RASÛLULLAH (S.A.S.)’İN HİCRETİ -13-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Hicret yolcuları; Ümmü Mâbed Âtike’nin çadırı önünde kısa bir mola vermişler, kadıncağızın gözü önünde, sütü olmayan koyundan süt sağıp, hepsi kanasıya içmişlerdi.

Ümmü Mâbed, şimdiye kadar çadırının gölgesinde dinlenmekte olan bu küçük yolcu kafilesi gibi bir kafile görmemişti. Özellikle de, aralarında bulunan ve her hâliyle önde gelen, mümtaz biri olduğu anlaşılan O zâta hayranlığı, kat be kat artmıştı. Bu yüzden bir kap süt ile yetinmek istemedi. Bir şeyler ikram etmek istiyordu, ama verecek bir şeyi bulamıyordu. İşte o anda sürü ile giden koyunlardan biri çadırın önüne geldi. Sevinçle yolculara döndü:

–Şu koyunu kesip size ikram edeyim!

–Müsaaden olursa ben keseyim ey Ümmü Mâbed!

–İyi olur ey Ebûbekir.

Hazret-i Ebûbekir, arkadaşlarının yardımıyla koyunu kesip ayıklayarak kazana koydu. Kazanın altını da iyice harladıktan sonra, geçip oturdu.1

Ümmü Mâbed Âtike’nin; ilk gördüğü andan itibaren sıkı bir gözlem altına aldığı bu kafile, onu hayretten hayrete sürüklüyordu. Özellikle de her hareketine hayran kaldığı O mübârek zât, çok dikkatini çekiyordu. Tepeden tırnağa süzerek, O’ndaki sırrı çözmeye çalışıyordu.

Pişen koyunu yeme öncesinde, yemek esnasında ve yemek sonrasında yaşananlar da, bir hayli enteresan sahnelerle doluydu. Yol arkadaşlarının O zâta karşı davranışları çok hassas olduğu için, O’nun sıradan biri olmadığını anlamıştı.

Hicret yolcuları, hem güzelce dinlenmişler ve hem de yemiş içmişlerdi. Hazret-i Ebûbekir, kesilen koyunun parasını kadına verdi. Kadın parayı almak istemeyince, bu sefer de O mübârek zât (Rasûlullah -aleyhisselâm-) ısrar etti. O’nun ısrarı sebebiyle, O’nu kırmamak için parayı aldı. Aslında bu paraya da çok ihtiyaçları vardı. Fakat her şeyine hayran kaldığı bu mübârek zâttan para almak istemiyordu.

Yolcular hareket etmek üzereyken, süt sağılan koyun bile bir garip meledi! Rasûlullah -aleyhisselâm-; bu koyunu kesmemelerini, onun sürekli süt vereceğini söyledi.2 Sonra da teşekkür edip müsaade alarak yola koyuldular.3

Yolcular gideli epey olduğu hâlde, Ümmü Mâbed Âtike; yaşadığı bunca şeyler karşısında şaşkınlığı atamamıştı bir türlü. Bizzat gözleriyle görüp, yine bizzat yaşamış olmazsa inanmazdı buna! Ama görüp yaşamıştı işte!

Çadırın gölgesinde tok karınla ve rahatlamış bir hâlde oturup, bunları düşünürken; bir atlı birliğin hızla gelmekte olduğunu gördü. Gelenlerin hâli korkutucuydu. Atları o kadar yorulmuştu ki, ağızlarından köpükler saçılıyordu. Dörtnala gelir gelmez, öfkeyle sordular:

–Biz birini arıyoruz, sen O’nu gördün mü?

–Biri dediğiniz kimdir ki?

–Ebu’l-Kasım’ı arıyoruz. Kendisinin şekil ve şemâili şöyle şöyledir! Yanında da birkaç arkadaşı olacak!

Ümmü Mâbed Âtike, bunların O’nu aradıklarını anladı. O’nu çok iyi tanımış ve O’na hayran olmuş olan Ümmü Mâbed, yolcuları kurtarmak adına tanımadığını söyledi:

–Ben öyle birini bilmiyorum!

–Şuradaki koyun parçaları da ne oluyor ey kadın? Onlar buraya uğramış ve sen onlara bir şeyler ikram etmişsin! İşte biz de, O’nu soruyor ve bulmak istiyoruz!

–Ne yapacaksınız O’nu?

–Ya öldüreceğiz ya yakalayıp Mekke’ye götürerek hapsedeceğiz!

–O’nun gibi mübârek bir zâta böyle yapılır mı? Gidin benim çadırımdan, çabuk çıkıp gidin buradan; çabuk!

Zaman kaybetmek istemeyen müşrikler, Ümmü Mâbed Âtike’ye sertçe çıkışıp bağırarak, aceleyle izler boyunca at sürdüler, hem de dörtnala!

Ümmü Mâbed Âtike de, arkalarından belli belirsiz bağırdı:

–O’na yetişirseniz tâbî olun! Sakın bir delilik yapmayın! Yoksa perişan olursunuz! Hem bir şey de yapamazsınız ya zaten!4

Her yönleriyle uğurlu insanlardan sonra, bu uğursuzlar gelmiş, Ümmü Mâbed Âtike’nin moralini bozmuşlardı. Ortalığı toza toprağa katıp giden bu nasipsizlerin ardından baktı bir süre; «Öylesine büyük bir zâta yetişip, O’na herhangi bir zarar vermeleri mümkün değil.» diye düşündü. Sonra da, yaşadığı o enteresan hâdiselere dalıp gitti.

Akşamüstü de Ebû Mâbed göründü. Ebû Mâbed Eksem bin Cevn; neredeyse iliği bile boşalmış gibi zayıf ve cılız keçilerini önüne katarak, çadırına doğru geliyordu. Keçiler o kadar zayıf ve çelimsizdiler ki, sallanarak ancak yürüyebiliyorlardı. Onun da çok acıktığı her hâlinden belli oluyordu. Çadırın önünde bekleyen hanımı ile beraber, keçileri yerlerine yerleştirdikten sonra, çadırlarına girdiler. İçeri girer girmez, süt dolu kabı gören Ebû Mâbed şaşırdı ve sordu:

–Bu süt de neyin nesi böyle?

–Bir kap dolusu süt işte, görmüyor musun?

–Süt olduğunu görüyorum da; «Nereden geldi?» diye şaşırdım. Koyunlar hem kısır ve uzaktalar! Çadırda da sütü sağılır hayvan yok!

–Şu bizim arık koyun var ya!

–Öldü mü yoksa?

–Bu süt, onun sütü!

–Neredeyse ölmek üzere olan kısır bir koyunun sütü mü olurmuş Ümmü Mâbed?

–Bir de şimdi bak bakalım, ölmek üzere midir?

Hemen çıkıp o koyuna bakan Ebû Mâbed, şaşırıp kaldı. Koyunun semizleşip canlanmış olduğunu görünce, inanası gelmedi bir türlü. Bunun o koyun olduğuna inanamadığı için defalarca inceleyip, her tarafına çok dikkatli bir şekilde baktı. Altından çıkamayınca sordu:

–Bu koyun, o koyun mu ey Ümmü Mâbed?

–Evet ey Ebû Mâbed, bu koyun o koyun!

–Ama nasıl olur!

–Görüyorsun işte!

–Ne oldu ki, bizim bu cılız koyun böyle etli butlu oldu?

–Hele şu sütü bir içip kendine gel de, her bir şeyi anlatacağım sana.

Hanımının verdiği süt kabını alıp, kana kana içtikten sonra, bir tarafa oturup, nelerin olup bittiğini anlatmasını istedi.

Ümmü Mâbed Âtike; yeniden O’na bakıp görüyormuş gibi, yaşadığı o büyük olayı, tekrar yaşarcasına anlatmaya başladı:

Nasıl anlatılır peki? Böyle mübârek bir zât nasıl anlatılabilir?

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

___________________

1 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 8, s. 289; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 262.

2 Ümmü Mâbed Âtike’nin o mûcizeli koyunu (başka bir rivâyete göre de keçisi) çok uzun bir süre yaşadı. Hicretin 18. yılındaki kuraklığa kadar kalmış, kuraklıktan yeryüzünde az veya çok bir şey kalmamışken, onlar bu koyundan sabah-akşam süt sağıp, ihtiyaçlarını karşılamışlardı. O günden sonra 18 yıl daha yaşamıştı yani.

3 Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 245-246; Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 1, s. 334; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, c. 2, s. 228; Mustafa Âsım KÖKSAL, İslâm Tarihi, c. 2, s. 354-360.

4 Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 493; Süheylî, Ravdu’l-Unûf, c. 4, s. 225; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 191; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, c. 2, s. 225.