FİRÂSETLİ TALEBE

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Şeyh Ahmed Yesevî Hazretleri; on birinci asrın ikinci yarısında, Türkistan’ın Çimkent şehrinin Sayram kasabasında doğdu. Önce annesi ardından da babası vefât edince Yesi’ye göç etti. Bir rivâyete göre ashâb-ı kiramdan Arslan Bâb, Yesi’de Ahmed Yesevî’yi bularak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ona gönderdiği emâneti kendisine ulaştırdı. Daha sonra da terbiyesiyle meşgul oldu. Arslan Bâb vefât edince Ahmed Yesevî Buhâra’ya giderek Yûsuf el-Hemedânî’ye intisâb etti. Aynı zamanda Arapça, Farsça ve İslâmî ilimler öğrendi. Şeyhi vefât edince Hâce Abdullah-ı Berâkî ve Hasan-ı Endâkî’nin ardından irşad vazifesini üstlendi. Bu vazifeyi bir müddet sonra Abdülhâlıḳ Gucdüvânî’ye tevdî ederek Yesi’ye döndü. İrşad ve tebliğ faaliyetlerine Yesi’de devam etti. Altmış üç yaşından sonra dergâhında yerin altında bir çilehâne hazırlatarak kalan ömrünü bu çilehânede geçirdi.

*

Hoca Ahmed Yesevî, bir gün dergâhının önünde oturuyordu. Yoldan geçmekte olan bir grup çocuk gördü. Camiye veya medreseye Kur’ân öğrenmek için giden bu çocuklar mushaflarını bir torba (kılıf) içine koymuş ve boyunlarından aşağı sarkıtmışken, içlerinden bir tanesi Kur’ân’a olan saygısından dolayı mushafını başının üzerinde taşıyordu. Ayrıca medreseden evine dönerken hocasının bulunduğu tarafa sırtını dönmemek için geri geri yürüyerek gidiyordu. Bu durumu gören Ahmed Yesevî o çocuğa;

“–Oğlum! Hocandan, anne ve babandan izin al, senin dînî eğitimini ben vereyim.” dedi. Çocuk gerekli izinleri alıp Yesevî’nin dergâhına geldi. Uzun yıllar dînî eserler okuyup ilim tahsil etti, ardından mürid olup mâneviyatta ilerledi. Bu çocuğun adı Süleyman idi.

Bir gün Ahmed Yesevî, Süleyman ve diğer birkaç arkadaşını odun toplamak için kıra gönderdi. Gelen odunlarla yemek pişirilecek; dervişlere, talebelere ve misafirlere ikram edilecekti. Çocuklar odun getirirken yolda yağmur yağmaya başladı. Süleyman cübbesini (paltosunu) çıkarıp odunlara sardı. Dergâha geldiklerinde diğer çocukların getirdiği ıslak odunlar yanmazken Süleyman’ın kuru odunları yandı. Bunun üzerine Yesevî;

“–Sen ince düşünceli yani hikmetli bir iş yapmışsın. Bundan sonra senin adın Hakîm Süleyman olsun.” dedi. Sonraki yıllarda hocası Ahmed Yesevî’den icâzet (diploma) alan ve Bakırgan denen bölgede yerleştiği için Süleyman Bakırganî adıyla da anılan bu zât, daha ziyade Hakîm Ata diye meşhur olmuştur. (Ahmet Yesevi Üni. İnceleme Araştırma Dizisi, Y. No: 23, s. 27)

 

FÂNÎLERİN KARŞISINDA EĞİLME!

Libya bağımsızlık mücadelesinin liderlerinden Ömer Muhtar, Butnân’da doğdu. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsiline Senûsîler’in medresesinde devam etti.

1899’dan itibaren vefâtına kadar batılı işgalci küffâra karşı mücadele etti. Bu azminden ötürü «Çöl Aslanı» lakabıyla anıldı.

Ömer Muhtar; arkadaşlarıyla birlikte sahâbeden Seyyid Râfî’nin kabrini ziyarete gittikleri esnada, İtalyanların kurduğu pusuda esir düştü. Uydurma mahkemede yargılanarak 16 Eylül 1931’de idam edildi.

*

Ömer Muhtar hanımı öldüğünde içli içli ağlar. Sonra da etrafındakilerle hanımıyla yaşadığı ve unutamadığı şu hâtırasını paylaşır:

“–İtalyanlara karşı yaptığım her mücadele veya savaştan dönüşümde zevcem çadırın kapısını yukarı doğru iyice kaldırarak açardı. Ona neden böyle yaptığını sorardım bana; «başımı her zaman dik tutman, hiçbir fânînin karşısında eğilmemem» için böyle yaptığını söylerdi.”

 

DEYİM OLUŞTURAN HÂDİSE

Kanunî Sultan Süleyman, 6 Kasım 1494’te Trabzon’da doğdu. Trabzon’da yetişti. Manisa’ya sancak beyi olarak gönderildi. 1520’de İstanbul’da tahta çıkan Sultan I. Süleyman, devleti kırk altı yıl başarıyla idare etti. Askeriye, denizcilik, edebiyat, şiir, sanat, mimarî ve daha birçok sahada eşsiz eserler onun devrinde ortaya çıktı. Fetihler, zaferler birbiri ardına geldi. Karada ve denizde cihan hâkimi oldu. Bu sebeple Avrupa onu «Muhteşem», «Büyük Türk» diye andı. Kanunî; bu kadar büyük icraatları yaparken, ağaçtaki karıncanın hayat hakkını dahî düşünecek derecede ince bir rûha sahipti.

Kanunî Sultan Süleyman, 6 Eylül 1566’da Zigetvar Seferi esnasında vefât etti. Kabri, Süleymaniye Camii’nin avlusundadır.

*

Bir gün Kanunî Sultan Süleyman yanındakilerle beraber Halkalı taraflarında ava çıkmıştı. Ânîden şiddetli bir yağmur bastırdı. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki; Padişah ve adamları, avı bırakıp karşılarına çıkan ilk eve sığınmak zorunda kaldılar. Hepsi sırılsıklam olmuştu. Onların bu hâlini gören ev sahibi hemen bir ateş yaktı. Misafirler ateşin etrafında halka oldular. Hem kurulandılar hem ısındılar hem de koyu bir sohbete daldılar. Ev sahibi misafirlerinin sıradan insanlar olmadığını anlayıp hizmette kusur etmedi. Kanunî bir ara o kadar keyiflenmişti ki, yanı başında oturan Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’ya dönüp şaka yollu;

“–Paşa! Şu zamanda bu ateş bin altın eder!” dedi.

Yağmur dinmediği için geceyi de aynı evde geçirdiler. Nihayet sabah oldu, namazlar kılındı, gitme vakti geldi. Padişah atına binerken ev sahibine bir kese altın hediye edilmesini emretti. Fakat ev sahibi bir kese altına burun kıvırdı. Padişah bir kese daha verilmesini emretti. Ev sahibi bunu da az buldu. Üçüncü, dördüncü derken, beşinci keseyi de avucunda tartan ev sahibi padişaha hitapla;

“–Verdiklerinizin tamamı va‘dettiğiniz paranın yarısı bile değil” deyince, Padişah merakla;

“–Ne va‘detmişiz ki?” diye sordu. Ev sahibi;

“–«Şu zamanda bu ateş bin altın eder» buyurmuştunuz, bu hesaba göre bin altın ateş için, bir altın da yatak ve yemek için olmak üzere cem‘an bin bir altın vermelisiniz. Fiyatı siz kesmiştiniz.” dedi. Kanunî tebessümle;

“–Ateş pahası olarak bin altın verilsin!” dedi.

O gün bugündür bu deyim, ederinden çok yüksek fiyatlar için kullanılır.

«SAİD PAŞA İMAMI»NIN MENKIBESİ

Son devir mevlidhan, hânende ve şairlerinden Hasan Rıza Efendi, Manisa’da doğdu. Manisa’da Kur’ân, hüsn-i hat ve mûsıkî dersleri aldı. Memleketine gelen Rifâî Seyyid Ahmed Vehbî Efendi’ye intisâb etti. 1841’de İstanbul/Üsküdar’a taşındı. İstanbul’da devrin ses ve mûsıkî sahasındaki erbâb-ı sanatla kaynaştı. Hârikulâde bir tavırla okuduğu mevlidlerle yine o devrin mûsıkî üstâdı Zekâî Dede’nin takdirini ve tebrikini kazandı. Gür ve tiz bir sese sahipti. Sultantepe’de okuduğu mevlid, Beşiktaş’tan dinlenirdi.

Damad Mehmed Said Paşa’nın imamlığını yapması sebebiyle «Said Paşa İmamı» olarak tanındı.

Hasan Rıza Efendi, 8 Haziran 1890 tarihinde vefât etti. Kabri, Toptaşı caddesindeki Sandıkçı Şeyh Edhem Efendi Rifâî Dergâhı hazîresindedir.

*

Vâlide Sultan bir gün bir vesileyle Bebek’teki konağında mevlid okutmak ister. Mevlidi de meşhur mevlidhan Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi’nin okumasını arzu eder. Kararlaştırılan gün Hasan Rıza Efendi, Üsküdar’daki evinden çıkar ve kayığa binmek üzere sahile doğru yürümeye başlar. Tam bu esnada karşısına yaşlı bir kadın çıkar. Hocaefendiye;

“–Hocaefendi, dağ gibi bir evlât gömdüm. Bugün kırkı. Mevlid okuyanlar çoktur ama benim elim bir hayli dar. İmkânım yok. Evlâdımın mevlidini sen okuyup rûhunu şâd eder misin?” diye sorar.

Hasan Rıza Efendi, âdeti olduğu üzere fakir, garip, kimsesizlerin taleplerini asla geri çevirmez. Mehmed Âkif ERSOY onun bu özelliğini, hâdiseyi de anlattığı «Said Paşa İmamı» adlı şiirinde kaleme almıştır.

Hasan Rıza Efendi; bu yaşlı, içli ve çaresiz kadıncağızın ricasını kabul eder. Evine gidip mevlidini okur. Mevlid bitince kadının evinden çıkıp Vâlide Sultan’ın konağına gider. Konağa vardığında vakit bir hayli ilerlemiştir. Gecikmesinin sebebini soranlara mazeretini bildirir.

Yanık sesinin tesirini Âkif şöyle anlatır:

Tâ uzaklarda çakar zulmet içinden bir enîn.
Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler.
O enîn karşıki sâhilden açılmaz mı biraz,
Sûr-i mahşer gibi sesler çıkarır, şimdi, Boğaz!
Tutuşur, cebhe-i Sînâ’ya döner, sîne-i cev:
Sanki yüzlerce yanık ney savurur, yer yer, alev!