İLİM TAHSİLİNİN ASIL GAYESİ NEDİR?

H. Kübra ERGİN hkubraergin571@gmail.com

Dünyada çocuklara tâlim terbiye vermeyen hiçbir millet yoktur. En iptidâî bir kabîle bile çocuklara hayata dair ihtiyaç duyacağı şeyleri öğretir. Cemiyetler ilim tahsili için müesseseler kurdukça, her sahada ihtisas sahipleri yetiştirirler.

Deniliyor ki «sanayi toplumu» geride kaldı, artık dünya «bilgi toplumu»na geçti. Bilgi o kadar değerli ki; hakkımızda bilgi toplayabilmek gayesiyle, cep telefonlarımızda kullanmamız için bedava programlar sunuyorlar. Çünkü biz onu kullanırken elde ettikleri bilgi, onlara birçok kazançlar sağlıyor. Gündelik hayata dair basit veriler bile yapay zekâlar ile işlenip ihtiyaç duyanlara değerli bilgiler olarak satılabiliyor. Bu taktiklerle siyaset dizayn edilebiliyor. Bilhassa genç zihinler kolayca manipüle edilebiliyor.

Bedava paylaşılan bilgi de en temel manipülâsyon aracı. Meselâ pahalı bir deneyin, bir araştırmanın neticesi bedava paylaşılıyor. Neden? Bakıyorsunuz o deneylerin sponsoru olan firmalar, elde ettikleri bilgiler istikametinde yatırımlar yapıyorlar. İlmî veri adı altında, yapmakta oldukları yatırımın reklâmını da yapmış oluyorlar.

Kısacası bilgi artık bir silâh hâline geldi. Bu sebeple çağın silâhıyla silâhlanmak zorundayız, bilgiye hâkim olmak mecburiyetindeyiz. Zamanımızın bir cihâdı da;

«Saf bilgi gibi önümüze konulan verilerde kimin ne gibi menfaatleri olabilir?»,

«Bizi hangi yönde etkilemeye çalışıyor olabilirler?» diye araştırmak,

«Aslı var mı?»,

«Ne kadar güvenilir?», diye şüphe etmek ve îkazlarda bulunmak.

2006 yılından beri medya okuryazarlığı dersi okullarda okutuluyor ama öyle sinsi yollarla zihniyet inşâsı yapılıyor ki; bunların hızına yetişilebiliyor mu, emin değilim. Meselâ; gençlerin çok seyrettiği bir internet kanalında, alkollü içkiler hakkında bir belgesel yayınlanıyor. Bir yandan aşırı alkolün çok zararlı olabileceği anlatılıyor. Ama bir yandan da belgesel boyunca, deney adı altında bir sürü içki içiliyor. Hem de içenler arasında, hedef kitle genç öğrencilerin ve kadınların oranı daha yüksek. Sunucu ise müslüman kökenli bir İngiltere vatandaşı, ama o da şişelerce içiyor. Yani; «Müslümanlar da içebiliyor gördüğünüz gibi, ama ölçülü olmak lâzım.» fikri sinsice aşılanıyor. Eğlenceli bir sunumla, şık mekânlarla, leziz menüler eşliğinde, özendirici birçok unsurla alkollü içkilerin sinsice reklâmı yapılıyor. Bilhassa alkolün zararı hakkında bir belgesel diye, birçok müslüman genç merak edip ilgiyle seyretmiş olabilir. Çok şüpheci ve eleştirici beyinlerin, dedektif gibi sinsi oyunları incelemesi gerekiyor.

Peki sadece fark etmek, uyarmak yeterli mi? Elbette yetmez. Ama bundan da geri kalmayalım, hiç değilse.

Bu arada hiç farkına bile varmadığımız asıl zihniyet aşılaması, «dünyevîleşme.»

Dünya hayatını rahat, konforlu, sağlıklı, mutlu geçirmek tek gaye olarak gösteriliyor. Reklâmların dili, bilim veya fikir olarak sunulan sözler ve en çok da devamlı akan görüntüler zihninize maddiyatçılığı işliyor.

Beş çocuk annesi bir hâfız hanım kardeşimle dertleşiyoruz:

“–Dünyevîleşme çoluk çocuğumuzu bile öyle ele geçirmiş ki; hayatı güzel, hoşa gider şekilde yaşamak gaye hâline gelmiş. Nasıl fark edemedik?” diye esef ediyor.

Dînin uğruna, ahlâk ve mâneviyat uğruna en ufak bir sıkıntı, bir mahrumiyet, ferâgat söz konusu oldu mu isyan!

“–Evlâdım, ebedî cennet gibi bir mükâfat az mı geliyor ki şu kadarcık fedâkârlığı gözünde büyütüyorsun?” diyorsun, şaşırıp kalıyor. Yıllarca maruz kaldığı kültür mahsulleri ile iç dünyasında öyle bir zihniyet inşâ edilmiş ki her şey dünya kazançlarından ve zevklerinden ibaret gibi bakıyor.

Aslında sırf bu çağın meselesi değil, binlerce sene evvel Nemrutların, Firavunların kurduğu sistem de aynıydı. Bereketli nehirlerin etrafında kurulmuş, düzenli gıdâ istihsâli sağlayan, emniyet ve refah sunan ilk şehir devletleri… Etrafı çöllerle, dağlarla, bozkırlarla çevrili vahalar gibi. Oradaki hayatın rahatlığı ile bozkırdaki hayatın zorluğu arasında büyük bir uçurum ortaya çıkıyor.

“Derken Firavun kavmine şöyle seslendi:

«–Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi?»” (ez-Zuhruf, 51)

Firavun. Nil Nehri sayesinde elde edilen dünya refahını tuzağın yemi olarak kullanıp;

“–Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim?” (en-Nâziât, 24) diyor.

Aynı imtihan günümüzde de karşımıza çıkıyor.

Bakıyoruz gençlerimiz sosyal medya ortamlarında üretilen uydurma veya mübalâğalı haberlerle Suriyeli, Afgan mültecîler aleyhine kışkırtılıyor:

“–Onlar ucuza çalışacak, sen emeğini pahalıya satamayacaksın. Daha azına râzı olacaksın.”

Hâlbuki İbrahim -aleyhisselâm-’ın hicret sünneti bize örnek olmalı. Gerekirse coğrafyamızın fakirliğine de râzı olmalıyız, âciz ve mahrum kardeşlerimizle ekmeğimizi paylaşıp bu zorluğa da sabretmeliyiz.

Meselenin emniyet, iktisat ve dünya politikası ile alâkalı taraflarını idarecilerimiz en güzel şekilde plânlamalı, tedbirini almalı. Ancak halk, insaniyetini kaybetmemeli.

Dünyanın geçici olduğunu, îcap ettiği anda âhiret için fedâ edilebilmesi gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Hattâ mü’min Allâh’ın katındaki mükâfat ve dereceler uğruna malını, menfaatini değil canını dahî fedâ edebilmeli.

Fedâ ettiğimiz dünya nedir ki? Zaten dünyanın lezzetleri bir arada bulunmaz. Meselâ; gençlik, sıhhat, varlık ve mutluluk bir araya gelmez çoğu zaman. Gençken sıhhatlisindir, ama çalışman lâzımdır. Yaşlanınca biraz birikimin, malın olur ama artık doktorların perhiz listesine göre yiyip içmek zorundasındır. Diyelim ki, baba parasına kondun; o zaman da doyumsuzluk, boşluk ve gönül huzursuzluğu musallat olur.

Yakında bir gencin hikâyesini anlattılar, anne-babasının tek evlâdıymış. Annesi de çalışıyormuş, daireler almışlar, mal toplamışlar. Erken yaşta da vefat edip mîras olarak bırakmışlar. Fakat çocuk kaç yıldır psikiyatr kapılarında geziyor. Antidepresanlarla huzursuzluğuna şifâ arıyor. «Nasıl olsa çalışmama gerek yok.» diye internet başında zaman geçirmiş. Şimdi intihar etmesinden korkuluyor. Sorumsuz ve dengesiz hâlleri sebebiyle kimse evlendirmeye cesaret edemiyor.

Allah Teâlâ, gençlik enerjisini bir gayeye yöneltip çalışıp yorulmayı uygun görmüşse vardır bir hikmeti. Az çocuk çok mal sahibi olmak, zamanımızın modası hâline geldi ama, ne kadar doğru?

Çocuklarımıza hem nasihat olarak hem de örnek olarak öğretmemiz gereken en önemli şiârımız:

“Dünya asıl gaye değildir, âhiret için sermayedir.”

Allah -Zülcelâl- bu dünyada imtihan olarak hem mü’minlere hem kâfirlere nimet verir. Hattâ âhirette hiçbir ümidi olmayanlara, dünyada bol nimet vermektedir. Ancak bunun onlara bir faydası yoktur. Çünkü dünya ebedî âhiret hayatı yanında pek az bir nimettir.

Allah -Zülcelâl- bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Elbette Allah’tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır.” (el-En‘am, 32)

Çocuklar kendi aralarında oyun oynarken birisi kazanınca sevinir, diğeri kaybedince üzülür. Sonra bunlar evlerine dağılır giderler. Kazanan da birdir kaybeden de… Oyunu kazanmış olmasının ona hiçbir faydası olmaz.

İnsan hayatın sonunu düşünmezse bu dünya yarışına dalıp aldanır. Tıpkı çocukların kendi aralarındaki oyuna ve yarışmaya dalması yüzünden; mektebi, dersi, vazifelerini unutmaları gibi.

Allah -Zülcelâl- dünya hayatını bazı değersiz şeylere benzetiyor:

“Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışından ibarettir.” (el-Hadîd, 20)

Oyuna ancak çocuklar değer verir. Eğlenceye sadece hafif akıllı kişiler dalar. Süs, kendini beğendirmeye muhtaç zavallılar gözünde bir değer taşır. Övünmekten hoşlananlar da ahlâkî olgunluktan uzak, basit duygulara mağlûp kişilerdir. Mal ve evlât çoğaltma, akıllı kişilerin kapılmayacağı bir yarıştır. Çünkü ne dünyada ne âhirette insana faydalı mı zararlı mı olacağı bilinmez. Az bir mal ve evlât, Allâh’ın rızâsına uygun ise çok olandan daha hayırlı da olabilir. Çok malın tamamen helâlden kazanıldığı nâdirdir. Mal çokluğu, başlı başına bir imtihandır.

Allah -Zülcelâl- Kārun kıssasında, onun gibi bütün imkân sahiplerine şöyle buyuruyor:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma. Allah fesat çıkaranları sevmez.” (el-Kasas, 77)

Allah -Zülcelâl- bu âyette; «Dünyadaki nasibini unutma!» sözünü, iki defa; «Âhirete hazırlan!» emrinin arasında zikrediyor. Demek ki önce âhireti istemeliyiz, sonra yine âhiret asıl gayemiz olmalı; dünyada da meşrû bir sûrette ihtiyaçlarımızı gidermeliyiz.

Bu âyette bir de şunu görüyoruz: Allah -Zülcelâl- imkân sahiplerine; «İyilik yap!» demekle yetinmiyor; «Yeryüzünde fesat çıkarma!» diye ilâve ediyor. Bunun sebebi de şudur: Ekseriyetle dünyada fesat çıkaranlar bol imkân sahipleridir. Çünkü imkânlar nefsânî duyguları kuvvetlendirir. İnsanlar da onları daha akıllı, daha üstün görür, tâbî olurlar. Bu sebeple Allah -Zülcelâl- imkân sahiplerini îkaz ediyor:

“Biz, bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, oranın önde gelenlerine (iyilik ve itaati) emrederiz; onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur! Artık onu yerle bir ederiz.” (el-İsrâ, 16)

Âhiret günü, bu dünya gibi değildir. Bu dünyada bazı kimseler haksız yere servet elde edip, hayatın tadını çıkarabilirler. Bazı kimseler ise çaba gösterdikleri hâlde haklarını alamazlar. Ama âhirette hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Allâh’ın adâleti tam tecellî eder. Allah -Zülcelâl- şöyle buyuruyor:

“(Mahşer günü) yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamber ve şâhitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adâletle hüküm verilir.” (ez-Zümer, 69)

Dünyayı âhiret için hazırlanma yeri olarak gören mü’minler; biraz sıkıntı ve mahrumiyet yaşasalar bile gönülleri huzurlu, mâneviyatları kuvvetli olduğu için yine de daha mutludurlar.

Âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Erkek olsun, kadın olsun, mü’min olarak kim amel-i sâlih işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (en-Nahl, 97)

Allah Teâlâ mü’mince bir hayatı; «hayâten tayyibeten» yani; «temiz, faydalı, güzel bir hayat» diye tavsif ediyor. Çünkü dünyanın da âhiretin de en büyük nimeti Allah ile güzel bir bağ içinde olmaktır. Hata ve kusurlarımız olsa da tevbe edilir, mağfiret dilenir, hiçbir zaman o rahmet ummânında ümit kesilmez.

Bazı evliyâlar demişlerdir ki:

“Bir kişi kalbini zerre kadar Allâh’a karşı çevirirse, yani kalbi gafil olmaktan azıcık bile kurtarır ve Allâh’ı hatırlarsa, O’na yönelirse, onun için; dünyada bütün maldan, mülkten, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”

Gafletin de ilâcı, dünyanın yerleşilecek bir yer olmadığını bir yolculuktan ibaret olduğunu unutmamak. Çünkü yolcu, yolundan gafil olmaz hiçbir zaman.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu gibi; bir mü’min kendini bu dünyada yer-yurt sahibi gibi görmemeli; bir garip, bir yolcu gibi bilmeli. Kalbimizde yalnız Allâh’a kavuşmanın hasreti olmalı; bu dünyada hep gariplik hissetmeliyiz. Çünkü bizim sevdiklerimiz hep bu dünyadan göçmüşler, Peygamber Efendimiz, ashâb-ı kiram, evliyâlar, eski peygamberler, sâlih mü’minler…

Bir gün biz de onlara kavuşacağız; bu dünyadaki nefis, şeytan gibi bütün düşmanlarımızın elinden selâmete çıkacağız. İnşâallah.