YETİME KANAT SÂLİHA BİR HANIM…
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Sahabe-i kiramdan Fâtıma bint-i Esed -radıyallâhu anhâ- Mekke’de doğdu. Hâşimoğullarına mensuptu. Amcasının oğlu Abdülmenaf, nâm-ı diğer Ebû Tâlib, ile evlendi. Tâlib, Akîl, Câfer ve Ali adında dört oğlu, Ümmü Hâni, Cümâne, Rayta ve Esmâ adında dört kızı dünyaya geldi.
Abdulmuttalip vefat edince Ebû Tâlib, ana-baba bir kardeşi Abdullâh’ın oğlu Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in himayesini üstlendi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcasının evine geldiğinde sekiz yaşında idi. Evin hanımı Fâtımâ bint-i Esed -radıyallâhu anhâ- yuvasına gelen bu yetim ve öksüz misafirin üzerine merhamet ve şefkat kanatlarını gerdi. Onu kendi evlâtlarından ayırmayıp bilâkis daha fazla ihtimam gösterdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- ile izdivâcına kadar, on yedi sene, bu evde yaşadı. Vefâlı Peygamberimiz, bu evde amcası ve yengesinden gördüğü iyilikleri ömür boyu unutmadı.
Fâtıma bint-i Esed -radıyallâhu anhâ-, 625 yılında Medine’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l Bakî‘dedir.
*
Ali bin Ebû Tâlib anlatır:
“Annem Fâtımâ bint-i Esed bin Hâşim vefât edince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu kendi gömleği ile kefenledi ve cenaze namazını kıldırdı. Kabre varıncaya kadar yetmiş tekbir getirdi. Sonra da kabrine indi. Mübârek elleriyle kabrin kenarlarına işaret ediyor ve sanki kabri genişletiyor ve düzeltiyordu. Daha sonra gözlerinden yaş akıtarak kabirden çıktı. Gözyaşları kabrin içine dökülüyordu. Defin işlemi bittikten sonra Ömer bin el-Hattâb şöyle dedi:
“–Ey Allâh’ın elçisi! Görüyorum ki, bu kadına yaptığınız muameleyi hiç kimseye yapmadınız (Acaba bunun sebebi nedir?)”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ömer bin el-Hattâb’ın bu sorusuna şöyle cevap verdi:
“–Ey Ömer! Bu hanımefendi beni doğuran annemden sonraki annemdir. Amcam Ebû Tâlib’in maddî durumu iyiydi. İyi bir iş adamıydı. Sofrası açıktı. Bizi her yemek vakti bu sofrada bir araya getirirdi. İşte bu hanımefendi; hazırladığı sofrada olanları bize yedirir, ben sofraya yetişmezsem payımı ayırır ve geldiğimde bana fazlasıyla ikrâm ederdi.
Şu anda Cebrâil -aleyhisselâm-; Azîz ve Celîl olan Rabbim’den aldığı haberi yani onun cennet ehlinden olduğunu ve Allâh’ın emriyle yetmiş bin meleğin onun cenazesinde hazır bulunduğu haberini bana ulaştırdı.” (Hâkim en-Nişâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 108) (EKEV Akademi Dergisi, sa. 32, s. 122, Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN, «Hazret-i Peygamber’in Anneleri»)
Bu mübârek anne bu fazîlete şu iki vasfıyla nâil oldu:
•Rasûlullah Efendimiz’deki fevkalâdeliği erkenden görme firâseti ve
•Bir yetimi mahzun etmeyen vicdan ve merhameti…
İMAM MÂTÜRÎDÎ NEREDE?
Muhammed bin Mahmud el-Mâtürîdî, dokuzuncu asrın ilk yarısında Semerkant’a bağlı Mâtürîd köyünde doğdu. Künyesi Ebû Mansûr’dur. İlim yolunda kendisinden bir buçuk asır önce yaşamış Ebû Hanîfe Hazretleri’ni takip etti. Kelâm, tefsir ve fıkıh alanında yoğunlaştı.
İmam Mâtürîdî, 944 yılında vefat etti. Kabri, Semerkant’tadır.
*
İmam Mâtürîdî’nin yaşlılık döneminde Abbâsî halîfesi el-Müttakî, fetvâ istemek üzere vazifelendirdiği bir kimseyi imama gönderir. Adam, İmam Mâtürîdî’nin bahçesine ulaştığında orada vasat giyimli bir adam görür. Onun İmam Mâtürîdî olduğuna ihtimal vermeyerek;
“–Mevlâmız (Efendimiz) nerede?” diye sorar;
“–Mevlâmız Allah’tır.” cevabını alır. Sorusunu;
“–Hoca nerede?” diye yenileyen adam bu defa da;
“–Hoca Muhammed Mustafâ’dır.” cevabını alır. Son olarak;
“–Ebû Mansûr Mâtürîdî nerededir?” diye sorunca İmam Mâtürîdî’den;
“–Bu dilencidir.” cevabını almıştır. (Melikşah SEZEN, Mâturîdiyye 1, s. 82)
FETİHLE DİRİLEN AYASOFYA CAMİİ!
Fatih Sultan Mehmed Han, 30 Mart 1432’de Edirne’de doğdu. Eğitim çağında, şehzadeyle Molla Gûrânî alâkadar oldu. 1451’de tahta çıktı. Küçüklüğünden beri rüyası olan, İstanbul’un fethini gerçekleştirmek için hazırlıkları hızlandırdı. İlk icraatı, Rumeli Hisarı’nı yaptırarak Boğaz’ı kontrol altına almak oldu. Ardından o güne kadar görülmemiş tahribat kuvvetine ve menzile sahip toplar döktürdü. 6 Nisan 1453’te yaklaşık 100-150 bin kişilik Osmanlı ordusu tarihî yarımadayı kuşattı. Buna mukabil 50 ilâ 100 bin kişilik Bizans askeri şehri müdafaa ediyordu. Sultan, Topkapı karşısında kurduğu karargâhtan orduyu idare ediyor, denizden ve karadan saldırılar düzenliyor hattâ yer altından bile şehre girmeye teşebbüs ediyordu. Bu taarruzlarla Bizans’ı maddeten ve mânen yıprattı. Bir gecede Haliç’e indirdiği yetmiş küsur parça gemi Bizanslıların moralini tamamen altüst etti. Buna rağmen müdafaaya devam ettiler. 29 Mayıs 1453 gecesi şafak sökmeden büyük taarruz başladı. «Allah!.. Allah!..» nidâları top seslerine karıştı. İki saat süren çetin mücadeleden sonra Konstantiniyye düştü. Fedâkârlıkların neticesinde zafer müyesser oldu. Fatih ve askerleri müjde-i Peygamber’e mazhar oldu.
Fatih Sultan Mehmed Han, 3 Mayıs 1481’de vefat etti. Türbesi, Fatih Camii hazîresindedir.
*
Sultan, fetih günü gün ortasına doğru İstanbul’a girdi. Şehre girişten Ayasofya’ya gidene kadarki manzara muhteşemdi. Padişah beyaz atına binmiş, etrafında; hocaları Akşemseddin, Molla Hüsrev ve Molla Gûrânî, onların yanında da devlet adamları yer alıyordu. Onları karşılayan bir grup ellerindeki çiçek demetlerini Padişah’a vermek istediler. Akşemseddin Hazretleri’ni Padişah sanarak ona yöneldiler. Onların bu hareketlerinden çekinen Akşemseddin Hazretleri beygirini geri çekiyor, demetleri uzatanlara da yirmi bir yaşındaki Fatih’i göstererek;
«Sultan Mehmed odur, ona gidiniz…» diye işaret ediyordu. Fatih, hocasının bu davranışına tevâzû ve fazîlet göstererek şu mukabelede bulundu:
“–Evet Sultan Mehmed benim, lâkin o benim hocamdır. O, bu şehrin mânevî fatihidir.”
*
2020 yılının Temmuz ayında Ayasofya’nın müzeden camiye dönüşmesine dair Yunan rahip Evangelos Papanikolaou’nun şu sözleri mânidardır:
“Şükürler olsun diyorum. Neden mi? Bir günde Ayasofya’ya kaç tane turist (yarı) çıplak giriyordu? Sayısız. Çünkü müzeydi ve (dünyanın dört bir yanından gelen) turistler (dînî değerleri) umursamadan saygısızca giriyordu. Şimdi ayakkabı (bile) olmadan girecekler. Bu saygı değil de ne? (Yarı) çıplak mı girsinler? Hayır. Uzun elbise ve başörtüsüyle girecekler. Belki de bunu bir lânet değil, bir düzeltme olarak görmeliyiz. Ayasofya’yı koruyan Türkler olmasaydı Ayasofya (çoktan) düşerdi. Bu büyük yapıyı kim koruyacaktı? Türkler korudu.”
MESCİD-İ AKSÂ’DAKİ SON OSMANLI NEFERİ
İlhan BARDAKÇI anlatır:
“1972 yılında bir heyetle Kudüs’e gitmiştik. Mescid-i Aksâ’da avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam. Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde… İçimden;
«Acaba bu adam; bu sıcakta, güneş altında neden dikilip duruyor?» dedim. Bizi gezdiren rehbere sordum;
«–Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler ne de kimseyle konuşur.» dedi. Merakımı gidermek için o zâtla tanıştım. Şöyle dedi:
«–Ben; Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım. Iğdırlı Onbaşı Hasan. Bizim bölük, Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngilizlere saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzemdi. Ecdat yâdigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngilizler daha sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık. Bizim artçı bölük, elli üç neferdi. M ondros Mütârekesi’nden sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızdaki kolağamız (yüzbaşımız);
‘Aslanlarım! Devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek. Gitmezsem mütâreke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir (dönebilir), ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var:
Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yâdigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk; -Osmanlı da gitti! Bundan sonra bizim hâlimiz nice olur!- demesin. Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslâm’ın şerefini, Osmanlı’nın şânını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi…»
(Bu hâdiseden on sene sonra) 1982’de Kudüs’ten gelen telgrafta şu cümle yazılıydı:
«Mescid-i Aksâ’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün vefat etti.»”