MÜBÂREK TEŞRİF ve FAHR-İ KÂİNÂT EFENDİMİZ’E MUHABBET

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

HAFİFLETEN SEVİNÇ

Allah Rasûlü’nün sütannelerinden biri de, tâlihli hanım Süveybe Hâtun’dur.

Bu hanım, Rasûlullâh’ın amcası ve azılı düşmanı olan Ebû Leheb’in câriyesi idi.

Süveybe Hâtun; Ebû Leheb’e yeğeninin, yani Peygamber Efendimiz’in doğum müjdesini haber verince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti.

Bu hâdiseyle alâkalı olarak, Ebû Leheb’in kardeşi Abbâs -radıyallâhu anh- şunları nakleder:

“Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi:

«−Sana nasıl muamele edildi?» diye sordum.

Ebû Leheb;

«−Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün başparmağımla işaret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim.» cevabını verdi.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa‘d, I, 108, 125; Bkz. Buhârî, Nikâh, 20)

HİSSELER

Bu kıssadan hareketle İbn-i Cezerî şöyle der:

“Kur’ân’da zemmi hakkında âyet nâzil olan ve cehennemde azap gören Ebû Leheb gibi bir kâfire, Peygamberimiz’in doğumuna sevindi diye bu lütufta bulunulursa;

Peygamber Efendimiz’in mevlidiyle sevinip, O’nun muhabbetiyle gücü yettiğince infakta bulunması hâlinde, ümmetinden muvahhid bir mü’mine ne nimetler ikrâm olunur, bir düşünmek lâzımdır!

Elbette böyle bir mü’minin; kerîm olan Allah’tan nâil olacağı mükâfâtı, Rabbimiz’in geniş ihsanlarına ve naîm cennetlerine kavuşması olacaktır.” (İbn-i Cezerî, Arfü’t-Târîf bi’l-Mevlidi’ş-Şerîf, s. 9-10; Bâkî, Meâlimü’l-Yakîn, s. 22)

Kastallânî şöyle der:

“Ehl-i İslâm; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğduğu ayı ihyâ etmekte, yemekler vermekte, fakirlere her türlü yardımda bulunmakta, sevinç izhâr ederek hayırlarını artırmaktadırlar. Yine mevlid-i şerif okumaya îtinâ göstererek bereketinden istifâde etmektedirler.

Böyle yapanların, o yıl belâlardan kurtulduğu ve ne dilekleri varsa yerine geldiği tecrübe edilmiştir.” (Kastallânî, Mevâhib-i Ledünniye, I, 147-148, Beyrut 2004)

Her vesileyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmanın ne büyük bir nimet olduğunu tefekkür ve idrâk etmeye gayret etmemiz gerekir. Velâdet kandilleri de bunun güzîde bir vesilesidir.

O GECE Kİ DOĞDU, OL HAYRU’L-BEŞER…

Mü’minler; her vesileyle olduğu gibi, Rabîulevvel ayının teşrîfi ve Velâdet Kandili vesilesiyle de, Allah Rasûlü’nün ümmeti olmanın sevincini yaşamalıdır, bu nimetin şükrünü edâ etme gayretinde olmalıdır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmet olmak öyle bir sevinçtir ki; bize bütün dünyevî çile ve sıkıntıları unutturmalıdır. Şöyle bir misal verelim:

Trilyonları olan bir kimse, yolda giderken on lira düşürüp kaybetse dönüp ona üzülür mü? O büyük servetin karşısında on liranın ne hükmü olur?

Biz de, başımıza dünyevî bir sıkıntı veya musîbet geldiği zaman; Allâh’a kul, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmanın bizim için en muhteşem zenginlik, en büyük saâdet ve bahtiyarlık olduğunu düşünüp sabretmeliyiz. Çileler bizim için son derece hafif gelmeli.

Rasûlullâh’ın ashâbı arasında fakiri vardı, hastası vardı, dertlisi vardı, mahrumlar ve kimsesizler vardı. Fakat hepsi de Rasûlullah Efendimiz’in etrafında pervâne olmanın huzuru içindeydi.

Sayısız misallerden biri:

Ensardan Sümeyrâ Hatun Uhud Harbi’nin neticesinde beş şehâdet haberi almıştı:

“–İki oğlun, baban, kocan ve kardeşin şehîd oldu!” dediler. Fakat o mübârek hanım; bunlara hiç aldırış etmiyor, yanar-yakılırcasına O’nu soruyordu:

“–O’na bir şey oldu mu? O’na bir şey oldu mu?”

Sahâbe-i kiram;

“–Allâh’a hamd olsun ki Allah Rasûlü’nün durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.

Sümeyrâ Hatun;

“–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh’ın Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi. Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Sahâbe-i kiram O’nunla beraber olmanın mânevî lezzeti ile yaşadı. Bütün gayeleri de esas hayat olan âhirette O’nunla beraber olabilmekti. Bu sebeple en çok üzerinde durdukları müjde-i Peygamber;

Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfiydi.

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere müstesnâ lütuf ve ihsânı olan Efendimiz’e ümmet olmanın sevinciyle, dünyevî hüzünlerimizi bertaraf edeceğiz.

Bu sevinçle, Efendimiz’in doğduğu ayda;

•Sadakalar vermelidir,

•Bilhassa fakir-fukarâya ikramlarda bulunmalıdır,

•Hediyeleşmelidir,

•Rasûlullah Efendimiz’in hayatını öğretmek, O’nu sevdirmek ve insanlığa doğru bir şekilde tanıtmak için bu vesileler fırsat ittihâz edilmelidir.

Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetiyle önce kendi kalplerimizi doldurmaya ve bunun ardından da bu muhabbeti ümmete tevzî etmeye gayret etmeliyiz.

Velâdet Kandili, anne-babalar için de mühim bir imkândır.

Kandillerde evlâtlarımıza hediyeler almak, o güne mahsus ikramlarda bulunmak; evlâtlarımızı, yaşadığımız muhitteki Eyüp Sultan, Emir Sultan, Hacı Bayram ve benzeri feyizli mekânlara ziyaretlere götürmek, mânevî heyecanı ve muhabbeti onların temiz kalplerine Allâh’ın izni ve keremiyle aşılayacaktır. Küçük yaşlardan itibaren gönüllerine bu ulvî muhabbetin nakşedilmesi, âdetâ taşa işlenen nakışlar gibi kalıcı olacaktır.

Bugün yüreği şefkatle çarpan, merhamet sahibi sâlih ve sâliha anne-babaların en mühim vazifesi; evlâtları, Kur’ân ve Sünnet’e ittibâ hâlinde yetiştirmektir. Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakmaktır. Evlâtlarımızın gönüllerini Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle doldurmaktır.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin:

•Peygamber sevgisi,

•Ehl-i beyt sevgisi ve

•Kur’ân kıraati…” (Münâvî, I, 226)

Rabîulevvel ayının bu şuurla ihyâsı, Peygamber Efendimiz’e olan yakınlığımızın bir nişânesidir.

Ashâb-ı kirâmın, ümmet-i Muhammed’in ve milletimizin şanlı tarihi, Peygamber muhabbetinin eşsiz tezâhürleriyle doludur.

BAŞKA NEYİ GÖREYİM Kİ!

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ukbâ âlemine irtihâl ettiği haberini aldığında Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- aşk ile candan bir şekilde şöyle dedi:

“–Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberim’den sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..”

Bu sahâbî, âmâ olduktan sonra kendisini tesellî etmek için gelenlere de şöyle demiştir:

“–Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra dünyanın en güzel ceylânlarının gözüne sahip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa‘d, II, 313)

Ashâb-ı kiram, Peygamberimiz’e muhteşem bir muhabbet ve sadâkat ile bağlıydı.

Hazret-i Enes, her rüyasında Efendimiz’i görüyor ve;

“«–Yâ Rasûlâllah! Küçük hizmetçin geldi!» diyeceğim.” buyurarak O’na kavuşacağı günü hasretle bekliyordu.

Hazret-i Bilâl, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra bir daha ezan okuyamadı. Çünkü mihrapta O’nu göremeyince çok duygulanıyor ve dizlerinin bağı çözülüyordu.

Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında o da nice sahâbîler gibi, Medine’den ayrılarak cihâda ve tebliğe koştu. Şam’da müslümanlar Bilâl -radıyallâhu anh-’ın ezan okuması için halîfenin aracı olmasını istediler. Hazret-i Ömer’in isteği üzerine Bilâl bir defa ezan okudu. (Zehebî, Siyer, I, 357)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zamanını hatırlayan müslümanlar gözyaşlarına boğuldular.

Hazret-i Bilâl vefâtı esnasında;

“–Yarın inşâallah sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’a ve arkadaşlarına kavuşacağım.” dedi.

Bunun üzerine hanımı;

“–Vâh başıma gelenlere!” diye ağlamaya başladı.

Gönlü hasretle dolu Peygamber âşığı Bilâl -radıyallâhu anh- da;

“–Âh ne güzel, ne hoş!” diyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)

TEBERRÜK COŞKUSU

Rivâyet olunduğuna göre;

Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük Savaşı’nda sarığını kaybetmişti. Askerlerine sarığın bulunmasını emretti. Lâkin bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar aramalarını emretti. Sonunda sarığı buldular. Baktılar ki gayet eski bir sarık! Bu eski sarık için Hâlid -radıyallâhu anh-’ın bu kadar ısrar etmesine hayret ettiler. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh-, şu îzahta bulundu:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- saçlarını kestirmişti. Ashab, o saçları kapıştılar. Ben de saçından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum.

Bu benim için öyle bir bereket oldu ki; onunla girdiğim bütün savaşlar, za­ferle neticelendi.

Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetimdir.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 349)

Rasûlullah Efendimiz tarafından «Seyfullah / Allâh’ın kılıcı» diye medh u senâ edilen Hâlid -radıyallâhu anh-, zaferlerini bu mübârek saçlara izâfe ederek;

“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” derdi. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gābe, II, 111)

İbn-i Sîrîn -rahmetullâhi aleyh- anlatır:

“Tâbiîn’in büyüklerinden Abîde es-Selmânî’ye;

«–Bizde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in saçından var. Onu Enes’in annesinden veya ehlinden temin etmiştik.» dedim.

Büyük bir heyecanla;

«–Vallâhi bende O’nun bir tek saçının bulunması, benim için dünya ve içindekilerden daha sevimli ve kıymetlidir.» dedi.” (Buhârî, Vudû, 33)

İşte bu muhabbetle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den muazzez bir hâtıra olarak bizlere ulaşan saç ve sakallarının mübârek telleri, «sakal-ı şerîf» adı ile cami minberlerinde ipek bohçalarda saklanarak asırlardan beri kandil gecelerinde salât ü selâmlarla ziyaret edilmekte ve muhabbete vesile olmaktadır.

HUSÛSÎ TEZÂHÜRLER

Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşını geçince;

“–Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hakk’a irtihâl ettiği yaşa geldim. Artık yeryüzünde dolaşamam!” demiş, yerin altında, bir mahzen mâhiyetindeki çilehânesinde ikāmet ederek irşâdına devam etmiştir.

Muhammedî sevdanın en büyük alâmeti, O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tam ittibâdır.

Büyük hadis âlimi İmam Nevevî; Allah Rasûlü’nün karpuzu nasıl yediğini tespit edemediği için, karpuz yemek ona tatlı gelmemiş, rivâyete göre hiç karpuz yiyememiştir.

Bunlar gönlü saran muhabbetin yanık, husûsî ve ferdî tezâhürleridir. Başkalarının bunları rastgele taklidi doğru olmaz. Yani o hissiyat içinde olmayanların bu muhabbeti duymadan taklide kalkışması sadece şeklî bir çerçevede kalır ki, doğru değildir.

Peygamberimiz’e muhabbetin içtimâî tezâhürleri de çoktur.

Milletimiz, askerinin ismini «Mehmetçik» koydu, yani «küçük birer Muhammed» olarak, Rasûlullah Efendimiz’e imtisâl etmesini ve O’nu temsil etmesini arzu etti. Nitekim askeriyeyi de «Peygamber Ocağı» diye isimlendirdi.

Osmanlı’da Mevlid Kandilleri apayrı bir ihtişam içinde idrâk edilmiştir.

•Efendimiz’e ait bir sakal-ı şerîf,

•Medîne-i Münevvere’den hurma,

•Mekke-i Mükerreme’den zemzem getirilir, Efendimiz’in hâtıralarından teberrük coşkusu içinde o kandiller ihyâ edilirdi.

Mevlid-i şerîfin, Rasûlullah Efendimiz’in dünyayı teşriflerini tasvir eden velâdet bahrinde, bütün cemaat hürmeten ayağa kalkar, âdetâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o an teşrîf ediyormuşçasına bir vecd içinde hep birlikte salât ü selâmlar okunurdu.

Rasûlullah Efendimiz’in mübârek ismi anıldığında mutlaka salât ü selâm ile beraber eli kalbin üzerine hürmetle götürmek de Osmanlı muhabbet ve edebinden bir tezâhür idi.

OSMANLI’NIN SIRRI

Cihan tarihinde, Osmanlı kadar uzun ömürlü bir devlet gelmemiştir. Tarihçiler buna mânevî sebepler aramışlar ve şu iki husûsa dikkat çekmişlerdir:

Biri; Osman Gazi’nin misafir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin edeben ayağını uzatıp yatmamasıdır.

Diğeri de; Yavuz Sultan Selim Hân’ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tayin ederek, onların başında asırlarca sürecek bir sûrette, kesintisiz olarak Kur’ân-ı Kerîm okutmasıdır. Ki, rivâyete göre bu hâfızlardan biri de kendisi olmuştur.

Hâsılı diyebiliriz ki;

Osmanlı; Kur’ân’a hürmet temelinde kurulmuş, Kur’ân ve Rasûlullah Efendimiz’in emânetlerine riâyet ile yükselmiş ve kıtalara yayılmıştır.

Yani Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’ın zaferleri nasıl Rasûlullah Efendimiz’e hürmet ve muhabbetin meyveleri ise, Osmanlı’nın zaferleri de Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâın bereketli semeresidir.

Demek ki;

Fertte, ailede ve millette Rasûlullah Efendimiz’e ne kadar muhabbet, hürmet ve ittibâ şuuru varsa, bu güzel kıvam o ferdin, ailenin ve milletin muvaffakiyetine ve fazîletine medâr olur.

Osmanlı’da bu hürmet ve muhabbet, sadece mühür tutan elleri değil, kalem tutan âlimleri, edipleri ve onları dinleyen bütün halkı kuşatmıştı.

KALBÎ DUYGULARIN İFADESİ

Tarihimizde her vesileyle en çok okunan ve dinlenen eserler, Rasûlullah Efendimiz’in mevlidi, mîrâciyyesi ve hilyesi gibi eserler oldu. Dünyanın en mânevî, rûhânî, derin ve lirik edebiyatı bu bakımdan Türk edebiyatıdır.

Bir misal olarak Fuzûlî; Rasûlullah Efendimiz’in aşkıyla öyle doldu ki, nereye baksa her şey ona Peygamberimiz’i hatırlatıyordu. Çağıldayarak akan Dicle’ye baktı ve şöyle dedi:

Hâk-i pâyine yetem der, ömrlerdir muttasıl,
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su…

“(O rahmet Peygamberi’nin) ayağının (değdiği, gezip dolaştığı, mübârek) toprağına ulaşayım diye, su(lar), hiç durmadan ömürler boyu baş(lar)ını taştan taşa vurarak, (Mecnun gibi) âvâre (ve meclûb bir şekilde) akmaktadır.”

Fuzûlî’nin aşk-ı Peygamber’i aksettiren şu beyti de ne kadar içlidir:

Gül-i ruhsârına karşı, gözümden kanlu akar su,
Habîbim fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı?

“Senin nur menbaı gül çehreni görebilmek iştiyâkıyla gözümden kanlı yaşlar dökülmektedir. Ey candan sevdiğim Efendim, akarsular nasıl bulanmasın ki, bu gül mevsimidir.”

M. Es‘ad Erbilî Hazretleri; Rasûlullah Efendimiz’e olan yanık muhabbetini, her tarafı saran bir sevda ateşi hâlinde ifade eder:

Tecellâ-yı cemâlinden, Habîbim, nevbahâr âteş,
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

Yani kış mevsiminde âdetâ ölü hâle gelen toprağı, ısıtıp yeşerten bahar mevsimi, hayâtiyetini, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, feyz-i Muhammedî’den almaktadır. Güller ve sümbüller o aşk ile açılmakta, toprak ve hattâ dikenler bile o cemâlin tecellîsiyle hayat bulmaktadır.

MEDİNE’YE ve MEDİNELİYE HÜRMET

Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbet; O’nun nurlu şehrine, hattâ o şehrin asırlar sonraki sâkinlerine bile hürmet ve muhabbet göstermeye vesile olmuştur:

Osmanlı, Hicâz’a Surre Alayları gönderirdi. Yani Semt-i Yâr’e / Hakk’ın Habîbi’nin şehirlerine hediyeler, ihsanlar ve yardımlar ulaştırırlardı. Surre Alayı öyle mâneviyat ve rûhâniyetle hareket ederdi ki; vardıklarında Medîne-i Münevvere’ye girmeden evvel bir yerde konaklar, orada guslederler, istihârede bulunurlar, Efendimiz’den cevap geldikten sonra salevât ile mübârek şehre girebilirlerdi.

O mübârek beldeden gelen mektuplara da; «Onları gönderenler Rasûlullah Efendimiz’in hürmete lâyık komşularıdır.» diye muazzam bir hürmet gösterilirdi. Hiçbir Osmanlı padişahı; Medîne-i Münevvere’den gelen mektubu oturarak dinlememiş, ayağa kalkarak geldiği beldeye hürmet göstermişti.

Hattâ bir gün Abdülaziz Hân’a, hasta yatağında mektuplar arz ediliyordu. Sıradaki mektubun Medine’den geldiğini öğrenince, kollarına girilmesini ve ayağa kaldırılmasını istedi ve hasta hâline rağmen mektubu yatarak dinlemedi.

Yavuz Sultan Selim Han, Şam ve Mısır mıntıkasını zaptedip hilâfeti devraldıktan sonra Melik Müeyyed Câmii’nde okunan hutbede hatip kendisinden;

«Hâkimü’l-Harameyn / Mekke ve Medine’nin hâkimi» diye bahsetti. Yavuz ise derhâl müdahale ederek;

“–Hayır, hayır! Bilâkis hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn / iki şerefli belde olan Mekke ve Medine’nin hizmetkârı!” diye hatibi tashih etti.

Osmanlı; sâir şehirlere vâli tayin ettiği hâlde, Medîne-i Münevvere’ye gönderdiği vazifeliye; vâli değil «Muhafız» ismini verirdi.

BAŞIMIZIN ÜSTÜNE

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde yetişen Sultan I. Ahmed Han da Habîb-i Ekrem Efendimiz’in yanık sevdalılarındandı.

O, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izlerini bir maket hâlinde sarığında taşımış ve bunu yapma gayesini şöyle dile getirmiştir:

N’ola tâcım gibi bâşımda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ, durma, yüzün sür kademine o Gül’ün!..

Bu muhabbet dolu davranış;

“Allah Rasûlü’nün her emri, her arzusu ve her sünneti, ale’r-ra’si ve’l-ayn / başımın, gözümün üstündedir.” mânâsına gelmektedir.

Yine o Peygamber âşığı Sultan;

“Rasûlullâh’ın mescidindeki kandillerde zeytinyağının yanması muvâfık değildir. (Temsilen güllerin şâhı olan Efendimiz’in Ravza’sına gülyağı yakışır!)” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gülyağı vakfetmiştir.

Medîne-i Münevvere’ye ulaşan Hicaz Demiryolu’nu inşâ eden ecdâdımız; Medine İstasyonu’nu Ravza’dan iki kilometre öteye yaptırdı ki, dünya telâşı huzûr-i Rasûlullâh’ı bîzâr etmesin.

Yine Ravza’da tamirat yapıldığı zaman; çekiçlere keçe sarıldı ki, Efendimiz’in rûhâniyetine bir rahatsızlık verilmesin.

O muhabbetin en yanık temsilcilerinden biri de Yaman Dede idi.

Yaman Dede; Galata Mevlevîhânesi’ne giderken yolda duvara yaslanmış, mecalsiz ve tâkatsiz bir vaziyette iken kendisine bir talebesi denk gelir. Der ki:

“‒Hocam, herhâlde hastasınız. Sizi doktora götürmemi ister misiniz?”

Yaman Dede, derin bakışlarını talebesine çevirir:

“‒Hayır evlâdım, hasta değilim. Sadece hatrıma Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. O’nun muazzam ve mûtenâ hâl ve şahsiyetini düşündükçe, dehşete gelip kendimi kaybediyorum, O’nu idrak husûsunda tâkatim kesiliyor. Ayakta duracak mecâlim kalmıyor. Hâlsiz ve perişan düşüyorum.”

Hakikaten, Rasûlullah Efendimiz’in hakikatini idrâk edebilmek hiç kimsenin tâkatine sığmaz. Zira bu, engin bir deryâyı küçücük bir bardağa sığdırmaya kalkmak demektir.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, bir seriyye esnasında müslüman bir aşîretin yanında konaklamıştı. Aşîret reisi ona;

“–Bize Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlatır mısınız?” dedi.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-;

“–Allah Rasûlü’nün o ebedî güzelliklerini anlatmaya gücüm yetmez. Tafsilâtıyla anlatmamı istersen bu mümkün değil!” dedi.

Reis;

“–Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve öz olarak tarif et!” deyince Hazret-i Hâlid şu karşılığı verdi:

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur!.. (Gönderen, Âlemlerin Rabbi, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderilenin şânını var sen hesâb et!)” (Münâvî, V, 92/6478)

Bizler aczimiz ölçüsünde; O’nu anlamaya ve O’nun sünnetine ittibâ etmeye gayret etmeliyiz. O’nun rûhânî dokusundan hisse almaya çalışmalıyız.

O’na ümmet olabilmek, bizim için en büyük bahtiyarlıktır. Îmanla beraber, Rabbimiz’in bize lutfeylediği en büyük, en kıymetli nimettir.

Bu nimetin şükrü ise, O’na ittibâ edebilmektir. O’nun emâneti olan Kur’ân ve Sünnet’i yaşayarak ve yaşatarak muhafaza etmeye bütün imkânlarımızı ve gayretlerimizi sarf etmektir.

Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin.

Cenâb-ı Hak, Zâtına hakkıyla kul ve Habîbi’ne hakkıyla ümmet olabilme yolunda gayret edenlerden eylesin!..

Kalplerimize muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah’tan nasipler lutfeylesin!..

Âmîn!..