ALLÂH’A KULLUKTA CENNETİN YERİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Allah;

“Cennete girmek için yarışın.” (Âl-i İmrân, 133; el-Hadîd, 21) buyurur. Cennet yüce Allâh’ın mü’minlere ikrâmıdır. Yine âyet-i kerîmede;

“Allah; mü’minlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti vermek üzere satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) buyurulur. Sahâbe-i kiram efendilerimiz, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bey‘at ederken sormuşlar:

“–Bunun karşılığında bize ne var yâ Rasûlâllah?”

Peygamber Efendimiz de;

“–Cennet var.” buyurmuştur. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Tasavvuf yolundaki bazı zâtların; ibâdeti, Allâh’a kulluğu, cenneti kazanmak yahut cehennemden kurtulmak için yapmadıkları, hattâ cenneti istemedikleri, yalnızca Allâh’a vuslatı istedikleri yolunda bizlere ulaşmış bazı ifadeleri vardır.

Bunların en meşhuru Yûnus Emre Hazretleri’nin şu mısralarıdır:

Cennet cennet dedikleri,
Bir ev ile birkaç hûrî,
İsteyene ver Sen ânı,
Bana Sen’i gerek Sen’i!..

Kimi âlimler; bu tarz ifadelerin, yukarıda zikrettiğimiz cennet telâkkîsine ters düştüğü, Allâh’ın en yüce ikrâmını tahfif etmek, hafife almak demek olacağı yönünde îkazlarda bulunmuşlardır. Muhtemelen Hak yoldan sapan Bâtınîlerin böyle sözleri istismâr etmelerine mâni olmak istemişlerdir.

Aslında, cenneti istemek Allâh’ın rızâsını istemektir. Çünkü Allâh’ın rızâsına nâil olmadan cenneti kazanmak mümkün değildir. Yani cennet; Allâh’ı memnun ettikten sonra kazanılabilecek bir yer olduğu için, cenneti isterken Allâh’ın rızâsını istemiş olursun.

Burada Yûnus, -hâşâ- cenneti küçümsemiyor, cenneti sıradan insanların arzu edeceği, basit bir şey olarak görmüyor. Aksine daha büyük düşünüyor. Yani âdeta diyor ki:

–Sen cennetin de sahibi olan Allâh’ın rızâsını kazandığın zaman otomatik olarak zaten cenneti kazanmış oluyorsun.

Bir hikâye anlatılır:

Halîfe Harun Reşid, bir gün câriyelerine;

“–Dileyin benden ne dilerseniz!” demiş.

O gözdelerden kimi saray istemiş, kimi altın-mücevherat istemiş, kimi ipekli-süslü elbiseler istemiş…

Siyâhî bir câriye varmış ki o da;

“–Ben, seni istiyorum padişahım!” demiş.

Halîfe;

“–Başka bir şey iste!” diye ısrar etse de;

“–Hayır, ben seni istiyorum.” demiş.

Niye? Çünkü halîfeyi aldın mı bütün zenginlikleri almış oluyorsun. Tabiî ki onun da o câriyeyi istemesi lâzım. Yani karşılıklı bir rızâ ve muhabbetin ehemmiyeti vurgulanmış oluyor.

Ebû Hanîfe Hazretleri hakkında rivâyet edilir.

“Kâbe’yi ilk görüşte yapılan duâ kabuldür.” diye bir söz var. Ebû Hanîfe Hazretleri de Kâbe’yi ilk görüşte şöyle duâ etmiş:

“Yâ Rabbî! Bütün duâlarımı kabul et!”

Dolayısıyla,

Cenneti istemek meşrûdur, haklıdır. Cenâb-ı Hakk’ın teşvik ettiği, ödül koyduğu bir mükâfâtı istemektir.

Sadece Allâh’ın rızâsını isteyen, hedefleyen de haklı bir talepte bulunuyor.

Bunlar herkesin mânevî hâliyle alâkalıdır. Herkes kendi hâline göre talepte bulunur. Tasavvuf dilinde «hâl» denilir. Yani her zaman bulunmayan, bir âna mahsus olarak tecellî eden mânevî bir vaziyettir. O anda ne yaptığınızın farkında bile olmazsınız. Durumun, pozisyonun ağırlığı size bir iş yükler.

Meselâ;

Görür veya duyarsınız, bir anne çocuğunu ezmek üzere olan bir arabayı tek elle kaldırıverir.

Çanakkale Savaşında Seyid Onbaşı, 215 kilo gelen mermiyi kaldırıp namluya sürmüş. Daha sonra;

“–Yine kaldır!” demişler.

“–Yok, o hâl o zamandı.” demiş.

İşte rûhâniyetle dolu bir ânında insan kendini Cenâb-ı Allâh’a o kadar yakın hisseder ki, arada hiçbir şeyi gözü görmez;

“–Allâh’ım! Sen’in rızân dışında hiçbir şey istemiyorum!” der.

Ancak «hâl» dediğimiz bu hissiyat, -tabiri câizse- bir müddet sonra normalleşir. Yani tekrar normal insan durumuna gelir. O zaman cennet de ister, hûrî de ister. Nitekim Yûnus Emre Hazretleri’nin de cenneti medh ü senâ eden mısraları vardır.

Binâenaleyh özü itibarıyla bunlar aslında birbirine zıt olan şeyler değildir.

Cenneti isteyen Allâh’ı istemektedir. Cehennemden korkan da Allâh’ın gazabından O’nun rahmetine sığınmaktadır.

Bu ve benzeri telâkkîleri sadece Yûnus dile getirmiş de değildir:

İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle diyor:

“(Bakara Sûresi 139.) âyetin sonundaki:

«Biz yalnız Allâh’a ibâdet ederiz.» sözünde; âriflerin Rablerine, cennet arzusu ve cehennem korkusu ile ibâdet etmediklerine işaret vardır.

Allah Teâlâ, Zebûr’da şöyle buyurur:

«Bana cennet ümidi ve cehennem korkusu ile ibâdet edenden daha zâlim kim olabilir? Şayet cennet ve cehennemi yaratmamış olsaydım, ibâdete müstehak olmayacak mıydım?»

Âbid, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanmada O’na bir köle gibi bütün benliğiyle ibâdet eder.” (Rûhu’l-Beyân, Erkam Yay., c. I, s. 61)

Yine Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh-’ten aktarılan bir hikmetli söz şöyledir:

“Ben Allah Teâlâ’ya sadece cennet sevâbı için ibâdet etmekten utanırım. Şu kötü işçi gibi ki; ücreti verilirse çalışır, verilmezse çalışmaz.

Bunun gibi Allah Teâlâ’ya sadece cehennem ateşinden korkum dolayısıyla ibâdet etmekten de utanırım. Fena bir köle gibi ki; korkarsa iş işler, korkmazsa işlemez.” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 95)

İşte Hak dostları bu incelikleri dile getirmek istiyorlar.

Şu âyet-i kerîme de cennet ile rızâ-yı ilâhî arasındaki derece farkına işaret etmektedir:

“Allah; mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va‘detti.

Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür.

İşte büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72)

Cenâb-ı Allah bizi râzı olduğu, cehenneminden âzâd ettiği ve cennetiyle âbâd ettiği kullarından eylesin. Âmîn…