KAZANANLARIN MASASI

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Bir masa… Masanın etrafında dört iskemle… İskemlelerin biri boş. Diğer üçünde de henüz yirmili yaşlarına yeni basmış gençler oturmakta.

Masa, neredeyse dumandan seçilemiyor. Fakat el hareketleriyle göz önündeki dumanlar sağa-sola dağıtılırsa, belki masadakiler belli olabilir. Yan yatmış içki şişeleri, dibinde sigara küllerinin yüzdüğü pis kadehler, yumruk içinde buruşturulup fırlatılmış sigara paketleri…

Bu masa, belki ufacık yuvarlak bir masaydı. Ancak dedikodu, gıybet ve hakaretler diz boyu idi. Öyle ki boş olan iskemlede âdeta bütün muhabbetin kontrolünü elinde tutan şeytan oturuyormuşçasına; ne fısıldarsa kulaklarına gençlerin ağızlarından o kelimeler dökülüveriyordu.

Derken üç arkadaştan biri ayağa kalktı. Elini cebindeki telefonuna uzattı. Usulca çıkardı. Havalı gözükmeye çalışarak bir çırpıda kamerayı açtı. Bir yandan gülüyor bir yandan da fotoğraf titrek çıkmasın diye özel uğraş veriyordu.

Birkaç poz denemesinden sonra nihayet fotoğrafı çekebildi. Artık üç arkadaşın son derece zevk aldığı bu ortam, birkaç efekt düzenlemesinden sonra sosyal medyada paylaşılabilecekti.

Efektler yapıldı, etiketlemeler tamamlandı. Birkaç not da ilâve yazılarak bu masa «Kazananların Masası» başlığıyla eşin dostun beğenisine sunuldu.

Peki ya niçin bu başlık tercih edilmişti?

Cevabı bulmak için, başlığın altındaki şu îmâlı notu da okumak îcap ediyor:

“Anne, baba kusura bakmayın ama artık eski evlâdınız yok!”

Bu masa, esasında kaybedenlerin masasıydı… Ahlâkını ve hassâsiyetlerini kaybedenlerin masası. En çok da vefâsını kaybedenlerin…

Çünkü;

Masadakilerin hepsi, özellikle fotoğrafı çeken ve îmâlı bir şekilde ebeveynlerinden özür dilemek sûretiyle âdeta onlarla alay eden genç; esasında aileleri tarafından ihtimamla yetiştirilmiş, edepli, ahlâklı ve topluma faydalı birer fert olmaları için emek verilmiş kimselerdi.

Fakat;

Üniversite okumak için gittikleri farklı şehirde takılmış oldukları ortamlar, kapılmış oldukları akımlar, sarılmış oldukları menfî arzular; mâneviyatlarını yıpratmıştı. Bu yıpranma sonucu akılları, mantıkları ve hattâ kalpleri de nefislerinin esâretinde sarhoş oldu.

Nasıl ki sarhoş biri, şuurunun kontrolünü kaybederse; bu gençler de aynı o şekilde akıllarının ve kalplerinin kontrolünü nefislerine kaptırdılar ve kaybettiler. Nefsâniyetleri adına zaferler elde ettiklerini düşünürlerken; rûhâniyetlerinde de kaybedişler peşi sıra diziliverdi:

Kazandıklarını zannettikleri masalarda; gaflet dolu, ruhsuz, doyumsuz, mâneviyatsız, hesapsız ve geçici hazlardan ibaret bir hayata ulaşmayı çıkar olarak görürken; insanlıklarını kaybettiler.

Aile bağlarından sıyrılmayı özgürlük olarak addederken; aile huzurlarını kaybettiler.

En rezil ortamları ve oralarda kullanılan argo dilleri bilmeyi kazanç olarak değerlendirirken; hâfızaları zarar gördü. Nihayetinde eski bildiklerini de unutmaya başladılar. Sonra hatırlayamaz oldular. Hatırlayamayınca sadâkatlerini kaybettiler. Sadâkat de kalmayınca zerre vefâdan eser kalmadı.

Hâlbuki vefâ, unutmamaktır. Hatırlamaktır. Sadâkat göstermektir. Sözünde durmaktır.

İşte bu yüzden o masa, kazananların değil kaybedenlerin masasıdır.

Bu hâdise yaşanmış bir hâdise. Ve bunun gibi sayısız örneklerin varlığı maalesef inkâr edilemez bir gerçek. Toplum olarak bu konunun önüne geçmek ve tedbirli olmak zorundayız.

Çünkü bu masalar asla masal değiller. Hânelerde, okullarda, sokaklarda, kafelerde, sahil kenarlarında vs. ülkemizin her bir yerinde karşılaşabildiğimiz acı gerçekler bunlar.

Islahı için seferber olmalıyız. Peki ama nasıl?

Bakınız, vefâ duygusuna sahip olmayan kimseler; ancak kendini, zevkini ve menfaatini düşünen bencil kimseler hâline gelirler. Vefâ da menfaatten vazgeçmeyi ve fedâkâr olmayı gerekli kılar. Bu sebeple kim ki menfaatinden vazgeçemez, vefâdan vazgeçmiş demektir.

Ne yazık ki hemen hepimizin duyduğu; «Vefâ, artık İstanbul’da bir semt adı olmaktan başka bir şey değil!» ifadesinin yegâne sebebi de işte bu; çağımızdaki çıkar odaklı yaşayış tarzından vazgeçemeyişimizdir.

Bu yüzden;

İşe, önceliklerimizi doğru tayin ederek başlamalıyız. Meselâ kendi nefsimiz hiçbir vakit önceliğimiz olmamalı. Bunu da ancak, en başta Rabbimiz’e verdiğimiz söze sâdık kalarak ve dînimizin îcaplarını yerine getirerek sağlayabiliriz.

Çünkü İslâm dîninin asıl gayesi insanı ihyâ etmektir. Bunun için de bizleri her vesileyle, önce doğru bir inanca, akabinde de en güzel davranışlar ve fazîletli hasletlere yönlendirir.

Dolayısıyla;

Elest bezminde verdiğimiz sözü asla hatırımızdan çıkarmaz ve her dâim İslâm üzere yaşayabilirsek, en güzel ahlâka erişebiliriz. Bunu toplum bazında da başarabilirsek; o vakit, dem vurduğumuz olumsuz manzaralar her geçen gün daha da azalır.

Öte yandan unutmamalıyız:

Her iş bir kılavuz eşliğinde öğrenilir. Bu mevzuda da rehberimiz, her mevzuda bize örnek olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Nitekim dîni en güzel yaşayan O idi. En güzel ve en yüce ahlâka da O sahipti. Bütün fazîletler O’nda kemal bulmuştu. Vefâ da öyle. Eşi Hazret-i Hatice’ye, amcasının hanımı Fâtıma Hatun’a, sütannesine, sütkardeşine ve daha nicelerine olan vefâları bize en güzel örnek. Hattâ müşrik olan Mut‘im bin Adiyy’e bile vefâ göstermesi bizim için çok şeyler anlatıyor.

Hâsılı;

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izinde olur ve O’nun ahlâkından hisseler alabilirsek; menfaatperest dünyanın, çıkar peşinde koşturan figürleri olmaktan kurtuluruz. Menfaatlerimizden vazgeçebildiğimiz ölçüde de vefâya sarılabilir, toplum olarak bu yaramızı tedavi edebilir ve Hakk’a verdiğimiz sözümüzü tutabiliriz.

Aksi hâlde Cenâb-ı Hakk’ın îkazı çok büyük:

“Allâh’a verdikleri sözleri ve ettikleri yeminleri önemsiz bir dünya menfaatine satanlar var ya;

İşte onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Allah kıyâmet günü;

– Onlarla konuşmayacak,

– Onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve

– Onları temize çıkarmayacaktır.

Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 77)

Fakat menfaatlerimizden vazgeçip vefâda sebat edebilirsek, bu kez de müjde var:

“Allâh’a verdiğiniz sözü, karşılığında ne alsanız az düşecek bir bedele satmayın!

Eğer bilirseniz, ancak Allah katında ahde vefâya verilecek mükâfat, sizin için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 95)

Öyleyse ne olursa olsun, geçici dünya menfaatleri karşısında her zaman Hak katındaki mükâfatlara talip olalım.

Böylelikle bu dünyada oturduğumuz bütün masalar da hakikî ve ebedî «kazananların masası» olsun.