Cibrîl Hadîsi Işığında; MEDENİYETİMİZİN EĞİTİM ESASLARI

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Cenâb-ı Allah bizleri, bu dünyaya kendisine kul olmamız için gönderdi. Her şeyden önce vazifemiz Allâh’a güzel bir kul olmaktır. Fakat bir vazifeyi başarabilmemiz için; onunla alâkalı bir ön hazırlığımızın, donanımımızın, bilgimizin ve becerimizin olması lâzım gelir.

Bu sebeple güzel bir kulluk için de eğitime ihtiyacımız vardır.

“Acaba Allâh’a nasıl kul olabiliriz?”

“Allâh’ın bizden istediği vazifeyi nasıl hakkıyla yerine getirebiliriz?”

Bu soruların cevaplarını ihtivâ eden malûmâta «ilm-i hâl» denir; yani kişinin hâliyle, durumuyla, o andaki vazifesiyle alâkalı bilgilerin toplandığı ilim.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:

طَلَبُ الْعِلْمِ فَر۪يضَةٌ عَلٰى كُلِّ مُسْلِمٍ

Her müslümana ilim talep etmek farzdır. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Bu hadîs-i şerifle bize, Allâh’a kul olma ilmini «nasıl öğrenmemiz gerektiği» noktasında araştırma yapmanın da bir vazifemiz olduğu bildirilir.

«İlim» kelimesi Türkçemizde de kullandığımız «alem, alâmet» kelimeleriyle aynı kökten gelir. Yani ilim; işaret, gösterge ve sembol mânâlarıyla alâkalıdır.

Dolayısıyla ilim öğrenen kişinin üzerinde; o ilmin bir işaretinin, göstergesinin, sembolünün olması lâzım gelir. Yani ilim; beraberinde bir tesiri, bir izi getirmelidir. Onun için ilim; izi olan, kalıntısı olan yapıya denir. Ama bir defalık «kullan-at» türünden olan, kalıntısı olmayan, izi olmayan, eseri olmayan yapıya ilim denemez.

Bu yönüyle, ilim öğrenme süreci çok mühimdir. İlim dediğimiz şey; yalnız başına öğrenilen, tek taraflı bir meşguliyet değildir.

İlkokullarda, ortaokullarda ve liselerde tek taraflı olarak öğretmenin anlatıp, öğrencinin sükût hâlinde bir şeyler almaya çalıştığı süreç; yeterli bir öğrenim ve öğretim süreci değildir. Çünkü kulağımıza aldığımız bilginin zihnimize oturması zaman ister. Bu, çift taraflı bir faaliyetin neticesinde ortaya çıkar. Yani mesele, muallimin ağzından çıktıktan sonra ancak talebeler tarafından da dönüp hocaya anlatılmak ile pekiştirilebilir.

Demek ki;

Bir şeyin öğrenilebilmesi için önce onun ustadan işitilmesi gerekir. Sonra çıraktan ustaya yani talebeden hocaya, muallime aktarılması gerekir. Sonra bunun 3. şahıslar üzerinde bir aktarım tecrübesinin daha yapılması gerekir.

İşte burada bizim geleneğimizden gelen medrese yapımızla, günümüz eğitim anlayışı arasındaki fark çok bârizdir.

Medrese geleneğimizde eğitim; bire bir, teke tek yapılır ki, bu bağlamda;

«Cibrîl Hadîsi» diye anılan meşhur hadîs-i şerifte, İslâmî eğitim usûlünün temel taşları bir bir verilmektedir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda oturuyorduk.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte, onlardan ayırt edilemeyecek şekilde otururlardı. Yani bir daire şeklinde ashâb-ı kiram, Efendimiz’in etrafına dizilirlerdi. Medrese geleneğimizde de oturma şekli böyledir. Hoca efendinin sağında ve solunda oturarak yan yana dizilen talebeleri halkayı tamamlarlar. Böylece halkada, baş ve son olmaz. Bazıları önde, bazıları arkada kalmaz. Herkes birbirinden istifade eder.

Bu sırada; elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş bir hâli olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi.

Hazret-i Ömer açısından gelen kişi hakkında iki ihtimal var: Ya yabancıdır ya kendilerinden biridir.

Kendilerinden biri ise tanınması lâzım gelirdi. Ama mecliste bulunan kimse de onu tanımıyor.

Yabancıysa çöl ikliminde üstünün başının tozlu olması, saçının sakalının kuma boyanmış olması gerekir. Ama öyle de değil. Sanki yan kapıdan gelmiş biri gibi…

Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu.

Demek ki gelen, alıcı bir pozisyonda; kemâl-i edep ile bir talebe kıvâmında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dizinin dibine çöktü.

İşte eğitimin fizikî şartlarının en başında gelen şey: Eğitim bire bir olur. Eğitim öğretim faaliyeti kişiye özel, diz dize, göz göze gelinerek yapılan bir faaliyetle başlar.

Sonra soru sormaya başladı.

Demek ki talebe dediğimiz, suâli, isteği olan kişidir.

Suâl kelimesinin kökünde, «istemek, dilenmek ve soru sormak» mânâları vardır. Nitekim, «tâlib, talebe» de «talep eden, ısrarla isteyen» demektir. Mânevî eğitim yolu olan tasavvufta da, talebeye «mürid» yani «irade gösteren, isteyen» denilmiştir.

Talebe dediğin; sorusu olan, ne istediğini bilen insandır.

Hadîsin sonunda, gelenin Cebrâil olduğunu öğreneceğiz. Fakat ne için geliyor? Soruları var, sorularına cevap almak için geliyor. Demek ki eğitimin olmazsa olmaz ayağı: Sorusu olan, arayan ve bulmak isteyen talebedir.

Eskilerin güzel bir sözü vardır:

اَلسُّؤَالُ نِصْفُ الْعِلْمِ

«Soru, ilmin yarısıdır.»

Çünkü ilim, soru ve cevaptan ibarettir. Suâlin varsa, cevap alabilirsin. Suâlin yoksa anlatılan havada kalır. O bir iz bırakmaz. Yıllarca verileni almaya programlanmış şekilde sürdürülen tahsillerden bir netice alınamamasının sebebi budur.

Ama suâli elinde olan bir kimse, o suâlin cevabını bulduğunda ayrı bir mutluluk duyar.

Bu şuna benzer: Susamadıysak bize su ikram edildiğinde bir kıymeti olmaz. Ama eğer susamışken suya ulaşırsak bu çok kıymetli gelir. Çünkü hissedilen ihtiyaç ve arayış, suyun değerini ve lezzetini artırmıştır.

Bu mânâda ilim yolculuğunda soru biriktirmek, ihtiyaç depolamak demektir. Eğer ihtiyacınız varsa, o ihtiyacınızın karşılığını aldığınızda bir kıymeti olur.

Şahıs dedi ki:

«–Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat!»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

«–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şahâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, Ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyaret (hac) etmendir.»

Adam;

«–Doğru söyledin.» dedi. Onun hem soru sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti.

Bütün mesele işte burada!.. Sorumuzu soracağız, cevabımızı alacağız ve doğruluğuna kanaat getireceğiz. Eğer iknâ olmamışsak, doğruluğuna kanaat getirmemişsek, o zaman elde edilen o bilgi, bizim için bir ilim hâline gelmiş olmuyor. Yani bizde bir iz, bir alâmet, bir tesir bırakmıyor.

Hadîs-i şerîfin buraya kadar olan kısmından anladıklarımızı maddelendirelim:

Birincisi: Fizikî olarak; talebe hocasıyla çok yakın bir irtibat içerisinde bulunacak. Diz dize, gönül gönüle ve göz göze bir eğitim olacak.

İkincisi: Talebe yanında sorularıyla beraber meclise gelecek. Aradığı cevaplar, sormak istediği mevzular olacak.

Bu basit bir şey değildir, bir ömür o eksende dolaşmak lâzım gelir. Soru sorabilmek ustalık ister. Garip gelebilir ama soru sahibi olmak bilgi ister. Bilgisi olmayanın sorusu olmaz. Düşünün: Bir bebek soru sorabilir mi? Çocuk mânâlı bir soru sorabilir mi? Soruyu soran insan, o seviyede bir bilgiye de sahip demektir.

Dolayısıyla talebe dediğimiz kişi; arayan, araştıran, soran, soruşturan ve aradığı belli olan kimsedir. Ne istediğini bilen kişidir. O, elindeki soruların cevabını almayı ümit ettiği kişilere sorar.

Üçüncüsü: Talebenin aldığı cevap onu tatmin etmelidir. Bu yüzden aldığı cevabın kontrolünü yapmakla mükelleftir.

Eğer talebe hocasına; «Sadakte! / Doğru söyledin!» demiyorsa, orada bir boşluk vardır. Buradan da şunu anlıyoruz ki; ilim meclisi, yani hocayla talebe arasındaki münasebet sonuna kadar hür bir alandır. Bu alanda öğrenci, sonuna kadar anlamadığı şeyi sorma hakkına sahiptir.

Nitekim İmam Şâfiî Hazretleri, talebelerinden Rebî denilen bir zâta bir meseleyi 40 defa anlatmış. Rebî anlamamış. Utancından sıkılmış ve ilim meclisinden ayrılmış.

İmam Şafiî Hazretleri talebesinin peşinden koşmuş;

“–Vallâhi! Lokma yapıp ağızdan yedirmem mümkün olsa yaparım.” demiş.* İlim yolunda; küsmek, pes etmek, ümidi kesmek yok.

Dolayısıyla; «Şunu sorsam ayıp olur mu?»«Anlamadım desem hocam kızar mı, darılır mı?»İlim meclisinde böyle endişelerin yeri yoktur.

Lâkin o meclisten ayrılırken talebe hocasına; «Sadakte! / Doğru söylüyorsunuz hocam! Bunları kabul ediyorum hocam!» diyerek ayrılırsa, o zaman hakikî mânâda ilim tahsil etmiş olur. Fizikî birliktelik, sorularla gelme ve ayrılırken sorunun cevabının tatmin edici seviyede olduğunu görerek ayrılmak, hadîs-i şeriften buraya kadar hissemize düşen hikmet payları bunlar.

Adam;

«–Şimdi de îmânı anlat bana.» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

«–Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir.»

Adam tekrar;

«–Doğru söyledin.» diye tasdik etti ve;

«–Peki ihsan nedir, onu da anlat!..» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

«–İhsan, Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O, seni mutlaka görüyor.»

Adam yine;

«–Doğru söyledin.» dedi.

Cebrâil -aleyhisselâm-’ın; «İhsan nedir?» suâlini;

“–Îman ve İslâm’ı tarif ettiniz. Fakat bunları en kaliteli, en keyfiyetli şekilde nasıl îfâ edebiliriz? Bunu da anlatır mısınız?” şeklinde anlayabiliriz. Bu âdeta ilmin şekil şartını da ifade etmektedir.

İhsan, kaliteyi zirveye taşımaktır. Her ne yapılıyorsa; iyi yapmak, güzel yapmak, kaliteli yapmaktır. Bunun yolu:

«Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.»

Biz niye Allâh’ı göremiyoruz? Kendimiz Allâh’ı görmeye bir engel teşkil ediyoruz da ondan dolayı. Yani kendimizde bir varlık gördüğümüz sürece bir benlik gördüğümüz sürece; «Ben oldum, yetiştim, bittim, tamamım artık…» diye bir benliğin içine girdiğimiz sürece Allâh’ı görmemiz mümkün değildir.

Allâh’ı görmekten maksat nedir?

Bizi görüntüleyen bir kameranın önünde istediğimiz gibi rahat hareket edebilir miyiz? Edemeyiz. Kameradan biri beni görebilir, kayıt altına alınır, diye endişe ederiz.

İşte Allâh’ı görmek, Allâh’ın bizi gördüğünün şuurunda olmak, ilmin zirve noktası budur. Her şeyi Allah için ve Allâh’ın bize hesap soracağının şuurunda olarak yapmak, îfâ etmektir.

Cibrîl hadîsinden, eğitim dersleri çıkarmaya devam edelim:

Adam yine;

«–Doğru söyledin.» dedi, sonra da;

«–Kıyâmet ne zaman kopacak?» diye sordu.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap verdi:

«–Kendisine soru yöneltilen, bu mevzuda sorandan daha bilgili değildir.»”

İşte eğitim ve öğretime dair muazzam bir prensip daha:

«Bilmiyorum» diyebilmek.

Öğrenciyle, talebeyle; hocanın kendisini eşitlemesi, onu aynı seviyede kabul ederek;

“–Evlâdım! Bu noktada ben de senin gibiyim, senden daha fazla bir şey bilmiyorum.” cevabını verebilmesidir.

Bunu diyebilmesi için demek ki hoca talebesiyle hemhâl olacak. Bilmediğini söylemekten de çekinmeyecek. Çünkü ne kadar bilirsek bilelim;

وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ

“…Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yûsuf, 78)

وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلًا

“…İlimden size (bütün insanlığa) verilen çok az bir miktardır.” (el-İsrâ, 85)

Milyarlarca insanın içinden bizim hissemize düşen; az bile denilemeyecek kadar, yok kadar bir şeydir.

 

Nitekim altı aylık mesafeden bir kişi; halkın sorduğu 48 suâli cem edip, Medine’ye gelmiş. İmam Mâlik Hazretleri’ne bu sualleri sormak için yüzlerce kilometre yolu aşmış. Aldığı cevaplarla geriye dönecek. Hazret’in yanına varmış. Sualleri bir bir soruyor ve cevaplarını alıyormuş. Ancak 16 suâlin cevabını veren İmam Mâlik sonrası için;

“–Bilmiyorum.” demiş.

“–Yâ İmam! Ben memlekete gidince insanlara ne diyeceğim?”

“–Selâmımı söyle; «Mâlik’e sordum, bilemedi.» de!” demiş.

Gerçek ilim adamının kompleksi olmaz.

Yine meşhurdur. İmam Ebû Yûsuf Hazretleri’ne bir kişi soru sormuş. Büyük âlim;

“–Bilemiyorum…” demiş, karşısındaki;

“–Utanmıyor musun? Devlet hazinesinden şu kadar para alıyorsun, kādı’l-kudât makamını işgal ediyorsun.” deyince Ebû Yûsuf Hazretleri şöyle cevaplamış:

–Ben bildiklerimin karşılığında bu ücreti alıyorum. Bilmediklerim için ücret alacak olsaydım, dünyanın hazineleri buna yetmezdi.

Demek ki; «Bilmiyorum.» diyebilmek, bir hoca için sıradan bir şey olmalıdır.

Hoca demek, her şeyi bilen insan demek değildir. Bir insan her şeyi bilemez. Âlim, bilmediğini bilendir.

Nitekim şöyle bir söz rivâyet edilir:

Kim; «Ben câhilim.» derse, o kişi âlimdir.

Neyi biliyor? Bilmediğini biliyor.

Nitekim cehâlet ikiye ayrılır:

•Basit câhil,

•Mürekkep câhil.

Basit câhil; bilmeyip, bilmediğini îtiraf edendir. «Bilmiyorum.» der, öğretirsen öğrenir, problem çözülür.

Ama mürekkep câhil; doğru cevabı bilmez, yanlış bir malûmâta sahiptir, fakat o yanlışı doğru zanneder. Bu kişiye önce yanlış bildiğini bildirmek, cehâletini kabul ettirmek, ondan sonra doğrusunu öğretmek gerekir. Daha uzun ve daha zordur bu durum…

Onun için; «Bilmiyorum.» diyebilmek, bilmediğini bilebilmek, bilgide mesafe katetmek demektir.

Peki bilmediğimizi kabul ettik. Ne yapacağız? Tembellik yok. Öğrenmeye, araştırmaya, cevaplar aramaya devam edeceğiz:

Adam;

«–O hâlde alâmetlerini söyle!» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu:

«–Annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak başı kabak, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalarda birbirleriyle yarışmalarıdır.»”

İşte nebevî eğitimin bütün bu merhalelerinin yaşandığı yer, bizim medreselerimizdir.

Bizim medreselerimizde; dün medreseye başlayan, bugün yeni gelen arkadaşına ders tekrarı yaptırır. Aynı kişi; hem hocasının talebesidir, hem de kendisinden sonra başlayanların hocasıdır.

Dolayısıyla bizde eğitim faaliyeti, Mevlânâ Hazretleri’nin deverânındaki o meşhur harekete benzer; sağ eliyle yukarıdan alır, sol eliyle aşağıdakine verir.

Bu da bir sırdır ki ilim öğrenmek, asıl öğretirken gerçekleşir. Çünkü öğrenirken, pasif ve alıcı durumunda iken, arada birçok şeyi atlayabilirsiniz. Ama anlatırken atlama şansın olmaz. Demek ki asıl öğretirken öğrenilir.

Bu sebeple, derse girecek kişi; bilgisini tazelemek ve eksiklerini tamamlamak için, üst hocasına müracaat eder. Müzâkere ettikten sonra derse girer.

İşte bu, dünyada kâ‘bına varılamayacak bir eğitim zinciridir.

Orta halkanın, hem alıcı hem verici durumunda olduğu bir eğitim zinciri ancak bizim medreselerimizde vardır. Osmanlı’da her medresede eğitim gören talebenin gönlünde kendi medresesini inşâ etmek vardır. Ama bugün üniversitede eğitim alan bir talebe;

«Ben bir gün üniversite kuracağım.» diye hayal ediyor mudur?

O gün o mecliste, Cebrâil -aleyhisselâm- ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in müzâkere halkasına dâhil olan sahâbe-i kiram hazerâtının her biri, nice talebeler yetiştirdiler. Her birinin halkaları oldu ve İslâm halka halka âleme yayıldı, o ilim ve irfan bize kadar ulaştı.

Bizler de o halkaya edep ve hürmetle, birikmiş suallerimizle, talebimiz ve irademizle, tevâzuumuz ve ihlâsımızla oturalım ve üzerimize farz olan ilim vazifesini bi-hakkın îfâ etmeye gayret edelim… Rabbimiz yardımcımız olsun.

Hadîs-i şerîfin son cümleleriyle yazımızı bitirelim.

Hazret-i Ömer anlatıyor:

Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber
-sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?» buyurdu.

Ben;

«–Allah ve Rasûlü bilir.» dedim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–O Cebrâil’di, size dîninizi öğretmeye geldi.» buyurdu.
(Müslim, Îmân, 1, 5. Ayrıca bkz. Buhârî, Îmân, 37; Tirmizi Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Nesâî, Mevâkît, 6; İbn-i Mâce, Mukaddime, 9)

_________________

* Bkz. Ebû Nasr Tâceddin İbnü’s-Sübkî Abdülvehhâb bin Ali bin Abdilkâfî Sübkî, Tabakātü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâ /; thk. Mahmûd Muhammed Tanahî, Abdülfettah Muhammed el-Hulv. – Kahire: Matbaatü İsa el-Bâbi el-Halebî, 1964/1383. c. 1, s. 134.