RASÛLULLAH -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM-’İN HİCRETİ -4-

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Rasûlullah -aleyhisselâm-; müşrik canavarlarca kuşatılmış olan evinden çıkıp gittiği hâlde, O’nu hiç kimse görememişti. Îmân edip yanında yer almak gibi bir şeref varken; karşı koydukları yetmiyormuş gibi, sonunda gelip O’nu öldürmek için evini de kuşatmışlardı!

Ne büyük bir hata yaptıklarının farkında bile değillerdi! Allah Rasûlü’nün, yüce Allâh’ın, kâinâtı yüzü suyu hürmetine yarattığı Habîbi’nin, evinden dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Çıktığı anda, hep beraber saldırıp öldüreceklerdi! Birbirlerini o an için tahrik edip duruyorlardı sürekli.

Heyecan ne derece yüksek olursa olsun, zaman yine hep aynı tempo ile geçiyordu. Hâin plânın başarıya ulaşıp ulaşmadığını kontrol için yanlarına gelen bir müşrik, yandaşlarının hâlini görünce şaşırıp kaldı. Öyle ki, sormadan edemedi:

–Ne yapıyorsunuz siz burada?

–Bilmez gibi konuşma. O’nu bekliyoruz.

–Kaçırmışsınız, kaçırmışsınız O’nu!

–Kapının önünden bir an bile ayrılmadık ki, nasıl kaçacak?

–Öyle anlaşılıyor ki O, yanınıza çıkmış, sonra da sizden başına toprak saçılmadık kimse bırakmayıp işine gitmiş! Siz kendinize yapılan şeyi görmüyor musunuz? Yoklayın bakalım üstünüzü başınızı!1

Canavar müşriklerden her biri üst başlarının yoklayınca, üst başlarının toz toprak içinde kaldıklarını gördüler. Birbirlerine bakıp öfkeyle homurdandılar:

–Bu nasıl olur?

Sonra da, içeriye doğru bakıp, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın yatağında yatan Hazret-i Ali’yi görünce, yine O sanarak rahatladılar.2 Sevinçle haykırıp, kendilerini uyaranı da kınadılar:

–Yeşil örtüsünün içinde uyuyor işte O!

–Sabahleyin görürsünüz öyleyse!

–Sen de görürsün!

Böylece hâin sûikastlarını gerçekleştirmek için sabaha kadar beklediler. Evden kıpırdama sesleri gelince, refleks bir hareketle eller kılıçlara gitti. Fakat sabah namazı esnasında O’nun yatağından kalkan Hazret-i Ali’yi görünce, nerede ise çılgına döndüler. Hazret-i Ali’nin üzerine saldırıp3 bağırmaya başladılar:

–Amcaoğlun nerede ey Ali?

–O’nun, sürekli buradan çıkıp gitmesini istiyordunuz ya! O da çıkıp gitmiş işte!

–Nasıl çıkar buradan?

–Nasıl gider?

–Size mi soracaktı yani?4

Sağa sola koşuşmalar oldu… Küfürler birbirini takip etti… Sinirler alabildiğine gerildi… Nereye giderdi bu! Her biri; O’nun, evine girdiğini ve bu evden çıkmadığını biliyordu. Ama şu anda evde bulunmadığını da görüyorlardı!

Her tarafa tekrar tekrar baktılar… İğne deliğine varıncaya kadar bakarcasına, her tarafı aradılar… Yoktu işte, yoktu… Kuş olup uçmuştu sanki!

Allah Teâlâ Hazretleri, tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirmişti işte!

O’nun yerini öğrenmek için, Hazret-i Ali’yi çekip çekiştirerek tartakladılar. İstedikleri cevabı alamayınca, Kâbe’ye götürüp bir süre hapsettiler. Fakat zaman öldürmek istemedikleri için; onu bırakarak, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın peşine düştüler.5

Diğer tarafta da Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, gelişmeler karşısında sürekli teyakkuzdaydı!

Hicret için her şeyi hazırlamışlardı. Gözünü kırpmadan bekliyordu. Bu gece; hayatının en muazzez, en mukaddes yolculuğuna çıkacak, Peygamberler Sultanı’na hicret arkadaşı olma şerefini elde edecekti!

Bütün aile dikkatli bir şekilde dışarıyı kolaçan ediyorlardı. Artık el ayak çekilmiş, sokaklar korkunç bir ıssızlığa bürünmüştü. Vakit yaklaştıkça heyecanları da artıyordu.

Karanlıklar arasında dolaşan gözleri, birinin yaklaşmakta olduğunu gördüğünde, bütün aile oraya yöneldiler. Hepsinin kalbi öylesine gümbürdemeye başlamıştı ki, neredeyse bütün cihanı ayağa kaldıracaklardı! Heyecanlanmakta haklıydılar. O geliyordu çünkü, O! Karanlıkları yarıp gelen O’ydu. Rasûlullah -aleyhisselâm-; kendi evinden çıkıp, buraya geliyordu. Hazret-i Ebûbekir; büyük bir heyecan, aşk ve muhabbetle her zamanki gibi, O’nu yine kapı önünde karşıladı:

–Buyur ey Allâh’ın Rasûlü! Annem babam Sana fedâ olsun!

–Allah, hânenize bereketler ve hayırlar ihsân eylesin. Hicret yolu göründü ey Ebûbekir!6

–Allah ve Rasûlü en iyi bilendir!

Rasûlullah -aleyhisselâm-; bir yandan içeri girerken, diğer yandan da bu güzel aileye duâ ediyordu.

Hicret yolculuğu için her şey hazırdı. Hazır olan bu eşyaları bağlamaları gerekiyordu. Zaman kaybetmeden Hazret-i Esmâ; belindeki kuşağı çıkarıp, iki parçaya bölerek, dağarcığı bağladı. Hem öyle pratik ve mâhirce bağladı ki, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın çok hoşuna gitti. Gecenin karanlığında öyle bir tebessüm etti ki, o mübârek nûruyla sadece o ev değil, bütün cihan aydınlandı âdeta! Fakat bu nûru ancak nasipli olanlar görebiliyorlardı. Rasûlullah -aleyhisselâm-; Hazret-i Esmâ’nın fedâkârlığını ve mâhir hareketlerini seyredip gülümseyerek, öyle bir müjde verdi ki, hiçbir şeyle ölçülemezdi:

–Bu yaptıklarına karşılık ona, cennette iki kuşak bahşedilecek!7

–Annem babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!

Hazret-i Esmâ, büyük bir sevinçle böyle cevap verdi. O günden sonra, Âişe Annemiz’in ablası Hazret-i Esmâ; «Zâtu’n-Nitâkeyn: İki kuşaklı» diye anılır oldu!8

Hazret-i Esmâ Abla, sadece basit bir «çifte kuşaklı» olmuyordu. Aynı zamanda «cennetlik» oluyordu! Allah Rasûlü;

“Ona cennette iki kuşak bahşedilecek!” buyururken; «cennette» kelimesi, ulvî bir müjdenin hakikatiydi.9 Gerçekten müjdelerin en yücesini almıştı bu gece!10

Rasûlullah -aleyhisselâm- ve Hazret-i Ebûbekir birlikte; gece karanlığında evden çıkıp, kimselere görünmeden Sevr Dağı’na doğru yola koyuldular.11

Hazret-i Âişe Annemiz, evdekilerle beraber; gidenlerin ardından büyük bir endişenin yanında, artan bir hüzünle baktı.

Hazret-i Âişe Annemiz başta olmak üzere, evdekilerin hiçbiri;

“Biz ne yapacağız burada?” gibi, uygunsuz ve yersiz düşüncelere kapılmamış ve böyle sözler söylememişlerdi. Hemen ardından kendileri de gideceklermiş gibi, yolcu etmişlerdi yolcuları. Ya da kısa bir süre sonra geri geleceklermiş gibi yolcu etmişlerdi. Ama hepsi biliyordu ki, bu gidişin dönüşü olmayacaktı!

Peygamber Efendimiz nasıl münasip görürse, öyle olacaktı elbet.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_______________________________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, 127; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, 244.

2 Kaynaklarda daha ayrıntılı olan bu sahnede, gözden kaçan çok önemli bir nokta var. Evin dışından, içeride yatakta yatan biri görülüyor muydu yani? Bu durumda, evin mahremiyeti kalır mıydı? Ama; «Dışarıdan baktıklarında; O’nun, yatağında yattığını gördüler.» ifadesi, neredeyse her kaynakta geçmektedir. «Bu nasıl olur?» diye daha dikkatli ve daha ayrıntılı bir şekilde araştırdığımızda, çok güzel şeylerle de karşılaşıyoruz.

“Şu benim yeşil örtüme bürün!” buyuran Rasûlullah -aleyhisselâm-, Hazret-i Ali’ye gerekli tâlimatları da vermişti. Yani müşrikler, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın üzerine örtündüğü yeşil örtüsünü bile biliyorlardı. Hazret-i Hatice Annemiz’den kalan bu ev; oldukça büyük, konak türü bir yapıydı. İki katlı olan bu ev, bir de teras katı ile büyükçe bir yapıydı. Bahçeyi ve avluyu çevreleyen duvarları da vardı. Buna rağmen; dışarıdan bakılınca, böyle bir evde yatan kişinin, yattığı örtüsünün ayrıntısına kadar nasıl görülürdü? Rasûlullah -aleyhisselâm- sanarak, o yatağa yatmış olanı görmüşlerdi ama! Bir yandan ev; konak şeklinde büyükçe olacak, bir yandan evin içerisinin görünmesi asla mümkün olmayacak, diğer yandan da yatağa yatan kişi görülmüş olacak! Üstelik sabaha kadar! Bu ikilemi anlamak aslında çok da zor değil. Birinci düşünceye göre; yatağında yatan kişiyi dışarıdan görmemişler, Hazret-i Ali kalkıp dışarı çıkıncaya kadar beklemişlerdi. Bu zorlama bir açıklama olur. Zaten sıcak olan o yörede, çok sıcak havalarda; evin damında, çardağında veya bahçesinde yatıldığı bilinen bir gerçektir. Muhtemeldir ki; buradaki yatış yeri de dam, çardak ya da bahçedir. Başka türlü, yatan kişinin dışarıdan görülmesi mümkün değildir. Kaldı ki, evin mahremiyeti de buna müsaade etmeyecektir.

3 Bu ifadeler; Hazret-i Ali’ye böyle bir saldırı yaptıkları yerin, bahçe veya çardak olabileceğini düşündürüyor. Dış duvarın etrafında beklemişler, yatan kişi kalkınca saldırmışlardı çünkü. Ya duvardan içeriye atlamışlar ya da Hazret-i Ali bahçe kapısından çıkınca saldırmışlardır.

4 Kastallânî, Mevâhîbü’l-Ledünniye, c. 1, s. 79; Zürkânî, Mevâhîbü’l-Ledünniye Şerhi, c. 1, s. 323.

5 Diyarbekrî, Târîhu’l-Hâmis, c. 1, s. 325; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 194.

6 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 326; Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 235.

7 Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 6, s. 198; Beyhâkî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 474; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 184.

8 Zührî, Megāzî, s. 99; Abdurrezzâk, Musannef, c. 5, s. 391.

9 Bu kuşak sahnesi ya burada olduğu gibi evde ya da Sevr Dağı’nda mağara önünde yaşandı. Veya iki kere de yaşanmış olabilir. Biz bunun iki defa yaşandığını düşünüyoruz. Biri burada görüldüğü gibi evde, ikincisi de Sevr Dağı’nda. Hazret-i Esmâ, gerek evde olsun ve gerekse Sevr Dağı’nda olsun bu meşhur kuşak hâdisesinde hamile idi. Kuşak da onun rahat dolaşmasını sağlıyordu. Yani çok büyük bir fedâkârlık yapmıştı. (Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 344-355; Buhârî, Akîka, 1, Nikâh, 107; Müslim, Fezâîlü’s-Sahâbe, 229)

10 Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 320; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 184.

11 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 130; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 247; İbn-i Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 91; Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 179.