CEMAAT OLMANIN FIKHI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Memleket olarak son yıllarda ağır bir FETÖ iptilâsı geçirdik.

Bu cemaat görünümlü şebeke; ülkeyi, adâlet sistemini, orduyu, idareyi ele geçirme hırsıyla yapmadık kötülük bırakmadı. En son 15 Temmuz 2016’da 250’den fazla vatandaşımızın katledilmesine kadar varan cinayetleri de işledi.

Zaman zaman da dînî bir oluşum kisvesi altında yürütülen sahtekârlıklar ülkemizin gündemine geliyor maalesef.

Hani, bir atasözümüz vardır:

“Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer.”

Bu yaşananların da tesiriyle ülkemizde dînî eğitime destek olan, fakir fukaraya yardım ve mânevî irşâda gayret eden büyük küçük bütün yapılara; «Ya bunlar da FETÖ gibi ise?» gözüyle bakanlar zuhur etti.

Bu tür mülâhazalar; doğruluk payı taşıdığı kadar, müslüman kardeşleri hakkında sû-i zan ve iftiraya düşmek gibi ciddî tehlikeleri de içinde barındırmaktadır.

Yani bir grup insan hata yaptı diye; «Diğerleri de potansiyel hatalıdır, bunların hepsini imha edelim!» türünden bir yaklaşım ne akılla ne de din ile bağdaşır. Bunun ilmî bir tarafı da yoktur.

Dünyada bütün hukuk sistemlerinde geçerli olan bir esas vardır:

“Berâet-i zimmet asıldır.”

(Kişi, aksi ispatlanana kadar suçsuzdur.)

Dolayısıyla daha evvelki suçlularla benzerlik kurularak birtakım gruplara potansiyel suçlu muamelesi yapmak, ne hukuk devleti ile bağdaşır ne de insan olmak ile bağdaşır.

Tarihimizde; ehl-i sünnet dairesinde İslâm’a ve insanlığa çok güzel hizmetler takdim etmiş, çok büyük şahsiyetler yetiştirmiş, âbide eserler ortaya çıkarmış çok sayıda güzîde tarîkatler, cemaatler ve topluluklar gelmiş ve vazifelerini bihakkın îfâ etmişlerdir.

Bugün böyle bozuk ve yanlış topluluklarının varlığı bile, orijinallerinin mükemmelliğinin bir ispatıdır.

Şöyle ki;

“Yeryüzünde geçerliliği olan her şeyin, iddiacıları yani sahteleri de bulunur.” denilmiştir.

Şöyle ki eğer bir mal insanlar nezdinde rağbet görüyorsa, bunun taklitleri de olur. Ama zaten çürük mal yapan, kötü imalat yapılan yerlerin bir taklidi olmaz. Her zaman sahte elmas üretmeye çalışanlar olur, fakat sahte çakıl taşı diye bir şey tahayyül bile edilmez.

Tarihte peygamberlik taslayanlar çıkmıştır.

Niye?

Çünkü peygamberler kitleleri hidâyete götürmüştür. Ferdî ve içtimâî hayatta büyük inkişaflara ve fütûhatlara vesile olmuşlardır.

Aynı şekilde yalancı tarîkatçılar çıkmıştır.

Niye?

Çünkü hakikî tarîkatler insanların mânevî ihtiyaçlarını karşılayan çok faydalı ve lüzumlu müesseselerdir.

Ama yalancı şeytanlar, yalancı mafyalar, yalancı kötülük şebekeleri çıkmaz.

Niye?

Çünkü hakikîsine itibar edilmez ki sahtesi üretilsin.

Diğer taraftan, bu endişenin elbette haklı bir tarafı da vardır.

O hâlde birtakım kıstaslar belirlemeliyiz ki, müslümanların bir araya geldiği toplulukların istikametten ayrılıp ayrılmayacağı hakkında bize bir fikir versin.

Kıstaslar

Birincisi: En önemli kıstas elbette istikamettir. Kitap ve Sünnet’e riâyettir.

Maalesef günümüzde îtikādî, amelî bakımdan inhiraflar içinde birçok grup vardır ve bunlar tasavvuf iddiası içindedir. Tarih boyunca da şerîatı hafife alan, ahkâmın kendilerinden kalktığını iddia eden sapık kollar türemiş ve onlar zamanla İslâm’dan kopmuş ve uzaklaşmıştır.

Dîne hizmet iddiasındaki toplulukların ilk şartının, şerîatın kaidelerini tatbikte titizlik olması lâzım gelir. Ayrıca unutulmamalıdır ki; topluluk hâlinde verilen tavizler, onun yayılmasına ve kalıcı hâle gelmesine sebebiyet verir. Ferdî hatalardan daha kötü bir mahiyet arz eder.

Fert olarak da bir topluluğun istikametine kıstasımız, o oluşumun gönüllerde meydana getirdiği duyuştur. Oturup kalktığında sen kendini âhirete mi yakın hissediyorsun, Allâh’a mı yakın hissediyorsun yoksa dünyalık bir yarışın içerisinde mi görüyorsun?

Oturup kalktığın insanlar sana âhireti hatırlatıyorsa orası doğru bir yerdir. Fakat siyaset, ticaret vb. dünyevî bir gayeyle lobileşme ihtiyacını dînî bir kılıfla beraber götürmeye çalışan mahfiller ise doğru yerler değildir. Bu tarz yerlerde mâneviyat ve rûhâniyet olmaz.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 4)

İkincisi: Müstakîm bir yol, insanların ceplerine musallat olmaz. Yani; «Şu kadar para vereceksin, bunu yapacaksın, zorla dergimi alacaksın vs. gibi şeylerle» insanları ekonomik olarak ablukaya almaz.

İrşad ehli, elbette infâkı teşvik eder, hayır-hasenâtın yollarını gösterir. “Şurada fakirler var. Yardımcı olursanız sevap işlemiş olursunuz.” der. “Şurada Kur’ân kursu var sahip çıkarsanız sevap işlemiş olursunuz.” der. Amma; “Sadece bana yardım edeceksiniz, her geçen gün daha güçlü bir yapı olmamızı sağlayacaksınız.” türünden bir şeyler varsa, orada problem vardır. Zira Hazret-i Âdem’den beri tüm peygamberlerin ağzından düşmeyen cümle şudur:

“Biz yaptığımız bu din hizmeti için sizden para, pul istemeyiz.” (Bkz. Yûnus, 72 vb.)

Üçüncüsü: Müstakîm bir cemaat, kimseye; «Gel benim cemaatime, benim tarîkatıma, benim yoluma, benim hocama, benim ağabeyime!» diye aşırı bir ısrarda bulunmaz. «Algı yönetimi» dedikleri tarzda mübalâğalara, aşırı sıfatlara yer vermez.

Niye?

Çünkü sokak satıcısı gibi, zerzevatçı gibi eline mikrofonu alıp da sokak sokak; «Domates var, patates var, soğan var…» diye koşanlar, ucuz işlerin peşinden koşanlardır. Dînî bir câmia ne bir futbol takımıdır, taraftara ihtiyaç duysun; ne de bir partidir «oy»a ihtiyacı olsun!

Hiç; «Altın satıyorum!» diye bağıran kuyumcu gördünüz mü? Gerçek tanıtım ise hâldedir. Bir tasavvuf mektebi, dergâhına gelmiş insanlara kazandırdığı ruh kıvâmı ve ahlâk güzelliğiyle kendisini gösterir.

Dördüncüsü: Bütün müslümanları sevmeyi ve kucaklamayı hedef hâline getirmemiş bütün yapılar problemli yapılardır.

“Biz müslümanız, bizim dışımızdakiler müslüman değildir.” diye biri, bir propaganda yapıyor veya îmâ ediyorsa bilin ki o, insanları cehenneme çağırıyor.

Tarihte böyle yapılar, bir müddet sonra İslâm dairesinden çıkıp fırkalaşmış ve âdeta ayrı bir din hâlini almıştır.

Beşincisi: Bir topluluk, kendisi dışındakileri tekfir etmiyorsa da; onları beğenmiyor, küçümsüyor ve hafife alıyorsa, bu tavır da sıkıntılıdır.

Niye?

Nereden biliyorsun en iyisi olduğunu?

Âyet-i kerîmenin mesajı açık:

“…Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın / küçük görmesin. Belki de onlar (o küçük gördükleri), kendilerinden daha hayırlıdırlar…” (el-Hucurât, 11)

Dînî cemaat ve topluluklar, müntesiplerine güzel ahlâk kazandırma iddiasındadır. Güzel ahlâkın en mühim şubelerinden biri de tevâzu değil midir?

Bu esaslardan sonra, bir gerçeğe de temas edelim:

Bu îkazlara rağmen, hâlâ yeni yeni aldanışlar niçin yaşanmaktadır?

Bunun sebepleri üzerinde de iki madde söyleyelim:

Birinci madde: Mekteplerimizde yeterince dînî tahsil verilse; ilkokuldan itibaren insanlara düzgün Allah bilgisi, peygamber bilgisi verilse, halkımız daha şuurlu olmaz mıydı? Hazret-i Ömer’in karşısına çıkıp; «Yanlış yaparsan seni kılıcımızla düzeltiriz.» diyen sahâbe gibi olmaz mıydı? Yeterli dînî ilim ve kültür ile kuşanan bir kitleyi istismâr etmek kolay mıdır?

Demek ki; ülkemiz yıllar yılı dînî bakımdan öyle câhil kalmış ki, mâneviyat ihtiyacını sömüren küçük veya büyük nice istismarcılara da kapılabilmiştir.

İkinci madde: Halkın cemaat ve tarîkatlerde mânevî huzur aramasını tenkit edenlerin bir kısmı; dînî ilimleri tahsil etmiş medrese hocaları yahut ilâhiyat hocası olmuş veya Diyanet’te bir seviyeye gelmiş kişiler…

Bu kişiler; halkı tenkit edip durmak yerine, zaman zaman kendilerini de sorgulamalı değil midir?

“Bu insanlar niye beni dinlemiyorlar? Neden ben, insanlara yakın duramıyorum? Niçin mâneviyat, şuur ve huzur arayan insanlara çare olamıyorum?”

Dînî cemaat meselesi, muhabbet işidir. İnsanlar bir dergâhtan ilgi, alâka görmüş ki onun peşinden gidiyor. Bunu tenkit edenler; o muhabbeti, o sıcaklığı ve tabiî ki bunun gerektirdiği fedâkârlığı göstermeye hazırlar mı?

Hazır değilseler, fildişi kulelerinde oturup mevcut durumdan şikâyet etmekte haklı olup olmadıklarını gözden geçirmeleri gerekmez mi?

Sadece;

“Halk bana niye gelmiyor da filânca câhilin peşine takılıyor!?.” tarzındaki kıskançlık temelli yaklaşımlar, hiç de sağlıklı değildir.

Bu sağlıksız yaklaşımla bakanlar, dînî bir cemaatte sürekli kusur ararlar. Bulmaları da zor olmaz.

Niye?

Çünkü bir tamirhânede elbette ârızalı arabalar da tamir görmüş sağlam arabalar da olacaktır. Oraya pert vaziyette gelmiş, biraz olsun toparlanmış arabalar da olacaktır. Kimisi tamir için sırasını beklemektedir. Kimisi henüz karar verememiştir.

Sadece ârızalılara odaklanırsanız, kusurlu görürsünüz. Bir de sû-i zan yapıp; «Bu tamirhâne arabaları bozuyor.» derseniz, işte o zaman siz haksızlık yapıyorsunuz demektir.

Cemaatler ülkemizin bir gerçeğidir. Hatasıyla sevabıyla… Elbirliğiyle daha iyi, daha güzel, daha verimli bir noktaya gelmesi için herkes elinden geleni yapmalıdır.

Cenâb-ı Hak, bizlere îman selâmeti ve îman kardeşliği nasîb eylesin. Hayrâta koşanlardan, hayırda yarışanlardan kılsın. Bizleri sırât-ı müstakîmden ayırmasın.

Âmîn…