REHBER ZARÛRETİ
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
İçinde yaşadığımız asır; yenileşme, modernleşme ve ilerleme adına, kadîm değerlerimizden birçoğuna tenkitler getirdi. Geleneklerimiz, örfümüz, tarihimiz gibi, tasavvufî uygulamalarımız da bu tenkitlerden nasibini aldı. Fakat biraz incelediğinizde; insânî ihtiyaçların değişmediğini, isim ve kılık değiştirse de modern hayatta da devam ettiğini görüyoruz.
Meselâ kimileri tasavvufun letâifleri zikre alıştırmak temrinlerini «bid‘at» göredursunlar, kimileri çakraları uyandırmakla meşgul olmayı pek modern ve faydalı bir uygulama olarak günlük hayatına alıyor. Yine bu çevrelerin meşhur «nefes eğitimi»ni biraz kurcalarsanız, ucunun Hint dünyasından getirilmiş mantralara (kelime tekrarlarıyla bir nevî zikre) dayandığını görebilirsiniz.
Yine tefekkür-i mevt ve benzeri tefekkürleri moral bozucu bulanlar; düşünce yoğunlaşmasının adı «meditasyon» olunca, onu güne başlamanın güzel bir yolu olarak görebiliyorlar.
Misaller çoğaltılabilir. Bu yazımızda tasavvufun mürşid-i kâmil prensibine günümüzde yöneltilen tenkitleri ve taklitleri ele alacağız.
Tasavvufta sâlike / mürîde yol gösterici olarak kâmil bir mürşid, bir pîr / şeyh / aksakal rehberlik eder. Kendisi daha önce seyr u sülûkünü tamamlamış ve birçok kişiye de rehberlik etmiş olan kâmil mürşid; sâlike yol gösterir, yardımcı olur, karşılaşabileceği tehlikelere karşı îkaz eder, rehberlik eder. Kâmil mürşid, her müslümanın bağlı olması gereken Kur’ân ve Sünnet esaslarına titizlikle uymasıyla temâyüz eder. Bu da, mürşid ile mürîdin irtibatının umumî çerçevesini çizmiş olur. Şöyle ki; mürid, mürşide tam teslim olacaktır fakat mürşid de mürîde gayr-i şer‘î bir şey emretmeyecektir.
Bunun yanında mürşidin kendi kendini «kâmil» görme iddiası, tasavvufun rûhuyla bağdaşmayacağı için, o; ancak, kendisini de yetiştiren kâmil mürşidin icâzetiyle başkalarını irşâda başlayabilir. Günümüzde tarîkat olduğu ifade edilen cemaatlerde tesadüf edilen problemler ekseriya, icâzeti kendinden menkul kişiler yüzünden zuhur etmektedir.
Hâlbuki;
İcâzet şartı; bir mürşidler zinciri, silsilesi oluşturur ki, ilk halka; bütün kâmil mürşidlerin rehberi ve muhteşem mürşidi olan Rasûller Sultânı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.
Aslında medeniyetimizde bu insan zincirine; hadis senedlerinde, mezheblerin oluşumunda, ilim / sanat icâzetlerinde ve seyyidlerin / şeriflerin şecerelerinde (soyağaçlarında) da aynıyla rastlarız.
Bu mânevî bağ, tasavvufta çizgi dışı, bâtınî savrulmalara karşı korurken, ilim dünyasında da fikrî inhiraflara karşı yolu muhafaza etmiştir.
Hâl böyleyken, modernist çevreler tasavvufa buradan da hücum etmişlerdir. Mürşide muhabbet ve bağlılığı, ona teslîmiyet ve ittibâı, olabilecek en kötü şekilde yorumlamışlar ve reddetmeye çalışmışlardır. Hâlbuki tekrar ifade edelim ki, bu teslîmiyet Kitap ve Sünnet çerçevesindedir. Bu ittibâ, şahsiyet tekâmülü vazifeleri sahasındadır. Bu muhabbet ve bağlılık da, Rasûlullah Efendimiz’e ve Cenâb-ı Hakk’a vâsıl etmek şartı içerisindedir.
Modernist telkinlere uyan müslümanların geldiği nokta ne oldu? Bırakın mürşid-i kâmili, artık bir mezheb imamına da bağlı değiller. Kimisi hâşâ sahâbeleri de tenkit edip, onların rivâyet ettiği hadisleri beğenmez oldu.
Buna karşılık bize bu telkinlerin geldiği batı âleminin eğitim, iş, akademi dünyasındaki şu yol göstericilerine bir bakalım isterseniz:
YOL GÖSTERİCİLER
Mentör
Bize kadîm değerlerimizi terk ettirmeye çalışanlar, Yunan mitolojisinin çöplüğünü eşeleyerek mentör diye bir meslek îcat ettiler. Mentör; «bilge danışman, akıl hocası, tecrübesiz kişilere rehberlik eden, olgun, tecrübeli kişi» demek oluyor. Bilhassa müesseselerde, kişiyi mesleğe hazırlayan psikolojik rehber.
Yunan mitolojisi demiştik. Mentör, Odessa kralının sâdık dostudur. Kral; savaşa gittiğinde, ailesini ona emânet eder. Böylece oğlu Telemak’ın da 20 yıl boyunca yol göstericisi Mentör olacaktır. Hattâ sözde tanrıça Athena da Mentör kılığına girerek ona rehberlik eder. Telemak, 18’inci asrın başında bir Fransız rahip ve eğitimcisi Fenelon’un romanının da adıdır ve Türkçeye ilk tercüme edilen eser adı altında ismine âşinâ olduğumuz bu eserde, Mentör’ün tavsiyelerini okuruz.
Tanrıçalara, rahiplere, bilge danışman mentörlere evet ama kâmil mürşide gelince?..
Koç
İngilizce coach kelimesinden dilimize giren bu kelime, Kubbealtı Lügati’nde; «Basketbol takımını çalıştıran, oyun sırasında yol gösteren kimse» şeklinde yer almış. Günümüzde «hedef koçu», «hayat koçu» gibi terkiplerle de karşımıza çıkan bu mesleğin vazifeleri şöyle imiş:
“Koç; gelişmiş empatik özellikleriyle, kendisine danışanı gizlilik ilkelerine uyarak, karşılıklı saygı ve güven çerçevesinde, tarafsız ve şartsız olarak içtenlikle dinler ve danışanının, olmak istediği kişiliğe, varmak istediği durağa kadar ulaşmasında onunla birlikte yolculuk eder, danışan kişiye refakatçilik yapar. Bu yolculuk esnasında sorular sorarak, danışan kişinin de kendi kendisine sorular sormasını sağlayarak onun kendini tanımasına, farkındalığının artmasına katkıda bulunurken yeni hedefler belirlemesine, yol haritası çizmesine yardımcı olur. İç huzurunuzun oluşmasında, mutluluk ve şahsî zenginliğinizin farkına varmanızda faal bir rol üstlenen koç, bunlara nasıl sahip olacağınızın ipuçlarını profesyonel bir süreç içinde gösterir.”
Ayrıntılarına girmeyeceğiz fakat; ikisi de, aslında iş dünyasında başarıya ve verimliliğe ulaşma hedefli olmalarına rağmen, mânevî ve psikolojik mefhumları nasıl yoğun bir şekilde kullandıkları dikkat çekicidir. Çünkü bunlar her şeyi istismar edebilecek kapitalist dîninin yol göstericileridir. Şöyle diyor koçluğu tavsiye eden site:
«Kendini ve hayatını sorgulayanlar bir koça ihtiyaç duyuyor demektir.»
Yine Hint dininden alınma «Guru» kelimesi de son zamanlarda medyada karşılaştığımız, «üstat, pir» mânâsında kullanılan bir kelime.
Bunlar birtakım sertifikalarla kazanılan vasıflar. Bir de akademik olanları var:
Psikolojik Danışman
«Psikiyatr, psikoterapist ve psikolojik danışmanlar…» Hattâ yediğinize, içtiğinize karışan diyetisyenleri de buna dâhil edebiliriz.
Kadîm kültürümüzde, iç âleminde yahut ailesinde, çevresinde problem yaşayan bir kişi, dergâhın yolunu tutuyordu. Orada kâmil mürşide yahut vekiline danışıyordu. O zâtın mâneviyâtı, huzur tevzii, yaydığı pozitif enerji (feyiz ve rûhâniyet) ile, büyük ölçüde dertlerini unutuyor, sabır ve tahammülle doluyor, hayata ümit ve huzurla bakmayı öğreniyordu.
Günümüzde bunun yerini vizite ile girilen terapistler, aile danışmanları vs. alıyor.
Mürşidlerin telkinleri Kur’ân, Sünnet ve kelâm-ı kibardan beslenirken, terapistlerin dağarcığında ne var? Yunan mitolojisi, Freud, Jung, Hind, Uzak Doğu vb. kültürler ve modern öğütler.
Bir büyüğün tavsiyesiyle evlenmeye «görücü usûlü» diye karşı çıkanlar, şimdi bir danışmanın tavsiyesiyle boşanabiliyor. Biz tezat ve tenâkuza dikkat çekmekle iktifâ edeceğiz.
Danışman Hoca
Akademik dünyada da malûm ki, yüksek lisans ve doktora çalışmaları danışman hoca nezâretinde yapılıyor. İlim gibi fikir hürriyetinin şart olduğu bir sahada da, demek ki bir yol göstericinin olması zarûret. Hoca ve jüri kabul etmezse tez geçmiyor, program tamamlanmıyor.
Bu durum yanlış da değil. Klâsik kültürdeki icâzet ve modern kültürdeki danışmanlık terbiyesinde yetişmeyen, sadece kitap okuyarak kendisini geliştirmeye çalışan kişilerin, «sahafî/suhufî» diye adlandırılan; muhakemesi kusurlu, bir tarafı eksik kişiler oldukları belirtiliyor. Çünkü aslında her türlü ilmin sadece satırlardan değil, sadırlardan alınması îcap ediyor. Bir [rol model ] (sevilerek, hayran olunarak taklit edilecek; böylece eğitimde aynîleşmeyi sağlayacak örnek şahsiyet) gerekiyor.
Tıp eğitiminde, son sınıflar; intörn adı verilen hekimliğe adım atma yılında, hocalarının yanında gezerek, onların tâlimatlarını yerine getirerek yetişiyorlar. Uzmanlık dönemi de hâkezâ. Doktorluğun, bilhassa insanları kesip biçen cerrahlığın, birçok yönden nefsi kabartabilen meslekler olduğu biliniyor. Bu dönemler onlar için bir nefs terbiyesi de oluyor.
Hemen bütün mesleklerde bu kademelendirme var. Yardımcı müfettişler, başmüfettişlerin yanında yetişiyor. Stajlar, yardımcılıklar, çırak, kalfa ve usta sistemi her sahada lüzumlu.
Hattâ bu zincir kopmuşsa, sanat ölüyor. Yetiştirecek çırak bulamayan ustalar, sanatlarının kendileriyle öleceğinden şikâyetçi.
Bunları sayarken maksadımız şu:
“Allah ile kul arasına girilmez.”, “Dinde ruhbanlık yoktur.” gibi sûret-i haktan sözlerle mürşid-i kâmil müessesesine karşı çıkanlar ve orayı âdeta kurutmaya azmedenler; şimdi o sahanın oluşturduğu boşlukta her türlü koçlara, mentörlere, terapistlere, danışmanlara ses çıkarmıyor, çıkaramıyor. En lâikler bile bu sayılan mesleklerin Hint ve benzeri dinlerden ilham almasına itiraz etmiyor, edemiyor.
Demek ki;
İnsanın insan eliyle terbiyesi bir zarûret.
İkinci bir zarûret ise, bunun yerli ve millî olması değil midir?