Âlemlere Rahmet; PEYGAMBER EFENDİMİZ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Hesaba gelmez ilâhî ihsanlara mazhar olan insanın, «Ezel Bezmi»nde söz de vermiş olmasına rağmen; bütün lütufları unutup ahdine vefâ göstermemesi, üstelik kendisine ihsan buyurulan nimetler sebebiyle kendisinde bir güç vehmedip, bu ihsanları kendinden zannetmesi, emânete hıyânet etmesi nasıl îzah edilebilir? İşte bu nankörlük, «zulüm ve cehâlet»in ta kendisi demektir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de de bu nankörlüğe karşı;

“Ey insan! Seni yaratıp, seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6, 7, 8) ifadesiyle îkaz buyurulur. Sahip olunan imkânlar ve yaşanılan şartlar çerçevesinde, her ne kadar mantıken, melek-haslet bir şahsiyet kazanılması îcap ediyorsa da; gidişât menfî neticelerle tecellî etmiş; cemiyetler câhiliyye karanlıklarında hüsranlara dûçâr olmuşlardır. İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif ERSOY; zulümât içinde kıvranan câhiliyye cemiyetini şöyle vasfediyor:

Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.

Bütün bunlara rağmen, Allah Teâlâ; sonsuz rahmetiyle insanlığa, tarihin akışını değiştiren bir lütufla, son bir din ve peygamberle ihsanda bulunmuştur. Bu ilâhî tasarruf, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade buyuruluyor:

“…Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz istirahat hâlinde iken, ilâhî elçilik vazifesinin başladığını bildiren;

“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk ve (insanları) uyar!” (el-Müddessir, 1-2) âyetlerinin inmesiyle kalkıp hemen tebliğe başlamıştır. Bu tâlim ve terbiye faaliyeti, gece ve gündüz hiç kesilmeden, her hâliyle ve her an kaydıyla son nefeslerine kadar devam etmiştir. Bu öyle tesirli, bereketli, feyizli bir ruh inkılâbına vesile olmuştur ki; taş yürekli pek çok insan, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le aynîleşme gayreti ile gözü yaşlı, karıncayı incitmekten korkan, melek-haslet bir şahsiyet kazanarak, sonraki nesiller için nümûne-i imtisal teşkil etmiştir. Müşriklerin zulmü karşısında Habeşistan’a sığınan bir kısım müslümanların sözcüsü olan Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- Hazretleri; Kral Necâşî’ye, Âlemlere Rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cemiyeti yeniden inşâ etmesini şöyle tasvir ediyor:

“–Ey Emîr! Biz câhil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye ta­pardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâ­izcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı ve bir kadının birkaç erkekle münasebetteki iffetsizliğini hoş görürdük. Akrabamıza karşı vazifelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanı­mazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda; hak nedir, bilinmezdi.

Allah Teâlâ bizlere merhamet etti ve bizim ıslahımızı diledi de, içimizden bir Peygamber gön­derdi. O Peygamber, asil bir soydan ve temiz bir kabîledendir. Kendisini «el-Emîn» diye isimlendirmiştik. O bizi Allâh’ın birliğine çağırdı. O’na ibâdet etmeyi öğretti. Dedelerimizin putla­rından kurtardı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Kan dökmeyi, kumar oynamayı, iç­kiyi, fâizi, yalancılığı, yetimlerin mallarına dokunmayı yasakladı. Bize hep iyilikleri tâ­lim buyurdu. Doğruluğu, sözünde durmayı, komşu ve akrabaya iyi muâmele etmeyi, kadınların şerefini, kız çocuklarının hayatını kurtarmayı emretti. Bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete kavuşturdu. İyi bir insan olmamızı sağladı. Biz de kendisine inandık. O’nun yo­lunda yürüyoruz. Bu sebeple Kureyşlilerin düşmanlığını kazandık. Çeşitli işkencelere uğradık. Fakat işkenceler dayanılmaz hâle gelince, dînimizden de dönmek istemediğimiz için Peygamberimiz’den izin alarak hükümdarlar arasından sizi tercih ettik ve ülkenize geldik. Yurdunuzda zulme uğramayacağımızı umarak himayenize sığındık!..”*

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, emsalsiz bir gayretle yürüttüğü tâlim ve terbiye vetîresinde, yine emsâli olmayan bir kemâlâtla, «her biri gökteki yıldızlar» vasfı kazanan ashâb-ı kiram hazerâtı ile doğan «Asr-ı Saâdet» cemiyeti, insanlık için muhteşem bir nümûne teşkil etmiştir. Selef-i sâlihîn hazerâtı ve onların izinden giden sonraki nesillerce, hâle hâle kıtalara ve asırlara yayılan bu rahmet iklimi ile insanlık, müstesnâ bir medeniyete şâhit olmuştur. Dünya «karanlık devir» diye tavsif edilen Orta Çağ’ı yaşarken; bu medeniyetin ulaştığı coğrafya, gözleri kamaştıran aydınlığı, nûrâniyeti ile tarihteki yerini almıştır. Bu fevkalâde keskin fark, İslâm dîninin son din; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de son Peygamber olduğunun bâriz delillerinden birisidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de, bu hususta;

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85) buyurulmaktadır. Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Mekke’nin fethi gününde;

Hak geldi, bâtıl yok oldu…(Buhârî, Mezâlim, 32) buyurarak, Kâbe’deki putları devirmeye başlaması da buna bir işarettir.

Muazzez dînimiz «Kur’ân ve Sünnet»le kāimdir. Bu hususla alâkalı olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3) buyurur.

Şanlı medeniyetimiz bu mukaddes mihverle neşv ü nemâ bulmuş; asırları rahmet iklimiyle kuşatarak tarihe altın sayfalarla geçmiştir. Ancak, Osmanlı cihan devletinin «durdurulup» tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, haçlı zihniyeti ve dünyayı sömürme ihtirasıyla vücut bulan milletlerarası «şer ittifakı», her türlü imkânı kullanarak bu bütünlüğü bozmak üzerine teksif olmuştur. Epey merhale katedilen bu bozguncu faaliyet, günümüzde de bütün şiddetiyle devam etmektedir. Tamamen gayr-i ahlâkî usûllerle yürütülen bu fitne-fesatçılıkla, Allah Teâlâ’nın tayin buyurduğu yüce Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, -hâşâ- yok sayıp; O’nun yerine geçerek, Kur’ân’ı keyfine göre tefsir etme ihâneti bahis mevzuudur.

Ancak farkına varılamayan husus, Allah Teâlâ’nın;

“Onlar, ağızlarıyla Allâh’ın nûrunu söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki Allah, kendi nûrunu (bizzat) tamamlayıcıdır, kâfirler hoş görmese de.” (es-Saff, 8) buyurmuş olmasıdır. Asırlar sonra dünyamız tekrar bir câhiliyyeye, daha doğrusu «modern câhiliyye»ye dûçâr olmuştur; üstelik daha da koyu bir zulümât içinde. Bu bataklıktan selâmete çıkmanın yolu da, insanlığın yeniden bir «Asr-ı Saâdet» meltemiyle ihyâsıdır. Bu cümleden olarak; Âlemlerin Rabbi -celle celâlühû-’nun;

“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyurduğu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kıyâmete kadar rahmet ikliminin ilâhî menbaı olarak hükmü devam edecektir. Merhum Mehmed Âkif ERSOY; bu vâkıayı şöyle terennüm ediyor:

Âlemlere, rahmetti, evet, Şer‘-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyûndur o Ma‘sûm’a bütün bir beşeriyyet…

________________________________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay. 134, İst. 1998, s. 55-56.