ZAFER GETİREN FİRÂSET

Sami GÖKSÜN

Müslüman özellikle bu zamanda firâset ve basîret sahibi olmak zorundadır. Âdem atamızla birlikte var olan hak ve bâtıl mücadelesi bugün daha da şiddetlendi ve ehemmiyet kazandı. Teknoloji denen gelişmelerin hızı öyle bir arttı ki, hayatımızda mahremiyet denen her alanı mahvetti. Onun için müslümanlar olarak aile mahremiyetimizi; bütün âzâlarımızın kalp, göz, kulak, el, ayak, beyin ne varsa hepsinin muhafazasını gerçekleştirmek için çok gayret etmeliyiz. Ticaret hayatımızı, komşuluk haklarımızı, cadde ve sokaklarımızı, alışveriş yerlerindeki vitrinleri… Velhâsıl bu egoist anlayış hayatımızın her noktasını perişan etti. İnsanlar umursamaz oldular; “Bana değmeyen yılan bin yaşasın.” hodgâmlığı hortladı. Bütün bunlar ortaya, kulun Yaratan’ını unutma tehlikesini ortaya çıkardı.

Hâsılı gaflet arttı. Gaflete karşı yüce Rabbimiz Haşr Sûresi’nin 19. âyet-i kerîmesinde, bizleri şöyle îkaz ediyor:

“Allâh’ı unuttuklarından dolayı (Allâh’ın da) kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”

«Kimlerdir Allâh’ı unutanlar?»

Onlar ki, Allâh’ın emir ve yasaklarını hayatlarına karıştırmıyorlar. Kalpleri ile akılları arasındaki bağları koparıyorlar. Özgürlük adı altında serbestlik bataklığına saplanıp Yaratan ile irtibatını kesiyorlar. Nefislerinin ve teknolojinin esiri olup Yaratan’dan başkasına taparcasına bağlanıp, onlardan zevk alıp günah deryâsına dalıyorlar…

Neticesi ne oluyor bu gafletin? Yüce Rabbimiz onlara kendilerini unutturuyor.

Hâl böyle olunca onlar hayvânî duygulara yönelecekler, cehenneme götürecek şeyleri câzip görecekler… Öz benliklerini ve şahsiyetlerini, mânevî değerlerini unutacaklar, dolayısıyla kendi kendilerine yabancılaşacaklar… İşte böyle bir fert veya toplum artık yoldan çıkmış, mânen intihar etmiş, zillet ve esârete dûçâr olmuş, rûhen köleleşmiş veya yok olmaya mahkûm olmuş demektir. İşte yüce Rabbimiz bizleri bu tehlikelere karşı îkaz etmektedir.

Müslümanlar olarak bu tabloyu doğru okuyup, iyi anlayıp; nefis ve şeytanın kendisiyle ve bütün yandaşlarıyla toplu bir mücadeleye girmek zorundayız.

Bugün itibarıyla özellikle müslümanların ümidi hâline gelmiş milletimizin üzerinde, haçlı şürekâsı, çeşitli entrikalarla birtakım denemeler yapıyorlar. Onların gerçek niyetleri; çeşitli hile ve desîselerle müslümanları ve milletimizi zayıflatmak, yutmak, yok etmek ve insanları hem ferden hem de toplumlar olarak Allâh’ın dîninden uzaklaştırmaktır. Bu gizli gayelerine ulaşabilmek için Allah düşmanları; İslâm’a ve müslümanlara karşı saldırılarını çok yönlü ve etkili bir şekilde, mütemâdiyen sürdüreceklerdir. Küfrün tek millet olarak îmâna ve İslâm’a saldırısı plânlıdır ve sinsicedir. Bu yüzden ümmet olarak her dâim uyanık olmak zorundayız ki, onların hâin ve sinsi oyunlarını ve tuzaklarını fark edip gerekli tedbir ve hazırlıklarımızı yapabilelim. Onların her türlü çirkin oyunlarını idrâk edip, bütün gayretimizi onlardan daha fazla teçhizata kavuşabilmek için değerlendirelim. Yukarıda da belirttiğim gibi müslümanlar; esas gündemleri olmayan önemsiz ya da ikinci, üçüncü derece konularla vakitlerini hebâ etmemelidir.

Burada müslümanlar olarak tarihimize bir bakarsak, o tarihimizi iyi okursak; çıkış yolumuz gün gibi karşımıza çıkar. Bedir Harbi, Uhud Harbi, Hendek Harbi, Tebük Seferi, Hayber’in fethi, Anadolu’nun Alparslan tarafından fethi, İstanbul’un fethi ve Çanakkale Savaşı bize yol göstermektedir. Peki bütün bu savaşlar nasıl kazanıldı? İşte bütün sır da orada gizlidir. Şöyle ki:

Aklı ve îmanlı kalbi nur gibi aydınlanmış, vatan müdafaasını ve şehâdeti şeref saymış, İslâm ve Kur’ân için can vermeyi cana minnet saymış bir neslin ortaya çıkmasıyla bütün bunlar gerçekleşmiştir. İşte bu nesil, İslâm ve mukaddesat mücadelesinde gerek beyin gücü gerekse bedenî güç açısından çok önemli bir potansiyele sahiptir. Onun bu coşkun enerjisi; Allah ve Rasûlü’ne îman, din ve îman yolunda cihad arzusu ve İslâm’ın bildirdiği hareket metoduyla birleşince, ortaya hiçbir engel tanımayan muhteşem bir güç çıkacaktır. Yeter ki bu gücü yönlendiren; Allâh’ın emir ve yasakları olsun, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini kalbine yerleştiren olsun, i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsını yüceltmek isteyen bir rûhun sahibi olsun… İşte bu gücün sahipleri, Rabbine ve Rabbinin bildirdiği mükemmel dîne ve müntesiplerine yapılacak saldırıları asla unutmayacak ve gerekli karşılığı ânında verecektir.

İşte lâzım olan; insanlarımıza Rabbimiz’i hakkıyla anlatabilmektir, îmânı onlara hakkıyla aşılayabilmektir. Böylece ortaya çıkan bu gücün bu özellikleri, her zamandaki İslâm mücadelesini ön saflarda yapmaya sevk etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in özellikle Mekke’deki ve Medine’deki mücadelesinde o gençlerin oluşturduğu gücün rolü büyüktür. Günümüz şartları altında bu kuvvetin önemi, daha da artmıştır. Bunu çok geçmedi, Azerbaycan’da net olarak gördük. Ehl-i îman coşarken, kâfir kaçacak delik aradı.

Zira hedefe ulaşmada uzun bir zaman gerektiren İslâm ve mukaddesat mücadelesi, köklü bir yapıya sahip olmak ve geleceğe de hitap edebilmek için İslâm’ı bir bütün olarak anlamış, hissetmiş ve onu bir bütün olarak yaşama azminde olan nesillere muhtaçtır. Özellikle bu gücün içindeki gençlerin eğitim ve terbiyesi ile birinci derece mükellef anne ve babalarımız, mes’ul hocalarımız, müessese ve kuruluşlarımız ile devletimiz bu hakikat üzerinde dikkatle düşünüp hâlli noktasında gayret göstermelidir.

Şu hâdise müslümanın nasıl bir ruh taşıması gerektiğini ne güzel anlatıyor:

Muğîre bin Şûbe –radıyallâhu anh- kuvvetli bir hatipti, Nihâvend Harbi’nden önce Kisrâ’nın kırk bin kişilik ordusuyla karşılaşınca onlara hitâben şöyle seslendi:

“Biz müslüman bir gücüz. Biz vaktiyle azgın yol kesicilerdik. Zorlu bir belâ ve musîbet içinde yaşarken; açlıktan hurma çekirdeği, deri parçası kemirirken; ağaca ve taşa taparken, kısaca biz böyle koyu bir cehâlet içindeyken; göklerin ve yerlerin Rabbi, şânı yüce olan Allah Teâlâ bize kendi aramızdan bir Peygamber gönderdi. Şimdi bize gönderilen bu aziz Rasûl bize şunu öğretti:

«Siz kâfirlerle, yalnız Allâh’a inanıp O’na îman edinceye veya cizye verinceye kadar harp etmemizi buyurdu. Ve o Rasûl, Rabbimiz nâmına bize haber verdi ki;

–Bizden cihad uğruna hayatını kaybedenler şehid olup doğrudan cennete giderler. Ve orada emsâli görülmedik mükâfâtlara ulaşırlar. Şehid olmayıp geride kalanlarımız da sizi esir ederler.»” (Buhârî, Cizye, 1)

Evet, işte olması gereken şecaat bu olsa gerek. Kisrâ’nın kırk bin askeri varmış, biz azmışız, umurunda bile olmuyor. Mesele, aldığı îman celâdetini hakkıyla hayatına yansıtmasıdır. Müslüman; takvâ ehli olur, îman gayreti taşırsa az çoğa galip gelir Allâh’ın izniyle.

Rabbim bizlere de bu îman şecaatini nasîb eylesin.

Âmîn…