10 MUHARREM ve AŞûRE

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Muharrem ayı, Cenâb-ı Allâh’ın hürmete lâyık olarak yarattığı dört haram aydan biridir.

Rasûlullah Efendimiz haram aylarda nâfile oruç tutulmasını tavsiye etmiştir. (Ebû Dâvûd, Savm, 54)

Çünkü oruç, insanın kendisine gelmesini sağlayan önemli ibâdetlerden biridir. İnsan, midesi boş iken daha bir masum olur. İhtiyaç hâlinde iken daha bir müsamahakâr hâle gelir. Ama bütün ihtiyaçlarının karşılandığı, her türlü isteklerinin yerine geldiği anlarda; insanlar bazen daha saldırgan, daha şımarık olabiliyorlar.

Dolayısıyla bu tür mevsimlerde oruç tutmak; insana, acziyetini ve Rabbine muhtaçlığını hissettirmekte, bu hâl de kulun Allâh’a yakınlığını artırmaktadır.

Güzel bir duâ vardır şöyle der:

“Allâh’ım! Muhtacını muhtacına muhtaç etme!”

Yani;

“–Allâh’ım! Ben Sana muhtacım, diğer herkes de Sana muhtaç. Beni, o muhtacına muhtaç etme! Yani kendinden başka kimseye muhtaç etme!”

Bir de oruç, biz müslümanların bir teşekkür etme şeklidir. Şükrümüzün ifadesidir.

Meselâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; pazartesi günleri oruç tutuyor, çünkü pazartesi günü doğmuş. Yani doğum gününü, birileri gibi pastalarla, mumlarla, partiyle; «İyi ki doğdun!» gibi abuk subuk sözlerle değil, oruçla değerlendiriyor. Kendisini var edene teşekkürünü böyle ifade ediyor.

Muharrem ayının 10’uncu günü, yani âşûrâ günü böyle teşekkürlük bir gün.

Rivâyetler malûm:

Nuh -aleyhisselâm-’ın gemisi, o gün karaya iniyor. Yani tûfan hengâmesi o gün bitmiş oluyor.

Musa -aleyhisselâm-’ı Allah, Firavun’un şerrinden koruyor. O gün, denizden geçip o zâlim kavimden kurtuluyorlar.

•O gün birçok peygamber efendilerimizin nâil olduğu mazhariyetler ve nimetler söz konusu. Onların bir şükrânesi olarak oruç tutuyoruz.

Peygamberimiz âşûrâ günü Medineli yahudilerin oruç tuttuğunu görünce şöyle buyuruyor:

“–Biz Musa’ya sizden daha yakınız…(Bkz. Ahmed, I, 241; Bezzâr, no. 1052; Heysemî, III, 188)

Âşûrâ günü oruç tutuyor ve ashâba da tutmalarını tavsiye ediyor. Lâkin İslâm şahsiyetini tesis etmek için; onlarla aynı şekilde değil, öncesine veya sonrasına bir gün ekleyerek bu orucun tutulmasını tavsiye buyuruyor. Bu da İslâm’ın, başka kültürleri asla taklit etmeme prensibinin güzel bir yansıması.

Bir de aşûre adlı tatlıyı pişirip konu-komşuya ikrâm etme geleneği ortaya çıkmış. O gün Nuh -aleyhisselâm-; gemide bulunan ne var ne yoksa hepsini bir araya getirmiş, karıştırmış, ondan bir aş yapmış. O aşa da «aşûre yemeği» denilmiş. İşin bu tarafı gelenek ve an‘ane kısmı…

Belki özü şu rivâyetlere dayanıyor:

“Kim âşûrâ günü (nafaka hususunda) ailesine geniş davranırsa Allah Teâlâ da bütün sene boyunca onun (o kişinin) rızkına bolluk ihsân eder.” (Taberânî, Evsat, IX, 121, Kebîr, X, 77; Beyhakî, Şuab, III, 366)

Bu rivâyetler kuvvetli değil, zayıf. Lâkin zayıf da olsa fezâil-i âmâl dediğimiz sahada bu tarz hadislerle amel edebiliyoruz.

Fezâil-i âmâl sahasında yeni ibâdetler inşâ edilmiyor da, mevcut ibâdetlerin nâfile şekilde edâsına dair birtakım teşvikler mevzubahis.

Hâne halkına bolluk yaşatmak, onlara güzelce ikramda bulunmak dînimizin umumî olarak tavsiye ettiği bir esas. Bunu Efendimiz’in oruçla değerlendirdiği âşûrâ gününde, Rabbimiz’in haram aylarından birinde gerçekleştirmiş oluyoruz.

Örf, âdet ve gelenekleri sürdürüp sürdürmeme hususunda iki ölçümüz var:

İslâm’a muhalif olmamaları şart. İslâm’ın lağvettiği şeyleri gelenek diye müdafaa edemeyiz. Kız çocuklarını gömmek, onlara haksızlık yapmak da birilerinin örf ve âdetiydi. Fakat İslâm bunu kökünden yasakladı.

•Örf, âdet olan bu uygulamaları, sünnet diye adlandırmamak da şart. Çünkü o zaman bid‘at olur. Mevzu 10 Muharrem ise; sünnet olan, öncesinde veya sonrasında bir gün ekleyerek oruç tutmanın dînimizde yeri vardır. Meşrûdur, sünnettir. Fakat aşûre tatlısı sadece bir âdettir.

Yani bir kimseyi;

“–Aşûre zamanı geldi, nasıl aşûre pişirmezsin! Böyle Müslümanlık olur mu?” diye azarlamaya kalkarsak bu İslâm’da olmayan bir şeyi ona ilâve etmek gibi olacağı için asla doğru olmaz.

Bildiğimiz kadarıyla zaten kimse aşûre pişirip ikrâm etmeye «sünnettir, müstehabdır…» demiyor. «Niye pişirmedin?» diye de birbirini yadırgamıyor. Bir tatlı ikrâmı âdetinden ibaret. Özü itibarıyla da ikrâm etmek; akrabaya, komşuya, muhtaca yedirmek ve içirmek İslâm’ın tavsiye ettiği güzel amellerden olduğuna göre; «Aşûre âdetinin mevcut hâliyle korunmasında bir zarar yoktur.» diyebiliriz.

Belki şunu ilâve edebiliriz:

Yemek yedirmek, ikramda bulunmak, hediyeleşmek sevaptır, sünnettir. O hâlde halkımız bunu sadece 10 Muharrem’e tahsis etmesin. Safer’de de ikrâm etsin. Receb’de de ikrâm etsin. Her zaman cömert olsun.

Nitekim Peygamber Efendimiz, sahâbîsine;

“–Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!” buyurmuştu. (Müslim, Birr, 143)

Aynı gün, Hazret-i Hüseyin ve aile efrâdının çok elîm bir katliâma uğradığı gün. Yani Kerbelâ Hâdisesi de 10 Muharrem’de yaşanmış. Dolayısıyla bu tarih, çeşitli sevinçler yanında, hüzünlü bir hâtıraya da sahip. Ehl-i beyt şehidlerini rahmetle yâd edip, birlik ve beraberliğin ehemmiyetini idrâk etmemiz gereken bir gün. Fakat aynı şekilde bu hâdise üzerinden de üretilen bid‘atlere karşı uyanık olmamız gereken bir gün.

Rabbimiz, bid‘atlerden muhafaza buyursun. Rasûl-i Ekrem’inin sünnetlerini yaşamamızı ve yaşatmamızı, örf ve âdetlerimizle de eli açık, cömert, ikramkâr kulları olmamızı bizlere nasip eylesin.

Âmîn.