RASÛLULLAH (S.a.s.)’İN HİCRETİ -9-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

İzciler de, iz peşinde gidenler de kudurmuş gibiydiler! Ebû Cehil ile Ümeyye bin Halef, o kadar öfkelenmişlerdi ki, neredeyse birbirlerine gireceklerdi!

–Sizin peşinize takılmakla hata ederek, zaman kaybettik. Buralara niye gelsinler ki? Onların gideceği yer Yesrib, burası ise tam ters istikamette!

–Daha ne duruyoruz burada öyleyse? Yeterince zaman kaybettik zaten!

Öfkeyle birbirlerine bağırırlarken, Ebû Cehil, lâfı getirip ısrarla aynı şeylere vurgu yapıyordu. Bunları söylerken de, artan bir öfkeyle ağzından köpükler saçarak bağırıyordu:

–Biz göremezsek de O bizi görüyordur muhakkak! Görüp de gülüyordur bizim bu hâlimize! Ben buna eminim!1

–Yesrib istikametine, Yesrib tarafına dönelim; hadi!

Aradıklarını bulamamanın yanında, bir de kaybettikleri zamana yanan hâin müşrikler; daha fazla zaman kaybetmemek için, dağdan aşağı düşe kalka indiler. Bütün arama taramaları Yesrib istikametine çevireceklerdi artık.2

Kendilerini lider diye dayatan liderler, gerçek liderin peşine düşmüşlerdi! Ama bu sahte liderler, asıl lidere tâbî olmak için çıkmamışlardı yola! O’nu ortadan kaldırmak için düşmüşlerdi peşine! Sahte liderler, gerçek liderin peşindeydiler.

Liderlerin lideri ise, kendisinden sonraki gerçek lider Hazret-i Ebûbekir ile beraberdi!

Rasûlullah -aleyhisselâm-; perşembeyi cumaya bağlayan gece, Hazret-i Ebûbekir ile beraber, Sevr Mağarası’na girmişti. Cuma, cumartesi ve pazar günlerini orada geçirdiler. Bu üç günlük süre içinde, mağarada yaşananlar, ileride birçok ilim dallarının doğuşuna kaynaklık edecek kadar önemli şeylerdi. Biz burada haddimizi aşarak o hassas meselelere girmiyor, hâdisenin bu kısmını alanın asıl ehillerine bırakıyoruz.

Hicret yoluna çıkmadan önce, her şeyi en ince ayrıntısına kadar plânlamışlardı. Bu plânlama içinde, yeni gelişmeler olursa, ona karşı nasıl bir davranış sergileyeceklerine dair konular bile görüşülmüştü. Yani şöyle olursa böyle olacak, yok eğer aksi olursa şöyle olacak, o da olmazsa böyle olacak gibi; üç-dört merhalede tedbirler düşünülmüştü. Bu yüzden, bütün işler; bu tedbirler üzerinden sağlıklı bir şekilde yürüyordu.3

Rasûlullah -aleyhisselâm- ile Hazret-i Ebûbekir; yapılan plânlamaya göre hareket ederken, bir yandan da yeni tedbirler geliştiriyorlardı. Bu arada yaşanan gelişmeleri, aileleri ile paylaşıp, onların endişelerini de günbegün gideriyorlardı. Her şey iyi yürüdüğü gibi, haber ağı da iyi yürüyordu.

Hazret-i Ebûbekir’in oğlu Abdullah, yaşına göre çok anlayışlı ve çok da becerikli bir gençti. O da bu plânlamanın içindeydi. Plânlama gereği; her gece gelip, Rasûlullah -aleyhisselâm- ve babasıyla beraber Sevr Mağarası’nda geceler, seher vakti yanlarından ayrılarak, evinde gecelemiş gibi bir intibâ verirdi. Bu evin sürekli takibat altında tutulduğunu bildiği için; eve giriş çıkışları gizli yapar, ama sabahleyin çıkışını herkesin görebileceği bir şekilde açıkça yaparak, müşrikleri tamamen yanıltır, onlar bunun farkına bile varamazlardı. Bu da bir tedbirdi. O; sadece müşrikleri yanıltmakla kalmıyor, aynı zamanda mağarada neler yaşanmışsa, gelip evdekilere bilgi verirken, evde ve çarşı-pazarda nelerin olup bittiğini de, götürüp mağara sâkinlerine aktarıyordu. Bu durum üç gece boyunca hiç aksamadan sürdü.4

Hazret-i Âmir bin Füheyre de vardı işin içinde. Hazret-i Ebûbekir’in âzadlısı olan Âmir; Hazret-i Ebûbekir’e ait sürüyü, Mekkelilerin diğer çobanlarıyla birlikte yayardı. Sabahleyin onlarla birlikte çıkar, akşam dönüşünde ise, sürünün yürüyüşünü ağırlaştırıp çobanlardan geride kalır, gece karanlığı basınca, sürüsüyle birlikte Sevr Mağarası’na dönerdi. Rasûlullah -aleyhisselâm- ile Hazret-i Ebûbekir, ihtiyaçları olan sütü sağıp alırlardı. Âmir bin Füheyre; gecenin sonuna doğru sağmal koyuna seslenir, onu alıp ötekilerle birlikte mağaranın önüne götürürdü. Sabahleyin erkenden evine dönen Abdullâh’ın ayak izlerini de, arkasından götürdüğü sürüyle siler, belirsiz eder, otlakta Mekke çobanlarıyla beraber sabahlardı. Çoban arkadaşları da olan biteni anlamaz, bu işin farkına varmazlardı.5

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; Mekke Dönemi boyunca müşriklerin işkenceleri altında kıvranan çokça müslüman köleyi onlardan satın alıp âzâd etmiş, müslümanları güçlendirmek için servetini harcamaktan geri durmamıştı. Mekke’nin hatırı sayılır zenginlerinden olduğu hâlde, malının büyük bir kısmını bu yolda harcadığı için, orta hâlli bir duruma gelmişti. Hem yol boyu ve hem de Medine’ye varınca lâzım olacağı için, oğlu Abdullâh’ı gönderip, evdekilere yetecek kadar bıraktıktan sonra, geri kalan parayı Sevr’e getirtti.6

Hazret-i Ebûbekir’in bütün parasını getirttiğini, eve hiç para bırakmadığını anlatan kaynaklar da vardır. Ancak bunun hatalı olduğunu düşünüyoruz. Rasûlullah -aleyhisselâm- ile sâdık yol arkadaşı, geride bıraktıklarını mağdur edecek değillerdi herhâlde. Bu konuda Hazret-i Esmâ -radıyallâhu anhâ-’dan gelen rivâyet, sanırım farklı yorumlara sebep olmuştur.7

Hazret-i Esmâ, ileride bu hâdiseyi anlatırken şöyle diyecekti:

–Babam Ebûbekir, Rasûlullah -aleyhisselâm- ile beraber hicret ederken, evdeki parasını da yanına aldı. Onlar gittikten sonra dedem Ebû Kuhâfe bize gelip;

“–Ebûbekir, bütün parasını götürerek sizi mağdur etti mi?” diye sordu. Dedemin gözleri görmüyordu. Ben de babamın parasını koyduğu yere çakıl taşları döküp, üzerine de eve bıraktığı parayı koydum. Dedemi oraya götürüp;

“–Bize yeterince para bıraktı, elini şuraya dokun, anlarsın.” dedim. Dedem de eliyle yoklayınca, bütün hepsini para zannederek;

“–Yeterinden çok daha fazla para bırakmış.” diye, rahatladı.8

Burada atlanmaması gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardır. Hicret hâdisesinin hiçbir sahnesinde, Hazret-i Abbâs ve ailesi ile alâkalı bir rivâyet yoktur yahut biz ulaşamadık. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın sevgili amcası olan Hazret-i Abbâs, hanımı Ümmü’l-Fadl Lübâbe ile beraber sevgili yeğenine çok düşkündü. Rasûlullah da hem amcasını ve hem de yengesini çok severdi. Hazret-i Abbâs’ın, İslâm’a giriş zamanı ile ilgili rivâyetler çok farklı olduğu için olsa gerek, hicret mevzuunda onunla alâkalı bir rivâyeti göremiyoruz. Yani karşılıklı birbirlerini çok sevip saysalar da; hicret hâdisesinde olduğu gibi, bazı konular, en yakınları ile dahî paylaşılamıyor diye düşünüyoruz.

Muhtemeldir ki; Rasûlullah -aleyhisselâm- hicret edip Medine’ye gittikten sonra, arkada bıraktıklarına, sevgili amcasının sahip çıkacağını düşünmüştür. Akabe Bey‘atı esnasında yanında olan Abbâs Amca idi. Medineli müslümanların ısrarlı davetlerinin bir numaralı şâhidiydi. Sevgili yeğeninin Medine’ye gideceğini biliyordu. Ama ne zaman hicret edeceğini bilmiyordu. Kaldı ki, bunca sahâbî gitmiş, ama Rasûlullah henüz gitmemişti.

Peygamber Efendimiz, bütün her şeyi hassâsiyetle yürütüyordu.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_______________

1 Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, 209.

2 Yâkûbî, Târîhu’l-Yâkûbî, c. 2, s. 39.

3 Şimdilerde buna A plânı, B plânı, C plânı gibi ifadeler kullanılıp, birilerinin geliştirdiği strateji olarak sunuluyor. Burada gördüğümüz gibi ve yine bugünkü dille ifade edecek olursak, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın D plânının bile olduğunu görürüz. Yani böylesine bir plânlama da, Rasûlullah -aleyhisselâm- tarafından ortaya konmuştur. Daha doğrusu, Cenâb-ı Hak bunu kullarına vahiyle bizzat öğretmiştir. Âyet-i kerîmelerde; «şöyle olursa, böyle yapın», «böyle olduğunda, şunu yapın», «şu şöyle gelişmezse, onu böyle yapın», «eğer şunu yaparlarsa, siz de şöyle yapın» gibi, çokça ifadeler görürüz. Müslüman oldukları hâlde, Kur’ân dışında kurtuluş arayanlar, buradaki incelikleri göremiyorlar maalesef.

4 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 130; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 247.

5 Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 475; Haysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 6, s. 53.

6 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 133; İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 3, s. 172; Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 261; İbn-i Seyyidi’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 187.

7 Böyle konular anlatılırken, sürekli fakirlik üzerinden gidilerek, büyük hata yapıldığı kanaatindeyiz. Bir yandan kimseyi mağdur etmememiz gerektiği şekliyle İslâm’ın bu prensibini anlatırız, ama diğer yandan da; «Onlara hiçbir şey bırakmadı!» diyerek, çelişkiye düşeriz. Burada bırakılan mal çok değil, yeterincedir.

8 İbn-i Sa’d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 8, s. 249-255; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 375-380; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, c. 24, s. 87-131; İbn-i Abdilberr, el-İstiâb fî Ma‘rifeti’l-Ashâb, c. 4, s. 232-234; İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe Fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe, c. 7, s. 9-10; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 2, s. 287-296.