MUHAFAZA ETMELİYİZ!

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Bir terzi, sâlihlerden bir zâta sordu:

“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

«Allah Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.» (Tirmizî, Deavât, 98/3537) hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?”

O zât da adama dönüp;

“–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?” diye bir başka soru yönelterek cevap verdi. Mükâleme şöyle devam etti:

“–Terziyim, elbise dikerim.”

“–Peki, terzilikte en kolay şey nedir?”

“–Tabiî ki makası tutup kumaşı kesmektir.”

“–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?”

“–Otuz seneden beri.”

“–Öyleyse, canın gırtlağına geldiği zaman da rahatça kumaş kesebilirsin herhâlde?”

Terzi;

“–Hayır, kesemem.” dedi.

Bu cevap üzerine sâlih zâtın söylediği sözler, idrakleri harekete geçirecek mahiyette:

“–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene de kolaylıkla yaptığın bir işi, ölümle karşı karşıya geldiğinde yapamazsan; ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o anda nasıl yapabilirsin ki?

Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasip olmayabilir…

Yoksa sen;

«Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 65) sözünü hiç işitmedin mi?”

Evet;

Ölüm gelmeden evvel…

Bu ifadenin tefekkürü çok mühim. Zira elimizde şu an pek çok imkân var. Fakat ecelimizle karşılaştıktan sonra elimizde-avucumuzda hiçbir şey kalmayacak.

Rivâyete göre İlyas -aleyhisselâm- Azrâil’le karşılaşınca ürpermişti.

Bunun üzerine Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bir peygambersin ey İlyas, ölümden mi korktun?”

Hazret-i İlyas şöyle cevap verdi:

“–Hayır, ölümden ürkmedim. Fakat hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibâdetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan bir lezzet alıyordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.”

Bakınız bir peygamber bile ömrü bittiğinde üzülüyor.

Acaba bizler o gün geldiğinde ne kadar şiddetli bir hüzne gark olacağız?

İşte;

Bu muhasebeyle ve bu şuurla, henüz hayattayken, elimizdeki fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. Nitekim yarınki pişmanlıkları azaltmak, ancak bugünkü gayretlerle mümkündür.

Bu münasebetle;

Bilhassa içerisinde bulunduğumuz üç aylardan ziyadesiyle faydalanmalıyız.

Çünkü Cenâb-ı Allah;

Rahmet, mağfiret, rûhâniyet ve fazîlet mevsimi olan bu ayları âdeta; ömrümüzü daha verimli değerlendirebilelim, daha çok ecir kazanabilelim ve günahlarımızı affettirebilelim diye istifademize sunmuş.

Bizler de ibâdetlerimizi çoğaltmalı, varsa kazâ namazları kılmalı, oruçlar tutmalı, gücümüz nispetinde hayır-hasenatlar yapmalı, fakirlerin, kimsesizlerin ve gariplerin civarında bulunmalı ve gönüller almalıyız.

Bir de;

Bunlarla beraber bir hususa daha dikkat etmeliyiz. O da şu:

Yaptığımız bütün sâlih amellerin muhafazası!

Çünkü Peygamber Efendimiz’in «gerçek müflis» (Bkz. Müslim, Birr, 59. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 2) diye ifade buyurduğu bir tabir var. Bu tabir bize şunu öğretiyor:

Muhafaza etmediğimiz zaman bütün sevaplarımızı, güzelliklerimizi ve iyiliklerimizi kaybedebiliriz.

Öyleyse;

Muhafaza şart!

Ölüm gelmeden evvel…

Hem de her güzel ve hayırlı mevzuda. Meselâ;

Rûhânî ve mânevî istîdatlarımızı inkişâf ettirmeliyiz. Ama kazandığımız bu kıvâmı, aynı zamanda şeytanın desîselerine ve nefsimizin dürtülerine karşı da muhafaza etmeliyiz.

Evlerimizi huzurlu aile yuvaları hâline getirmeliyiz. Ama aynı zamanda kendimizi ve ailemizi cehennem yakıtı olmaktan da muhafaza etmeliyiz.

Şuurlu, şahsiyetli, ahlâklı ve dindar bir nesil yetiştirmeliyiz. Ama aynı zamanda dünyanın tuzaklarına ve düşmanlarımızın tehlikeli oyunlarına karşı da muhafaza etmeliyiz!

Aksi takdirde;

Kaybederiz.

Kazandığımız güzel hasletleri, bir anlık nefis dürtüsüyle yitiririz. Gözettiğimiz pek çok dînî hassâsiyetlerimiz, şeytanın aldatmacalarıyla zayıflar. Zaman içerisinde kaybolur gider.

«Bizim insanımız» diye gösterdiğimiz kimseler, başkalarının güdümüne girer ve bize, kültürümüze, inançlarımıza muhalif düşen felsefelerle yaşarlar.

“Sonra tevbe eder, sâlihlerden olurum…” diye diye, bir ömür, günah bataklığında batıp dururlar.

Şayet muhafaza etmezsek; nesillerimizi kaybederiz. Daha sonra, doğduklarında kokularını içimize çekip bağrımıza bastığımız o ciğerpârelerimizi; gayr-i müslim milletlerin bağrından toplarız. Büyütürken ayağına en ufak dikenin batmasından bile imtinâ ettiğimiz o yavrularımızı; başkalarının ayaklarına çelme takan, hak-hukuk tanımayan zâlimler olarak görürüz. Daha konuşmayı dahî yeni öğrenirken, dizimize oturtup, ilk; «Allah bir!» dedirttiğimiz o evlâtlarımızı; kendi ahlâklarını, şahsiyetlerini ve dinlerini bozanlara hayran bir vaziyette buluruz.

Bu yüzden;

Dünyada âhiretin unutulduğu bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde, bilhassa üç ayları yaşarken daha gayretli olmalıyız.

Ömür boyu hiç yaşanmayan güzelliklerin, son nefeste de yerine getirilebilmesinin mümkün olamayacağının idrâkiyle, bir ömür fazîlet dairesinde yaşamalıyız. Her dâim dînî vecîbelerimizi yerine getirmeli, hayatımızı takvâ üzere idâme ettirmeli ve evlâtlarımızı takvâ üzere yetiştirmeliyiz.

Dînî yaşayışımızı, mukaddesâtımızı, hassâsiyetlerimizi, sâlih amellerimizi ve nesillerimizi bir ömür boyunca;

250.000 vatan evlâdının Çanakkale’de; dînimizin, vatanımızın, nâmusumuzun, birliğimizin ve neslimizin muhafazası maksadıyla gözü kapalı şehâdete koşmasındaki azmin ve rûhun aynısıyla;

Muhafaza etmeliyiz!