LÂL DURAĞI

Sebahat Özenmiş TUZALAN sotuzalan@gmail.com

Göz kapakları giderek ağırlaşıyordu. Bedeninin uyuşukluğuna mâni olmaya çalışsa bile; gözlerinde perdelenen güzellik, giderek sarılara, kızıllara ve tonlarına evriliyordu. Müstesnâ bir güneşi avuçlarının arasına bırakan yazdan, geriye sararan yapraklar kaldı. Sonbaharın tadını çıkarmak için; bedenleri körpecik, yapraklarını cömertçe insanlığa sunan ağaçları seyrederek, bir süre bu yaş almış mevsimi içine çekti. Ulu bir çınar görmeyeli, pek yalnız zamanlar olmuştu. İşte her yaştan, her boydan doyasıya renk cümbüşü uzanıyordu. Sorulan her soruya; yaşadığı gündelik hayatın aksine, ardı ardına cevap verecekti. Ansızın yapraklar, sessizliğinden beklediği buluşmanın rengine dönmeye başladı ve beklediği ses geldi.

“–Hâlâ susacak mısın?”

“–Bu denli susuşum bitti, artık hasretimin geçidi başlar.”

“–Hürmet edilecek neyin var?”

“–Hürmet edecek canım var.”

“–Zamanın hükmü nedir sence?”

“–Bazen bir melek dokunması kadar kısa, bazen düşünmek kadar uzun.”

“–Telâşı kimden giderirdin?”

“–Hikmet elinden bir yudum devşirenden.”

“–Artık var mı dilinde?”

“–Kimi zaman beyhude arayış, kimi zaman geri dönüş.”

“–Gideceğin en uzun yol nedir?”

“–Göreceğime vardığımda kalacağım yol.”

“–Sızı olsan n’ola şifan?”

“–Dinlendiren elemdir ancak benim devam.”

Karşılaştığı sorulara, birbiri ardınca gelen cevapları kadar şaşırmamıştı. Söyleyemediğinde, susmanın güzelliğini fark ettiğinden beri kendine bile böylesi yakın olmamıştı. Sıradaki soru gelmeden önce; ellerine, alnına, dahası ensesinden aşağıya musallat olan soğuk terine bir çare ararken, giderek yankılanan şu sesi duydu:

“–Artık soru sorma sırası sende, tamam olmak için dök şüphelerini!”

Yarı bulanık gözlerinde ve utancının nişânesi olan terli avuçlarında şimdi annesini anlamaya çalışıyordu:

“–Leylâ kızım uyan!..”