Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -6- NE VARLIK NE YOKLUK!

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

SUFFE EHLİNİN TÂBÎLERİ

Müellifimiz yedinci kaidede, «Tasavvuf» kelimesinin kökü hakkında önde gelen görüşleri zikretmiş ve Suffe ehlinden geldiği görüşüne ağırlık vermişti. Bu görüşe göre tasavvuf, Ehl-i Suffe’ye tâbî olmaktır.

Suffe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Medîne-i Münevvere’de inşâ etmiş olduğu mescidin içerisindeki ilk eğitim müessesesidir. Dolayısıyla tasavvuf yoluna girmiş olanlar; âdeta Fahr-i Âlem Efendimiz’in himayesinde, Ashâb-ı Suffe’nin almış olduğu eğitim gibi bir eğitimi hedefleyenlerdir. Bu irtibatla müellifimiz devam ediyor:

Sekizinci Kaide:

“Metbû yani tâbî olunan daha fazîletli olmakla birlikte, tâbî olanın ittibâ ettiği husustaki hükmü, metbûun hükmü gibidir.”

Mutasavvıflar, tâbî olanlar.

Metbûları, peşinden gittikleri önderleri; Suffe ashâbıdır.

İnsan; maddî ve mânevî iki yönlü bir varlıktır. Maddî eğitim medreselerde tahsil edilmekte; mânevî eğitim ise tekkelerde, tasavvuf mecrâlarında tamamlanmaktadır.

Akla şu sual gelebilir:

Uyan ile uyulan fazîlette eşit değil iken nasıl hükümde aynı olurlar?

Elbette tâbî olunan, peşinden gidilen taraf daha fazîletlidir. Bunda şüphe yoktur. Zaten öyle olmasa aksi olmuş olurdu. Yani tâbî ve metbû yer değişirdi.

Gerçi tasavvuf yolunda bazı nâdir durumlarda mürîdin hâl olarak şeyhten ileri olduğu da mevzubahis olabilir.

Fakat burada söz konusu olan Ehl-i Suffe olduğu için ve onlar da sahâbe olmaları dolayısıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in eğitiminden geçtiklerinden dolayı elbette onların makamı ve derecesi onlara tâbî olan sûfîlerden fersah fersah öndedir.

«Aynı hükme tâbî olurlar.» demek, aynı derecede, aynı mertebededirler demek değildir. Aynı çizgide buluşmaktadırlar, aynı gaye etrafında yürümektedirler demektir.

Bunun ardından Müellif, yine mühim bir mevzuya girmekte:

Tasavvuf ile «fakr / fakirlik» arasında öteden beri irtibat kurulmaya çalışılmıştır. Bu yolun fukarâ-i sâbirîn yolu olduğu, dünya irtibatlarını bir lokma bir hırka ile mahdut tutan kişiler olduğu dile getirilmiştir.

Müellifimiz; tasavvuf yolunda esas olanın, fakirlik veya zenginlik değil, hayatın her hâlinde Allâh’ın rızâsına teslîmiyet olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Suffe ehli, işin başında fakir kimselerdi. (Maîşetlerini temin edebilecek durumları yoktu.) Hattâ Allâh’ın misafirleri olarak bilinirlerdi.”

Suffe ashâbından Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- rivâyette;

“−Açlıktan karnımıza taş bağlardık.” diyor. (Buhârî, Rikāk, 17)

Ebû Talha -radıyallâhu anh- ise;

“–Açlıktan şikâyet edip karnımıza taş bağladığımızı söyledik. Bir de baktık ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- iki taş bağlamış.” (Tirmizî, Zühd, 39) buyurarak o günlerin fakirliğinin şiddetini ifade ediyor.

Ashâb-ı Suffe’ye; «Allâh’ın misafirleri» denirdi. Çünkü ekseriyâ Efendimiz’e gelen hediyelerle hayatlarını sürdürebilirlerdi. Zaten Allâh’ın evinde, Mescid-i Nebî’de konaklıyorlar, orada eğitim alıyorlar ve bir kısmı orada yatıp kalkıyordu.

Müellifimiz Ashâb-ı Suffe’nin bu vaziyetinin devamlı olmadığını şöyle ifade ediyor:

“Sonra aralarından zengin olanlar çıktı. Emîr/vâli olanlar oldu.”

Suffe bir eğitim mekânıydı. Eğitimini tamamlayıp, vâlilik, kumandanlık gibi vazifelere tayin edilenler oldu. Kimisi Efendimiz’in hayatında, kimisi irtihâlinden sonra zenginleşti. Aralarından idareci mevkiine gelenler oldu.

“Onlardan kimisi rızık sebeplerini aradı.”

Yani maîşetini temin etmek için bir meslek icrâ etti.

“Kimisi ise fakirlik üzere hayatına devam etti.

Şu kadar var ki; varlığa erdiklerinde o varlık için Allâh’a şükrettiler. Maddî bir imkân bulamadıklarında ise sabrettiler.”

Yûnus’un ifadesiyle

Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana Sen’i gerek Sen’i…

Varlık da Allah’tan, yokluk da Allah’tan. Dolayısıyla var olduğunda, bulduklarında Cenâb-ı Allâh’a hamd ettiler, şükrettiler. Kaybettiklerinde, bulamadıklarında da sabrettiler.

Binâenaleyh kaidenin girişine bağlarsak:

Tasavvuf yoluna girmiş olan kimselerin de aynen tâbî oldukları, peşinden gittikleri ehl-i Suffe gibi olmaları gerekir.

İşte bu yönüyle;

“Varlık (zenginlik ve makam), onları Cenâb-ı Allâh’ın kendilerini vasıflandırdığı şu hâlden çıkarmadı:

«Sabah-akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na duâ ve ibâdet edenlerle beraber olmaya candan sabret! Dünya hayatının çekiciliğine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma! Kalbini Biz’i anmaktan gafil kıldığımız, nefsânî arzularına uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme!» (el-Kehf, 28)

Onlar fakirlikle övülmediler.”

Tasavvufun insana kazandırdığı veya kazandırabileceği en önemli şey, belki de temkin hâlidir. Yani varlığa da yokluğa da kanmamak hâlidir.

Zenginlikle şımarmadılar, ibâdette gevşeklik göstermediler. Yoklukla da övünmediler. “Biz fakiriz, biz dünyaya minnet etmeyiz!” diye tersinden bir tefâhura da girişmediler.

“Melik ve Deyyân / Her şeyin sahibi olan ve hesap görücü olan Cenâb-ı Allâh’ın rızâsını istemekle övüldüler.”

Ehl-i tarîkin kader anlayışı tamamen teslîmiyet üzerinedir. Onlar, herhangi bir şekilde Cenâb-ı Allâh’ın iradesi karşısında bir irade varlığından söz etmezler. Allâh’ın iradesine teslim olmuşlardır.

“Bu durum (yani Allâh’ın rızâsını talep hususu) ise fakirlik ve zenginlik ile alâkalı ve kayıtlı değildir.”

Yani;

“–Cenâb-ı Allah bizim için neyi murâd etmişse, biz ona râzıyız.” deme hâlidir.

“–Fakir olduk, baş-göz üstüne. Zengin olduk, yine baş-göz üstüne.” diyebilmek ve gereğini yapmaktır.

“Buna göre, tasavvuf ehli Rabbinin rızâsını aradığı müddetçe; tasavvufun, fakirlikle de zenginlikle de hususî bir bağı yoktur. Böylece anla!..”

Meşhur biz söz vardır:

“Bir lokma bir hırka.”

Evet; insanın ihtiyacı, şu dünyadan bir lokma, bir hırka ve başını koyabileceği bir yerdir. Onun haricindekileri biriktiriyordur. Fakat Allah, kuluna ne murâd etmişse o gerçekleşecektir.

Nihayetinde tasavvuf, tarîkat veya zühd dediğimiz hâdise, varlıkla veya yoklukla alâkalı değildir. Kişinin varlık içerisinde veya yokluk içerisinde olması Cenâb-ı Allâh’ın onun hakkındaki murâdı ile alâkalıdır. Eğer kul, Allâh’ın rızâsını arıyorsa zenginlikle de bulabilir fakirlikle de bulabilir.

Fakirlik mi zenginlik mi?

Sabreden fakir olmak mı, şükreden zengin olmak mı daha kolaydır, daha fazîletlidir?

Sabreden fakir olmakla şükreden zengin olmak esasında, birbirine denk şeylerdir. Önemli olan, kul; Allâh’ın kendisine verdiği o nimetle Allâh’ı murâd edebiliyor mu? Allâh’ı arayabiliyor mu? İşte mesele odur.

Ahmed Zerrûk Hazretleri, müteâkip kaidede, zenginlik-fakirlik meselesinde olduğu gibi nisbet farklarının iki yönüne dikkatimizi çekiyor:

Sual şu:

«Tasavvuf» mefhumuna yakın; «Fakr, melâmetîlik ve mukarreblik» gibi bazı kavramların tasavvuftan ayrı şeyler mi yoksa aynı hakikatin derece ve mertebe farkları olarak mı görülmesi daha doğrudur?

Dokuzuncu Kaide:

“Nisbetlerin farklılığı;

1. Bazen hakikatlerinin farklılığından neş’et eder.

2. Bazen tek bir hakikatin mertebelerinin farklılığından kaynaklanır.”

Nisbetler, âidiyetler ve öne çıkan sıfatlar, bunlar için her iki durum da geçerli olabilir.

Meselâ biri marangozdur; bir diğeri de demircidir; bu iki meslek birbirinden ayrıdır. Bunlar, birbirinden hakikati, özü, mahiyeti itibarıyla farklı oldukları için farklı adlandırılmışlardır.

Lâkin;

Orduda hizmet eden bir kimse birinci bölüktendir, diğeri ikinci bölüktendir. Biri piyadedir, biri süvârîdir. Biri topçudur, biri levâzımcıdır. Biri erdir, diğeri subaydır. Böyle adlandırılmaları bunların bir hakikatte buluşmalarına mânî değildir.

Nedir o hakikat?

Hepsi askerdir, hepsi aynı taburun askerleridir. Bir ve aynı hakikatin farklı dereceleri ve mertebeleri mevzubahistir.

Binâenaleyh Nakşî, Kādirî, Şâzelî gibi farklı farklı nisbetler de onların tek bir kaynaktan beslenmediği mânâsına gelmez. Hepsi aynı mâneviyat ordusunun farklı şube ve derecelerine mensupturlar.

“Tasavvuf (sûfîlik), fakirlik (dervişlik) veya melâmet (melâmetîlik) veya kurbiyet kazanmaya çalışmak, takrib. (Yani ibâdete yoğunlaşmış bir hayatla Cenâb-ı Allâh’a kurbiyet kazanmak.)

Kimileri; «Bunlar birinci grup gibidir (Yani mahiyetleri farklı olduğu için farklı nisbetlere sahiptirler.)» demiştir.

Kimileri de; «Bunlar ikinci grup gibidir, yani aynı hakikatin farklı mertebeleridir.» demişlerdir.

Bu görüş doğrudur.”

Tabiî burada melâmetîlik denildiğinde hakikî mânâsını kastediyoruz. Bozulmuş, tahrife uğramış melâmîlik değil.

Nedir melâmetîlik?

Şu düşünce ile hareket etmektir:

“İnsanların beni iyi bilmelerine gerek yok. Ben ne yapıyorsam Allah için yapıyorum. Binâenaleyh onların beni iyi bilmelerine ihtiyacım yok.”

İnsanları hiç hesaba katmadan; hattâ onların zaman zaman yanlış anlamalarına yol açabilecek hareketlerle, insanlar nezdinde insanın kendi itibarını düşürmesi.

Diğer vasıflar da:

•Kulun, âbidâne bir hayat yaşaması.

Veya;

•Fakirlik yolunu tercih etmesi.

Bütün bunlar bir hakikatin mertebeleridir, farklı seviyeleridir ama aynı şeyi temsil ederler. Bugün de tasavvuf dediğimiz hakikatin birçok yolu vardır. Birçok grup vardır. Allâh’a sâdıkāne bir yöneliş şartıyla hepsi makbuldür.

“Sûfî: Vaktini, yaşadığı ânı Hak Teâlâ hâricinde her şeyden (mâsivâdan) temizlemeye çalışan kimsedir.

(Bu temizlikte başarılı olup) onun elinde Allah dışında her şey kaybolunca, o (sûfî, artık) fakir hâline gelir.”

Yani sûfî ile fakir arasında sadece mertebe farkı vardır. Sûfî o yola girişenin mertebesinin adıdır. Fakir o yolun neticesinde kazandığı seviyenin adıdır. Fakir, sadece Allâh’a muhtaç olan demektir. Diğer bütün ihtiyaçlarını tasfiye etmiştir.

“Melâmetî de bu ikisindendir. O; iyiliğini göstermemeye, kötülüğünü de saklamamaya çalışan kimsedir.”

Yani iyiliğini göstererek yapmayan, kötülüğünü ise insanların gözlerinden saklamayandır.

“Meslek erbâbı, sanatkârlar, tüccarlar bu yolun örnekleridir.”

Meselâ görürsünüz; adam fırıncıdır, ekmekçidir. Yer yer halktan biri gibi davranışlar da sergiler. Kavga eder vs. Fakat gönül dünyası bambaşka bir derinliktedir.

Bandırmalı Tatlıcı Ali Amca da böyle bir zât idi. Onu ziyarete gitmiştik. O da bize şöyle demişti:

“Bir ev halkına dışarıdan bakınca herkes aynı zannedilir. Hâlbuki herkes kendi âlemini yaşar.”

“Mukarreb: Hâlleri kemâle eren, Rabbi ile ve Rabbi için var olan bir hâle vâsıl olan kişidir. Hak Teâlâ dışında onun bir sözü, konuşması olmaz, Allah’tan gayrı bir yolda da bir bulunuşu, duruşu yoktur.

İşte böyle anla!..”

Dolayısıyla farklı adlandırılmaları, bunların mahiyet itibarıyla farklı oldukları mânâsına gelmez. Herkes hangi hâli yoğun olarak yaşıyorsa o hâlin adını alır.

Rabbimiz; hâllerimizi, rızâsına muvâfık kılsın, ahsen-i hâle tahvil buyursun. Bu yoldaki gayretlerimize tevfîkini ihsân eylesin.

Âmîn…