KUR’ÂN’DA ÇERÇEVELENEN MÜŞRİK PROTOTİPLERİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Sun‘î zekâ, (artificial intelligent / yapay zekâ) tabirini son zamanlarda sık sık duyuyoruz. İnsan eliyle üretilen bilgisayar sistemleriyle oluşturulan bir zekâya işaret ediyor. Niçin «yapay» sıfatı konuyor başına? Çünkü şâhit olduğumuz tek zekâ türü, insanda var.1

Sun‘î zekâyı inşâ eden insanın korkusu belli: Acaba bu zekâ, insanı ortadan kaldırmayı düşünür mü? Birçok senaryoda ele alınan ana fikir bu: Yapay zekâ; üreticisine isyan eder mi? Onu düşman görür mü?

Bu korku nereden geliyor?

Çünkü o yapay zekâyı inşâ eden yaratılmış zekâ, Yaratıcı’sına isyan ediyor. Allâh’ın verdiği akılla, Allah’la cidâle girişiyor. O’nun imtihanını çürütmeye kalkıyor. Deizm, ateizm, bilmemneizmin saçma sapan lâkırdılarına bakın. Allâh’a akıl öğretmeye, mantık oturtmaya kalkan kalkana…

İşte İslâm’ın ilk temel mânâsı, bundan dolayı teslîmiyet.2 Allâh’ın verdiği o sonsuz aklı, Yaratıcı’sına tenkitçi bir tarzda yöneltme aptallığını yapmamak.

Felsefe cenâhında buna rastlamak normal. Çünkü akıl ötesi bir âleme, akıl yordamıyla girmek, onların işi. Her biri kendi hayâlî kum torbalarını yumrukluyor, kendi oyun havuzlarında mütefekkircilik oynuyorlar.

Fakat ilâhiyat sahasında bu tavırla karşılaşmak anormal. Zira bilhassa Türkiye örneğinde; ilâhiyatlar, İslâmî ilimler fakültesi mâhiyetindedir. Böyle olduğu için, bir ilâhiyatçı; Kur’ân’a önce istiâzeyle, yani «şeytandan Allâh’a sığınarak» başlanacağını bilir. Sonra da; “Yaratan Rabbin adıyla” okumaya devam eder. Teslîmiyet, îman, ihlâs ile yürür. Şeytanın avukatlığını yapmaz.

Fakat geçtiğimiz ay, Mustafa ÖZTÜRK adlı tarihselcinin Kur’ân’ın üslûbunu hafife alıcı, mevzûlarını dar ve çapsız bulucu ifadeleriyle karşılaştı Türkiye. Hakikaten günlerce insanlar protesto ettiler bu şahsı. Sonunda yakışmadığı yerden emekliliğini istemek mecburiyetinde kaldı.3

Fakat attığı çamurun izini temizlemek lâzım. Çünkü bu iz, ummadığınız bir yerde karşınıza çıkıverir.

İşte bir misal:

Bu hâdiseden bir ay sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Şeb-i Arûs programında Türkçe Kur’ân okutması üzerine yine tartışmalar oldu. Ezanın aslının okutulmasının yıllarca yasaklandığı ve «Tanrı Uludur»lu acı günler hatırlandı. Bu arada Kemalizm’in din üzerine baskılarını inkâr etmeye uğraşmasıyla meşhur bir tarihçi şunları yazdı:

“İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe bile ilâhî kelâmın başka dillere çevrilebileceğini söylerken, pek çok ilâhiyatçı «asl olan lâfız değil mânâdır» derken, bizzat Kur’ân’da «anlayarak okumanın» önemine işaret edilirken, dinin anlaşılmasından korkup Arapçayı kutsamak nedir? Bizim dilimiz Türkçedir.”

Her tarafı çarpıtma. Fakat dikkat edin «asıl olan lâfız değil mânâ» cümlesi hemen karşımıza çıkıveriyor. Mustafa ÖZTÜRK, Kur’ân’ı Allâh’a yakıştıramamak şeklinde özetlenebilecek cümlelerinde, sözü şuraya götürmeye çalışıyordu:

“Kur’ân lâfız değil, sadece küllî mânâlar olarak Peygamber’e vahyedildi.” Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet GÖRMEZ ekranlara çıkıp;

“İslâm âlimlerinin böyle bir görüşü yok!” dediğinde, Öztürk;

“İslâm tarihinde bunu savunanlar var.” diye tepindi. Fakat biliyoruz ki bu kadar uç görüşü sadece bazı filozoflar müdafaa edebildiler.4 Hani şu Gazâlî’nin tekfir ettiği filozoflar…

Kur’ân, kıyâmete kadar taze kalan bir kitap.

Öztürk’ün çamurunun, zihinlerimizde iz bırakmaması için temizlik lâzım.

PROTOTİPLER

Evet, Kur’ân’ın bilhassa rivâyet tefsirlerinde sık sık;

“Bu âyet Velid bin Muğîre’ye, Ebû Cehil’e, Âs bin Vâil’e… cevap olarak inmiştir.” şeklinde açıklamalarla karşılaşırız. Hâlbuki âyeti tek başına okuduğunuzda, çoğu zaman âyet, sebeb-i nüzûlü olmaksızın da doğrudan mesajını vermekte, merâmını anlatmaktadır. Fakat nüzül sebebini bilmeniz; anlayışınızı daha da berraklaştırır, yanlış anlaşılma ihtimalinden korur.

Meselâ; Alak Sûresi’nin son âyetleri:

“O (İslâm’ı boğmak için) nâdîsini (meclisini, taraftarlarını) çağırsın! Biz de zebânîleri çağıracağız!” meâlindeki âyetlerde, Ebû Cehil’in Mekke idaresi için toplanan Dâru’n-Nedve’yi toplantıya çağırmak ve İslâm’la topyekûn mücadele etmek şeklindeki baskılarını görürüz.

Peki; bu âyetin işaret ettiği siyâsî tavır, kıyâmete kadar devam etmiyor mu?

Kimi zaman o çağırıcı papa oluyor ve kralları haçlı seferlerine adam toplamaya çağırıyor. Kimi zaman o çağırıcı George Bush oluyor ve koalisyon güçleri toplayıp müslümanlara saldırıyor. Kimi zaman 28 Şubat STK’sı, gazetecisi aynı ağzı kullanıyor. Yani siyâsî ve içtimâî gücü, bir hakikati boğmak için kullanma çabası.

Âyetin devamında ise Peygamberimiz’e;

“Buna itaat etme! Secde et ve yaklaş!” emri geliyor. Yani;

“Bu baskılara asla boyun eğme! Sen haklısın, hak üzeresin, mânevî bağını korudukça bu sosyal ve siyâsî baskılar seni tesiri altına almayacaktır.”

Ebû Cehil’in siyâsî baskısının gücünü anlamak için Bedir Harbi’ni hatırlayabiliriz. Müslümanlar; Mekke’ye dönen Ebû Süfyan kervanını durdurarak, gasp edilen mallarını almak istiyordu. Bunu haber alan Mekkeliler, Bedir mevkiine kalabalık bir ordu ile geldiler. Fakat bu arada kervan, sahil yolundan giderek kurtuldu. Yani artık ne müslümanlar için kervana el koyma ihtimali, ne de müşrikler için kervanı kurtarma meselesi hiçbiri kalmamıştı. Bu sebeple Mekke ordusundaki Hakîm bin Hizam gibi kişiler;

“Artık mesele kalmadı, savaşa lüzum yok!” dediler. Fakat Ebû Cehil, yılan diliyle bu çağrıyı yapanları korkaklıkla suçladı ve savaş çığırtkanlığı yaptı. O baskılar karşısında, Hakîm gibiler de mecbur savaşa katıldılar.

Velid bin Muğîre ise, güç mücadelesinin daha farklı bir noktasında. Nübüvveti, yetim ve fakir Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yakıştırmıyor. Toplumun tâbî olacağı birisi varsa kendisi olmalıydı diye düşünüyor. Daha önce topluma zaman zaman önderlik de yaptığına dair kayıtlar var. Bu kıskançlıkla çok da tesiri altında kaldığı Kur’ân’ı, benlik duvarı yüzünden tasdik edemiyor. Müddessir Sûresi, onun bu inkâr için çırpınışının fotoğrafını veriyor:

“Muhakkak ki o, bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!.. Sonra baktı, sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp; «Bu (Kur’ân), başka değil, nakledilegelen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir!» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)

Günümüzde bilim ve akademi çevrelerinde görüyoruz bu resmi. Bir dîne, bir peygambere ittibâı zül addeden bir kibir. Bu sebeple ıkına sıkına birtakım iftiralar üretmek. Ateistlikleriyle meşhur bir sümerolog ve jeolog ilk aklıma gelen misaller. Bütün dünyada da sayısız misali var bu akademik kibrin. Bunlar yüzünden, bilim, dînin düşmanı veya rakibi zannediliyor. Hâlbuki bunlar, peygamberlerin hasetçileri.

Nadr bin Hâris bir başka müşrik prototipi. Sanki sermayeden ve eğlence sektöründen bir misal. Kur’ân’ın anlattığı kıssalar insanların dikkatini çekiyor, dinliyorlar. Nadr, harekete geçiyor. İran’dan Acem masalları getirtiyor, şarkıcı câriyeler tutuyor. Kur’ân’ı dinlemesinler diye, bir oyalama teşkilâtı kuruyor.

“İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lâfı satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.” (Lokmân, 6)

Bu âyet sadece tarihteki bir vakayı mı anlatıyor? Bugünün bütün medyası bu anlayış üzerine kuruludur, desek yanlış mı? Kimisi sadece alıkoymak kimisi bir de alay etmek için… Hakikaten bugün de iki türü de ayrı ayrı var.

Âs bin Vâil: Peygamberimiz’e hakaretiyle öne çıkıyor. Orta Çağ papazlarından Charlie Hepdo’ya, hakaret yoluyla sonuç almaya çalışan inkârcı prototipi. Peygamberimiz’in erkek çocukları öldü diye Efendimiz’e «ebter / soyu kesik!» demişti. Kur’ân bu sebeple; «Âs’ın soyu kesiktir.» demez;

“(Ey Habîbim!) Sana kin besleyen (kim varsa hepsin)in soyu kesiktir!” der.5 Yani böyleleri kalıcı bir netice alamayacaktır. Rasûlullah Efendimiz’in ise hem soyu tertemiz devam ediyor, hem de yüz milyonlarca ümmeti O’na salât ü selâm ile sahip çıkıyor.

Bu alaycı adam, ilk müslümanlardan Hazret-i Habbâb’a borcunu ödemeyerek de baskı yapmaya çalışır. Suheyb ve Zü’l-bicâdeyn -radıyallâhu anhüm- gibi sahâbîler de maddî baskılarla yıldırılmaya çalışılmıştır. 28 Şubat ve benzerlerinde; işten çıkarmalar, yeşil sermaye diye dışlamalar ile müslümanlara yapılan baskıların hepsini anlatmaktadır Kur’ân.

Müşrikler sadece baskı, alay, doğrudan işkence yollarını denemediler. Bire bir yapmacık güzel davranış, hattâ yardım, destek gibi taktikler de izlediler. Kalem Sûresi 9’uncu âyette meâlen;

“Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” buyurularak ifade edildiği üzere, sahte gülücüklerle de aldatmaya çalıştılar.6 Aynı sûrede, Peygamberimiz’in üstün ahlâkı, müşriklerin ise rezil vasıfları sayılıyor ki, Peygamberimiz’e;

“Bu sahte ve yapmacık tavırlara aldanma, onların gerçek yüzlerini gör!” demektir. Sûrenin «nazar âyeti» diye bildiğimiz son âyeti de müşriklerin gözlerinden taşan hasede dikkat çekmektedir.

Kur’ân’da, müşriklerin «infâk»ından bahseden âyetler vardır. Ben ilk karşılaştığımda şaşırdığımı hatırlıyorum. İnfak harcama demektir. Bir nevi yatırım!.. Müşrikler tabiî ki şirke sponsorluk yapıyorlardı. Hattâ Amr bin Hişâm’a Peygamberimiz’in taktığı «Ebû Cehl» sıfatı, «câhiliyyenin sponsoru, ağababası, hâmîsi» diye tercüme edilebilir.

Son asırlarda masonlar, misyonerler, Soros, Rockefeller, Lions, Rotary vb. birtakım kuruluşların iyilik maskesi altında neler yaptığını düşünürsek, yine Kur’ân’ın îkaz mesajının asırlar sonra da gayet açık olduğunu idrâk ederiz.

Sadece Mekke müşrikleri değil; ehl-i kitap, münafık ve kalbi hastalıklı gruplarından daha birçok prototip koyar Kur’ân. Zaten, Ebû Leheb dışında hiçbirinin ismini vermemiştir. Vasfını, sıfatını ortaya koymuştur ki; kıyâmete kadar o şablona kim girerse, hükmünü öğrensin!..

Baştaki suâle dönersek:

İnsan, Yaratıcı’sından ödünç alarak güya yarattığı zekâdan korkuyor. Çünkü kontrol elinde değil. Makineye teslim olmakta. Zaten âciz olmasa niçin yapay zekâdan yardım istesin? Niçin kendini yok etme ihtimalinden korktuğu bir makineye izin versin? Kendi çapı yetmediği için, ona müracaat ediyor. Fakat bir yandan da korkuyor.

Hâlbuki Allâh’ın insan karşısındaki sessizliği, hâşâ, acziyet ve çaresizlikten değil. İmtihandan. «İmtihan bitti» dendiği anda; insanın ne zekâsı, ne imkânları, ne şöhreti, ne şânı, ne teknolojisi, hiçbir şeyi kalmıyor. O uzun dil, o düşük çene mühürleniveriyor. İnsan daha dünyada iken; yaşlandıkça yaratılışı terse dönüyor, bunuyor, bir şey bilmez hâle geliyor, her şeyi unutmaya başlıyor.

Allah Teâlâ’nın başka bir zekâ, başka bir şuur yaratmasında ise, tasavvuf âlemindeki ifadesiyle «mârifetine muhabbet» gayesi var. Yani Hâlıkımız; kendisini tanıyacak, sevecek; O’na hamd, şükür ve ibâdet edecek ve bunları şuurlu, akıllı, zekî bir şekilde yapacak bir varlık yaratıyor. Meleklerden farklı olarak, bu varlığın nefs sahibi de olmasını takdir ediyor. İmtihan da asıl burada.

Öztürk’ün misal olarak söylediği National Geographic; eksik de olsa, Allâh’ın sanatını ortaya koyabildiği ölçüde bu gayeye bir nebze hizmet edebilirdi. Fakat benzerleri gibi Velid ve Nadr’ın yoluna sapıyor. Evrim, kaos ve benzeri masallar uydurarak, sanatının temâşâsında bile Allâh’ı gizlemeye çalışıyor.

Tıpkı, Öztürk gibi… Ömrünü Kur’ân’a ver! Ama bütün nefesini -hâşâ- onun tarihsel olduğunu ispatlamaya harca!.. Yazık!..

Cenâb-ı Hak; sadece yarattığı Andromedaların seyredilmesini değil, sevdiği ahlâkî vasıflarla güzel bir hayat yaşanmasını da istiyor ve bunun pusulası, yol haritası olarak Kur’ân’ı bize ikram ediyor. Bu gayeye mâni olmak için uğraşacak «mücrim düşmanları»7 da bize bir bir tanıtıyor ki tanıyalım tedbir alalım.

Kur’ân; mü’minlere şifâ ve rahmettir…

Kâfirlerin ise hüsrânını artırır…8

______________________________________

1 Başta yüce Rabbimiz, melekler ve cinler de zî-şuur ve zî-ukûl varlıklar fakat bunlar inanç sahasına taalluk ediyor. Hayvanlardaki zekâ ise insanın dûnunda kalıyor.

2 Teslîmiyet; İslâm’da sübûtu kat‘î olan sahada ve sadece Allâh’a ve Peygamber’e gösterildiği için, «körü körüne bağlanma» şeklinde muharref ve bâtıl dinlerde karşılaştığımız teslîmiyetle karıştırılmamalıdır.

3 Yetti aziz milletimden bir tükrüklük hissiyat;

«Temizlendi bir virüsten Marmara İlâhiyat!..» (2021-1: 2020)

4 Yusuf Şevki YAVUZ, «Kelâm», TDVİA.

5 Kur’ân dinamik üslûbuyla, muhataba muhatabın ifadesiyle cevap verme (mukabele, müşâkele) sanatını da kullanır. Normal şartlarda bizim Allâh’ın şânına yakıştırmayacağımız; istihzâ, mekr, seyyie vb. birçok kelimenin, Kur’ân’da bizzat Allah tarafından kullanılması hususunda belâgat âlimleri bu sanata dikkatimizi çekmiştir. Burada ebter, Âs’ın sözünü kendine iadedir. Mânâ ise, «mânen soyu kesik» olmaktır. Tıpkı «zenîm» kelimesinin zâhiren «soysuz» demek olsa da, mânen «ahlâksız» demek olduğu gibi. Yoksa ne çocuğu olmamak bir kabahattir ne de babası belli olmamak bir kişinin suçu, günahıdır. Babası belli olmayanlar hakkında Kur’ân’ın ifadesi şöyledir: “(Evlâtlıkları evlât edinenlere nisbet etmeyin, kendi babalarına nisbet edin) Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin.” (el-Ahzâb, 5)

6 Katâde rivâyeti: Bir gece Kureyş müşrikleri sabaha kadar Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm- ile birlikte yalnız kalarak O’nunla konuştular, O’na saygılarını gösterdiler, O’nun efendileri olduğunu, O’nun akrabaları olduklarını söylediler ve;

“Ey efendimiz, Sen bizim efendimizken insanlardan hiç kimsenin getirmediği bir şey getirdin.” dediler. Böyle konuşmaya devam ettiler ve sonunda O’nu, istedikleri bazı tavizlere yaklaştırmaya çalıştılar. Allah Tealâ O’nu bundan korudu ve el-İsrâ, 73-75’inci âyetleri inzal buyurdu. (Vâhıdî, age. s. 204; aldığımız kaynak: Fâtiha’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, Kur’ân Âyetlerinin İniş Sebepleri – Bedreddin ÇETİNER).

7 Bkz. el-Furkān, 31.

8 Bkz. el-İsrâ, 82; et-Tevbe, 124-125.