Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -3- ALLÂH’IN RIZÂSINI GÖZETMEK

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk (v. 899/1494) Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

SIDKIN ÖLÇÜSÜ

Üçüncü kaidede, müellifimiz Ahmed Zerrûk, adını tasavvuf olarak koymasa da, Cenâb-ı Hakk’a sadâkatle yönelen herkesin tasavvufun hakikati içinde olduğunu bildirmişti. Ancak biliyoruz ki, kimileri şer-‘i şerîfe muhalif hâller içinde olduğu hâlde;

“–Ben Allâh’a samimî bir şekilde yöneliyorum, Rabbime samimî bir kul olmaya çalışıyorum.” iddiasındadır.

Hazret buna cevabı dördüncü kaidede vermektedir:

Dördüncü Kaide:

“Allâh’a yönelişin sıdkı / doğruluğu / samimiyeti, o yönelişin Allâh’ın râzı olduğu şekilde ve râzı olduğu şeylerle olması şartına bağlıdır. Bir şarta bağlı hususlar, şartın yokluğunda sahih olmazlar.”

«Şart»ın tarifinden de biliyoruz ki şart olmaksızın meşrut (şart koşulan şey) olmaz, sahih olmaz.

Ne demek şart?

Şart, usûl-i fıkıhta «vaz‘î hükümler» dediğimiz kısma dâhildir.

«Hüküm» ikiye ayrılmıştır:

Teklîfî hüküm: Allah Teâlâ biz kullarından birtakım şeyleri yapmamızı istiyor (farz, vâcib ve mendub), birtakım şeyleri yapmamamızı istiyor (haram, mekruh). Bazı şeylerde de bizi muhayyer bırakıyor (mubah). Bunlar teklîfî (mükellefiyetle alâkalı) hükümlerdir.

Vaz‘î hüküm: Hazret-i Şâri‘, (şerîatı koyan Allah Teâlâ ve O’nun emriyle hareket eden Rasûlullah Efendimiz) doğrudan mükellefiyetle alâkalı değil de bununla bağlantılı olacak şekilde; bir şeyi bir başka şeye şart, rükün, sebep veya illet kılmış olmasıdır. Buna da hükm-i ca‘lî veya hükm-i vaz‘î deniliyor.

Meselâ namazın şartlarından bir tanesi abdesttir. Abdest olmadan namaz olmaz. Namaz meşruttur, abdest şartıdır. Dolayısıyla namazın sahih olabilmesi için abdest şartının yerine gelmesi lâzım.

Binâenaleyh tasavvufun en özlü tarifi dediğimiz «sâdıkāne teveccüh»ün, sahih kabul edilmesi için; Allâh’ın râzı olduğu bir şekilde ve Allâh’ın râzı olduğu işlerle gerçekleştirilmesi şarttır.

Yoksa Allâh’ın râzı olmadığı birtakım işlerle kişi;

“Ben Allâh’ı böyle bulmaya çalışıyorum, benim maksadım Allâh’ın rızâsını elde etmek” derse, şart yerine gelmediği için burada sâdıkāne teveccüh; sâdık, dürüst ve samimî bir Allâh’a yöneliş mevzubahis olmaz.

Bu nokta çok önemlidir. Sahtekârları, hakikat ehlinden ayırt edebilmenin en önemli göstergelerinden biri budur:

Kul hayatı, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamalı ve O’nun râzı olduğu davranışlar, ameller ve işler sergilemelidir.

Allâh’ın râzı olduğu ve olmadığı usûl ve işleri nasıl anlarız?

O’nun kitâbından ve Rasûlü’nün teblîgātından anlarız.

Müellifimiz âyetlerden misaller veriyor:

وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ

“Allah kullarının kâfir olmasından râzı olmaz, memnun olmaz.” (ez-Zümer, 7)

“Öyleyse;

Sâdıkāne bir teveccüh için hakikî bir îmâna sahip olmak lâzımdır.”

وَاِنْ تَشْكُرُوا يَرْضَهُ۬ لَكُمْۜ

“Allâh’a şükrederseniz, Allah sizden râzı olur.” (ez-Zümer, 7)

“Öyleyse;

(Hakikî bir tasavvuf için) Allâh’ın râzı olduğu İslâm ile amel etmek lâzım.”

Binâenaleyh müellifimiz, bu girişin neticesinde, bir sonuç cümlesi söylüyor:

“Fıkıhsız tasavvuf olmaz.”

Tasavvuftan bahsedebilmemiz için fıkıh olmazsa olmazdır. Niye?

“Çünkü Cenâb-ı Allâh’ın zâhirî hükümlerinin bilinebilmesi fıkıhla mümkündür.”

Cenâb-ı Allah, İslâm’ı bize din olarak seçmiştir.

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan râzı / hoşnut oldum…” (el-Mâide, 3) buyurmuştur. Binâenaleyh tasavvuf olabilmesi için Allâh’ın hükümlerini bilmemiz ve onlarla amel etmemiz lâzım. O da ancak fıkıhla olur.

Peki, fıkıh tasavvufsuz olabilir mi?

“Fıkıh da tasavvufsuz olmaz.”

Çünkü fıkıh demek amel demektir.

“Amel de ancak sıdk ve Allah Teâlâ’ya teveccüh ile sahih olabilir.”

Yani namaz, oruç gibi ibâdetlerin kabul olabilmesi için kulun Allâh’a samimî bir şekilde yönelmesi gerekir. İşte o samimî yönelişin adına «tasavvuf» diyoruz. Siz başka isimler de verebilirsiniz. İhsan, zühd, takvâ veya başka bir isim. Ama ne derseniz deyin; onun içinde, mahiyetinde Allah’a samimî, kalpten bir yöneliş olması gerekir. Bu yönüyle de tasavvuf, fıkıhsız; fıkıh, tasavvufsuz olmaz.

“Ne tasavvuf ne fıkıh, îmansız olmaz.”

Çünkü îman yoksa ne tasavvuftan ne de fıkıhtan bahsedilebilir. Îmânın, olmazsa olmaz bir şart olduğu bedîhîdir, âşikârdır.

“Bunların ikisi de, diğeri olmadan sahih olmaz. Çünkü hüküm noktasında bunlar birbirine ayrılmaz bağlarla bağlanmıştır.”

Bunlar daima birbirini çağrıştırıyor. Şöyle ki; tasavvufun olabilmesi için Allâh’a nasıl ibâdet edeceğimizi bilmemiz gerekiyor. Onun yolu fıkıhtan geçiyor. Fıkhın olabilmesi için tasavvuf olmazsa olmaz. Çünkü fıkhın anlamı, samimî bir şekilde Allâh’a yönelmekle gerçekleşiyor. Bunların olabilmesi de îmansız mümkün değil. Çünkü îman olmadığı müddetçe ne tasavvuf söz konusu olabilir ne fıkıh söz konusu olabilir.

“Bu üçü arasında birbirini çağrıştırma, birbirini gerekli kılma türünden bir irtibat var.

Bu irtibat, tıpkı rûhun bedenle olan münasebeti gibidir. Yani ruh ancak bedenin içinde tam mânâsıyla var olabilmekte. Ceset de ancak ruh ile varlığının kemâline ulaşabilmekte. Böylece anla!..”

Cesette ruh varsa o bedenin bir mânâsı vardır. Yoksa ruh gittikten sonra en sevdiğiniz insan bile olsa; anneniz, babanız bile olsa; ciğerpâreniz, evlâdınız bile olsa, rûhu olmadıktan sonra o bedeni saklayamıyorsunuz. Toprağa teslim ediyorsunuz. Geldiği yere, ait olduğu yere ancak teslim edebiliyorsunuz. Çünkü ruhsuz cesedin bir varlığı yok.

Bir bedene yerleştirilmemiş ruh da yok gibi. O da varlığını bir beden içinde gösterebiliyor.

Binâenaleyh îmansız fıkhın, tasavvufun veya fıkıhsız tasavvufun veya tasavvufsuz fıkhın bir karşılığı yok. Tıpkı ruhsuz bedenin bir hayat sahibi olmasının mümkün olmadığı gibi. Burada İmam Mâlik’ten bir iktibas yapıyor Hazret:

“İmam Mâlik’in şu sözü bu hakikatin ifadesi içindir:

«Fıkıh ilmini ikmâl etmeden, ilmihâl bilgisini öğrenmeden sûfî olmaya çalışan kişi, zındık olur.»”

Niye? Çünkü fıkıh ölçüyü verir. Dengeyi oluşturur. Dengesi olmayan bir tasavvuf, ölçüyü karıştıran veya sâbiteleri olmayan bir tasavvuf insanı zındıklığa sürükler. Nitekim bunun örneklerini hem tarihimizde hem günümüzde çok net bir şekilde görüyoruz. Bundan dolayıdır ki tasavvufta esas, şerîata kılı kırk yararcasına bağlı olmaktır. Aksi olursa tasavvuf diye yola çıkan bir kimse -Allah muhafaza etsin- kuru bir zındık olarak karşımıza çıkar.

Nitekim ilk üç asrın sonrasında zamanla yozlaşmalar başlamış ve hicrî 5. asra gelindiğinde bu tür bâtınî hareketlerin yoğun olarak yaşandığı gözlenmiştir. Şöyle sapık düşünceleri yaydılar:

“Asıl olan bir kimsenin kalp temizliğidir; bizim için namaza, oruca gerek yok! Bunlar avâma gerek, biz havâssız!”

Bunlar insanı dinden îmandan uzaklaştıracak düşüncelerdir. Onun için evvelâ fıkıh öğrenilmelidir. Ardından bu ilim; fıkhın hakikatine, dînin rûhuna insanı erdirecek tasavvufla taçlandırılmalı. Tabiî fıkıh derken ilmihâl bilgisini kastediyoruz. Yoksa tafsilâtlı bir şekilde muâmelât, usûl vb. bütün teferruatıyla fıkhı bilmek, tasavvuf yoluna girmek için şart görülmez. Fakat kendi yaşayışında bilmesi zarûrî olan îman ve amel esaslarını herkes bilmelidir.

İmam Mâlik’in sözü devam ediyor:

«Fıkıh öğrenmiş, ibâdetlerin hükümlerini biliyor ama tasavvuf öğrenmemiş bir kimse fâsık olur/yoldan çıkar.»

Yani kuru kuruya bir fıkıhla ilgilenirse, bedenle alâkadar olup rûhu unutmuş kimse gibi olur. Samimiyetini kaybeder. Sâdıkāne bir yöneliş dediğimiz tasavvuf olmaksızın fıkıh insanı kurtarmaz.

«İkisini cem eden kimse işin hakikatine ulaşmış, tahakkuk etmiş, kendisini gerçekleştirmiş bir kul olarak istenilen kıvâma gelmiş demektir.»

İmam Zerrûk Hazretleri, İmam Mâlik’in bu sözünü şerh ediyor. Diyor ki:

“Birincinin (fıkıh öğrenmeden tasavvuf öğrenen bir kimsenin) zındık olmasının sebebi, hikmeti ve ahkâmı inkâra götüren cebir görüşüne kapılması ile olur.”

Cebriyye; «Her şey Allâh’ın iradesindedir. Allah emreder, biz yaparız. Kulda hiçbir irade yoktur.» şeklinde, yanlış bir akîdeyi yayanların görüşüdür. Allâh’ın mutlak iradesine atıf yapan âyet ve hadisleri istismâr eden ve bu yolla, imtihanı, ahkâmı, hikmeti tamamen inkâra götüren bir inanç sapmasıdır.

“Namaz kılmıyorsam Allâh’ın takdiri kardeşim. Benim ne suçum var?!. Ben Allâh’ın iradesine teslimim. Her şeyde asıl olan Allâh’ın iradesi değil mi?” gibi hezeyanlarla, haramları işler, farzları terk ederler. Bunun üzerine bir de mârifet bahisleri açarlar!..

Câhiliyyede de böyle bir cebir anlayışı vardı:

“Putperestler diyecekler ki:

«–Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.»

Onlardan öncekiler de aynı şekilde (peygamberleri) yalanladılar ve sonunda azâbımızı tattılar. De ki:

«–Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.»” (el-En‘âm, 148)

Meselenin doğrusu şudur:

Cenâb-ı Allah kullarına bir cüz’î irâde vermiştir. Kullar imtihana dâhil olan ihtiyârî fiillerini bu iradeyle seçerler. Cenâb-ı Hak imtihan sebebiyle bu seçimleri yaratır ve kullar o fiili işlemiş, kesbetmiş olurlar. Neticeleriyle de ceza veya mükâfat görürler. Cenâb-ı Hak lutfuyla kulun yanlış bir fiilini yaratmaz ise bu kulun lehinedir. Fakat kul istemediği hâlde Allah kuluna günah işletmez. Çünkü Allah bunlardan râzı değildir.

Tasavvufta bazı merhalelerde sâlikin tamamen Allâh’ın iradesine râm olması, rüzgârın önündeki bir ağaç yaprağı gibi bir tevekkül, rızâ ve teslîmiyet içinde bulunması gibi hâller ve makamlar vardır. Bu hâllerini dile getirenler;

“–Biz Allah’tan gelen her şeye râzıyız.” mânâsına bu ifadeleri söylemektedir. Yoksa;

“–Yaptığımız, ettiğimiz işlerde bizim bir sorumluluğumuz yoktur!” mânâsına değil. Eğer böyle kullanılırsa çok yanlış olmuş olur. Bu; Allah muhafaza etsin insanı dinden çıkarabilir, zındık edebilir.

İmam Zerrûk Hazretleri, İmam Mâlik’in sözünün ikinci kısmını da şöyle şerh ediyor:

“İkincinin (yani tasavvufu bırakarak, sadece fıkıhla meşgul olan kimsenin) fâsık olmasının yani yoldan çıkmasının sebebi de şudur: Onun ameli sıdk-ı teveccühten ve ihlâstan mahrum kalmıştır. Hâlbuki sâdıkāne teveccüh; kişiyi Allâh’a isyan etmekten, günahları işlemekten koruyan bir perdedir. İhlâs ise Allah için yapılacak amellerin şartıdır.”

Yani kişi fıkıh tahsil ediyor; ameli var ama huşû, mâneviyat ve rûhâniyeti yok. Allâh’a sâdıkāne bir yönelişi yok. Böyle kişinin namazı günahtan alıkoymuyor, yalandan alıkoymuyor. İhlâssız bir ameli var. Kuru kuruya yapılan bir amelin Allah için yapılması gerekirken, kimin için olduğu belli olmayan bir amelin de insana bir fayda sağlamayacağı âşikârdır. İşin mânâ ve ruh buudu olmayınca tek kanatlı bir kuş gibi yerinde döneceği, saâdet iklimine uçamayacağı belli.

Hazret, yine amel var da ihlâs yok diyor… Bugün maâzallah ilâhiyat ilimlerini tamamen profesyonel akademik bir uğraş olarak görüp işin tatbikatıyla hiçbir irtibatı olmayanlar da var ki; onların ihlâslı veya ihlâssız hiçbir ameli, sâdık veya gayr-ı sâdık hiçbir teveccühü yok. Rabbim muhafaza eylesin.

“Üçüncünün (yani tasavvufu ve fıkhı cem eden kişinin) işin hakikatine varması ise; hakikati, bizzat hakka sarılarak yerine getirdiği içindir. Bunu bilesin.”

Yani bu maddenin başında söylediği üzere, Allâh’a yönelirken O’nun rızâsını gözetmiştir. Kitap ve Sünnet muhtevâsında Allâh’ın murâdını zâhiriyle ve bâtınıyla öğrenmiş ve ihlâsla yerine getirmiştir. Kul, işte bu kuldur. Allâh’ın murâdı olan, Allâh’ın biz kullarından dilediği, irade ettiği hem dînin hükümlerini yerine getirmek hem o hükümleri yerine getirirken de sadece ve sadece Cenâb-ı Allâh’a samimî bir yöneliş içerisinde olmaktır. Bir kimse eğer bu hakikati anlayabilirse, o zaman meselenin esasına vâkıf olmuş olur.

Rabbim akîde, düşünce ve amellerimizi rızâsına muvâfık eylesin. Âmîn…

 

ORUÇ ve AŞI ÜZERİNE BİR MÜLÂHAZA

Bu sene, Ramazân-ı Şerîf’i, salgın hastalığa karşı aşılama faaliyetleri yoğun bir şekilde devam ederken idrâk ettik. Bu sebeple;

“Aşı orucu bozar mı?” suâli gündemi meşgul etti. Diyanet İşleri Başkanlığı, İmâmeyn’e (İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’a) nisbet edilen karın yarasına konulan ve vücuda nüfuz eden ilâcın orucu bozmayacağı görüşünden hareketle «aşının orucu bozmayacağı» fetvâsını verdi. Ancak fetvâ veren herkes, mümkün ise aşının iftardan sonraya bırakılmasının daha uygun olacağını da ekledi. Hattâ bir ilâve daha yaparak; «Oruçlu olarak aşı yaptıranlar, Ramazan’dan sonra bir gün kazâ etseler daha iyi olur.» da dediler. Demek ki, fetvâyı verenlerin de içine sinmeyen bir şeyler var.

Son yıllarda; sadece aşı değil, diğer enjeksiyonlar, astım ilâçları, dil altı hapları gibi birçok tedavi usûlünün orucu bozmayacağı yönünde fetvâlar duyuluyor.

Ancak kanaatimizce bu fetvâlar isabetli değildir.

Umumî prensip, vücuda giren her şeyin orucu bozacağıdır. Tabiî menfez olsun olmasın, gıdâ verici olsun olmasın her türlü nüfûz orucu bozar. Bu, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. Mezhepte tercih edilen görüş de budur.

Endişemiz şudur:

Orucu bozmaz istisnâları artırıldıkça, orucun mahiyetine dair gelecek nesillerde bir inhiraf yaşanması problemi gündeme gelebilir. Teknoloji gelişmekte, çok değişik tedavi, gıdâlanma ve keyif alma usûlleri ortaya çıkmaktadır. Meselâ aynı bakış açısıyla nikotin bantlarının da orucu bozmayacağı iddia edilmiştir. Bu gidişin hayra olmadığı açıktır. Orucun mahiyetini muhafaza etmekte fayda vardır.

İslâm bir bütündür. Dînimizde sıhhat sebebiyle orucu tutamayacaklara kademeli iki yol gösterilmiştir:

•Uzun süreli olmayan bir rahatsızlık mevzubahis ise, Ramazan’dan sonra bu orucu tutar.

•Oruca mâni olan tedavi ve rahatsızlık devamlı ise, tutulamayan her oruç için fidye verir.

Herkesin orucunu meşrû saymaya çalışmak; bir taraftan orucun mahiyetini, bir taraftan da bu sistemi bozmak olur. Çünkü toplumda sıhhati veya tedavisi gereği orucu tutamayacak ve bunun yerine fidye verecek kişilerin mevcudiyeti, en başta esas alınmıştır. Belki fukarânın rızkı için bir tedbir olmuştur. Meselâ dilaltı hapı kullanmak zorunda olan bir kişiye; “Orucun bozulmaz!” demek, onun fakirlere fidye vermesinin önüne geçmekle neticelenmektedir.

Başka bir endişe, enjeksiyon vb. usûllere fetvâ verilirken en başta «zarûrî» olduğu kaydı ifade ediliyor. Ancak gitgide; «Nasıl olsa bozmuyor…» denilerek bunların zarûrî olmayanları da devreye giriyor. Bu da orucun mahiyetini bozmak dediğimiz endişeyi haklı kılar.

Ayrıca dînimizde hastalığın veya tedavinin farz oruca mâni olduğu kararını hâzık bir hekimin vermesi îcâb eder. Bugün bazı tıbbî işlemlerin zarûret değil, hayat standardını iyileştirmeye yönelik olduğunu biliyoruz.

Kur’ân oruçtan bahsederken; “sizden öncekilere farz kılındığı gibi” buyuruyor. Fakat bugün görüyoruz ki; hıristiyanlar, orucu hayvânî gıdâlardan uzak durmak seviyesinde bir perhize kadar düşürmüşlerdir.

Bir mesele de Ramazân-ı Şerîf’in mehâbeti ile alâkalıdır.

Ehl-i dünya bir kişi; yaz tatilinin ortasına bir ameliyatını, bir diş tedavisini getirmek istemez. Tatilin tadını çıkarmak ister. Onu programlar. Bir müslüman da Ramazân-ı Şerîf’e husûsî hazırlanmalıdır. Tedavilerini başka zamanlarda veya iftar sonrasına programlamalıdır. Eğer zarûret varsa, bir enjeksiyon gerçekleştirdiyse Ramazan orucuna hürmeten onu tamamlamalı ve sonrasında kazâ etmelidir.

Rabbimiz hepimizin oruçlarını makbul eylesin.