Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -5- TASAFFÎ EDİP SUFFE ASHÂBININ SIFATLARIYLA BEZENMEK

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

TASAVVUF KELİMESİNİN KÖKÜ

Müellifimiz; tasavvufu «Cenâb-ı Hakk’a sâdıkāne teveccüh» olarak tarif edip, şer‘î temelinin Cibrîl hadîsindeki «ihsan» mefhumu olduğunu ifade ettikten sonra, ıstılahların hususiyetlerinden bahsetmişti. Ardından sözü «tasavvuf» ıstılahına ve onun iştikākına / türetilişine getirmiş, bu kelimenin, sözlük anlamı ile terim anlamı arasındaki mutabakattan dolayı, başarılı bir ıstılah olduğunu ifade etmiştir.

Yedinci Kaide:

“İştikak (bir kökten ayrılıp da gelmek), türeyen kelimenin ve türetilen kelimenin mânâsını mülâhaza etmeyi gerektirir.”

İştikak; «türeme, bir kökten kopup gelme…» demektir. Yarılmak, parçaya bölünerek çoğalmak gibi anlamları vardır.

Anne-baba bir kardeşe, «şakîk» denir. Bir canlının yavrusu; hususiyetlerini annesinden, babasından aldığı gibi, türeyen kelime de mânâlarını türetildiği kelimeden alır.

Türetilen kelimeler, kök itibarıyla kavram hâline getirilen mânâ ile bir irtibat taşımak durumundadır.

Kelimelerin temel lügavî mânâları / sözlük karşılıkları vardır. Sonra bu kelime ıstılah / terim hâline getirilmek istenir. İşte bu lügat mânâsıyla, ıstılah mânâsı arasında bir irtibat, bir münasebet, bir alâka bulunmalıdır.

Meselâ «salât» kelimesi lügatte «duâ» mânâsına gelir. Şer‘î bir ıstılah olarak «namaz»ın karşılığı olmuştur.

«Namaz» kelimesi de Farsçada «duâ» demektir. Hattâ bu sebeple yardımcı fiili itibarıyla; «namaz kılmak» diyoruz, yani «duâ kılmak».

Nedir namaz?

“Kıyam, kırâat, sücûd, rükû ve ka‘de gibi birtakım fiillerin, belirli rükünlerin, dînin belirlediği vakitlerde Şâri‘ tarafından tayin edilmiş şartlara ve esaslara uyarak gerçekleştirilmesi.”

İşte «salât» kelimesinin lügat mânâsı olan «duâ» ile bu ıstılahî mânâ arasında bir irtibat ve alâka var mıdır? Evet vardır. Çünkü namaz, yüce Allâh’a münacattır, mülâkattır, niyazdır. Namaz; ilk tekbirden, Sübhâneke’den, Fâtihâ’dan başlayıp selâma kadar tâzîm ve tazarrû ifadeleriyle edâ edilir. Yapılan hareketler bile o yalvarışın, duânın beden diliyle ifadesidir.

Müellifimiz; meseleyi, tasavvuf kelimesinin iştikākına getirecek. Tasavvuf kelimesinin kökü hakkında ise tek değil, birden fazla görüş var. Bu sebeple böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini şöyle îzah ediyor:

“Müştak / türemiş olan kelimenin delâlet ettiği mânâ; lâfzından anlaşılır, düşünülür, zihinde tutulur. Eğer lâfızdan birden fazla mânâ akla geliyorsa, o zaman zihin birden fazla anlamı çağrıştırır. Eğer bütün farklı mânâlar bir araya getirilebiliyorsa, ıstılah hepsinden getirilir, yani bütün mânâlarla alâkalı kabul edilir.

Aksi hâlde; yani farklı mânâlar cem edilemiyorsa, herkes kendi anladığı mânâyı aklına getirir / lâfızla medlûl arasındaki irtibatı o mânâ ile kurar. Tabiî bu mânâ, asla; temele ters düşmedikçe kabul edilebilir.”

Şimdi buradan hareketle «tasavvuf» kelimesinin türediği kökler hakkındaki görüşlere bakalım:

“Tasavvufun iştikākıyla, türemesiyle alâkalı birçok görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşler içerisinde hakikate yaklaşan 5 görüştür:

Birinci görüş: Tasavvuf kelimesi «sûfe» yani yünden gelmektedir. Çünkü tasavvuf ehlinin Allah ile olan münasebeti de dövülmüş, havaya saçılmış yün gibidir. (İradesi, Allâh’ın iradesine râm olduğu için) bir tedbiri, kendi kendini yönetmesi söz konusu değildir.

Bir yün parçası; «Ben şu yöne gideyim, bu yöne gideyim.» diye kendine bir yön belirleme durumunda değildir. Yani sûfî; Allâh’ın hükmü, kazâsı karşısında kendi başının çaresine bakamayan, rüzgârın önünde savrulan bir yün gibidir. Tam bir teslîmiyet ve rızâ hâlindedir. Bu bir çaresizlik değil, gönüllü bir teslim oluştur.

Bu mânâ mülâhaza edilerek «tasavvuf» kelimesinin kökünün «sûfe»den geldiğini söyleyenler olmuştur.

İkinci görüş: Tasavvuf kelimesinin, yumuşaklığından dolayı «sûfetü’l-kafâ / ense saçı» terkîbinden gelmiştir. Zira sûfî de kolay anlaşabilen, inatçı olmayan, yumuşak tabiatlı bir insandır.

Üçüncü görüş: Tasavvuf; vasıf, nitelik, hususiyet mânâlarına gelen «sıfat» kökünden gelmiştir. Çünkü tasavvuf; bir bütün olarak güzel huylarla vasıflanmak, (ahlâk-ı hamîdeyi) sıfat olarak edinmek, (tabiat-ı asliye hâline getirmektir), çirkin vasıfları da terk etmektir.

Dördüncü görüş: Tasavvuf; arılık, duruluk mânâsına gelen «safâ» kelimesinden türemiştir. Bu görüş sahih kabul edilmiştir. Hattâ Ebu’l-Feth el-Büstî* -rahimehullah- şöyle bir şiir söylemiştir:

«İnsanlar; ‘sûfî’ kelimesinin nereden türediği bahsinde ihtilâfa düşmüşler, farklı görüşler benimsemişler. Câhilâne bir şekilde onun ‘sûf’ yani ‘yün’ kelimesinden türediğini zannetmişler. Ben bu ismi ancak, safâya ermiş / arınmış bu sebeple ‘sûfî’ diye isimlendirilmiş, sâfiyet içindeki, arı duru bir delikanlı için kullanırım!»

Beşinci görüş: Tasavvuf kelimesi, «suffe» kelimesinden menkuldür; nakledilmiş, yani oradan alınmıştır.

Çünkü tasavvuf ehli, âyet-i kerîmede suffe ehli için Cenâb-ı Hakk’ın tespit ettiği şu vasıflara tâbî olmakta (o kıvamdan nasîb almaya çalışmakta)dır:

«Sabah-akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na duâ ve ibâdet edenlerle beraber olmaya candan sabret! Dünya hayatının çekiciliğine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma! Kalbini Biz’i anmaktan gafil kıldığımız, nefsânî arzularına uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme(el-Kehf, 28)

Bu da bütün görüşlerin dönüp dolaşıp vardığı kök anlamdır. Allah en doğrusunu bilir.”

«Suffe bir isim/câmid olduğu için, tasavvuf kelimesi ondan müştak değil, menkuldür.» demiştir müellifimiz.

Ashâb-ı suffe; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında, Mescid-i Nebî’nin suffesinde, çardağında eğitim alan, ekseriyâ fakir olan sahâbe efendilerimizdir. Rasûlullah Efendimiz en büyük ihtimam ve alâkasını bu gençlere gösterirdi. Çünkü onları, tebliğ ordusu olarak hazırlıyordu. Nitekim yüksek sayıda hadis rivâyet eden sahâbelerin birçoğu bu ashâb-ı suffeden yetişti.

Ashâb-ı suffenin Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le olan beraberliğini, gönül kıvâmını, dîni öğrenmek azmini ve yaşayış vecdini şu rivâyetlerden anlayabiliriz:

Ebû Talha -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. O Rasûller Sultânı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O, bu hâliyle ayakta durmuş ve ashâb-ı suffeye Kur’ân öğretiyordu.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Suffe ashâbından Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- suffedeki günlerini şöyle anlatırdı:

“Muhâcir kardeşlerimiz ticaretle ve ensar kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurken; ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur ve onların ezberleyemediklerini hıfzederdim.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42)

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- da diyordu ki:

“Biz (Peygamber Efendimiz’in terbiyesinde öyle bir rûhâniyet, vecd ve rikkat-i kalp hâlindeydik ki) boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

İşte tasavvuf; suffeleşmek, suffe ashâbına benzemek kökünden türemiştir.

Müellifimiz âyet-i kerîmede, ashâb-ı suffenin vasıflarına dikkatimizi çekiyor:

•Sabah-akşam Rablerine ibâdet ederler. (Farzlarla iktifâ etmeyip, teheccüd, nâfile oruç, îtikâf ve benzeri mendup ibâdetlerle de günlerinin her vaktini zikirle, duayla, ibâdetle, hizmetle, kulluk tezâhürleriyle doldururlar.)

•Allâh’ın rızâsını isterler. (Sâdıkāne teveccühle O’nun zâtına yönelirler. Bu hususta tam teksif olmuşlardır.)

Bu görüşe muvâfık olarak;

Tasavvuf tarihi boyunca ribat, tekke, dergâh ve hankâh gibi mekânlar da, mescidin yanında bir mânevî eğitim mekânı olarak, suffenin bir devamı olarak görülebilir.

Yine ashâb-ı suffe şu âyet-i kerîmede, kendilerini Allah yoluna adayanlar olarak vasfedilmektedir:

“(Yapacağınız hayırlar😉 kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)

Müellifimiz; «Kök olarak ileri sürülen görüşler, cem edilebiliyorsa, cem edilir, hepsiyle birden anlaşılabilir.» demişti. Sonunda da bütün görüşlerin suffe ashâbının güzîde sıfatlarına bürünmek mânâsında birleştiğini ifade etti.

Burada birinci ve ikinci tarifi bir kenara bırakırsak, «sıfat» kökünden gelme, «safâ» kökünden gelme veya «suffe ehline mensup olma» görüşleri, türemiş kelimeyle kendisinden türediği kök kelime arasındaki irtibatın güzel bir şekilde kurulabildiği misaller olarak karşımıza çıkar.

Nitekim kendisi de bu irtibatı kurmaya çalıştı.

Hulâsa edelim:

•«Sıfat» kökünden gelmiştir. Çünkü tasavvuf iyi huylarla bezenmek, onları bir sıfat hâline getirmektir. Kötü sıfatları da terk etmektir.

«Yün» görüşündeki teslîmiyet (bir başka görüşe göre tevâzu) ve «sûfetü’l-kafâ»daki yumuşaklık görüşleri de bu sıfat görüşüne dar çerçevede birer misal olarak görülebilir.

•«Safâ» kökünden gelmiştir. Demek ki sûfî dediğimiz tasavvuf erbâbı; «Saf, arı, duru insan» demektir. «Karışığı, eğrisi olmayan kimse» demektir. Burada da aynı mülâhazayı görüyoruz. Tasavvufun gaye ve mevzuu itibarıyla; «nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi, kalb-i selîme ulaşma» gayretleriyle «safâ» kelimesinin bağlantısı gayet açıktır.

•«Suffe ehli»nden menkuldür. Çünkü tasavvuf, suffe ashâbının sıfatlarına bürünmektir. Onlar da berrak aynalar gibi, Rasûlullah Efendimiz’deki ihsan şuurunu yansıtan ashâb-ı güzîndir.

Rabbimiz; tasaffî edip, suffe ashâbının sıfatlarıyla muttasıf olabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn…

______________________________

* Ebu’l-Feth Alî bin Muhammed (Ahmed) bin Hüseyn (Hasen) bin Yûsuf bin Muhammed bin Abdilazîz el-Büstî (ö. 400/1010), hikemiyatıyla tanınan şair, edip ve kâtip bir şahsiyettir. (DİA)