa sahip varlık olarak ömrümüzü; Rasûl-i Zîşân Efendimiz’in izinde, takvâya ulaşma gayretleriyle değerlendirmeliyiz. Bilhassa insânî münasebetlerimizde asla peşin hükümlerle hareket etmemeli ve;

İnsanları etiketlemekten kaçınmalıyız.

_____________________________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Fazîletler Medeniyeti, c. 1, s. 470.