AKIL, KALP ve DUYULARIMIZ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Dr. Med. Naif ÖZKUL

Son zamanlarda gündeme gelen yukarıdaki başlıklı konular hakkındaki görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle aklın, kalbin hattâ beynin ne olup ne olmadığı, işleyişi, fonksiyonları ve merkezinin nerede olduğu tarzındaki sorular hatıra gelmektedir. Zihnin, iradenin, düşünce ve muhakemenin tam olarak nasıl işlediği fizikî şart ve imkânlarla aydınlatılamamış; hâdise, tamamen fizik ötesi bir gerçek kabul edilmiştir.

Diğer taraftan beynin fonksiyonlarıyla alâkalı tıbbî araştırmalar yapılmıştır. Meselâ Kanadalı beyin cerrahı Prof. Wilder PENFIELD (1891-1976); kedilerin beynini dış ortamda incelemiş, elektrik uyaranlarla, beynin muayyen bölgelerini uyararak hayvanın tepkisini göstermiştir. Korteksi, görme, koklama ve iştihâ merkezlerini uyararak, tepkisini göstermeye çalışmıştır.

Buna ister refleks ister içgüdü deyin; hayvanlar, Allâh’ın yarattığı bu kabiliyetlerle hayatlarını sürdürmektedirler. İnsanlarda da bu tür merkezlerin varlığı bilinmekte ve diğer canlılarla örtüşmektedir. Yine bilindiği gibi; akıl, ruh ve kalp gibi bilinmezlerin yalnızca insanlarda var oluşu, apayrı bir yaratılışın neticesidir.
(Bkz. el-Mü’minûn, 14; et-Tîn, 4; el-İnfitâr, 7-8)

Aklın mâhiyeti, unsurlarının ne olduğu ve nasıl işlediği; Kur’ân’da mevzu edilmiyor. Yalnız akletme istîdâdının kalbe verildiği bilgisi var.

Akıl ve kalp irtibatının kurulduğu âyetlere şu misalleri verebiliriz:

“(Sen’i yalanlayanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı?

Zira dolaşsalardı, elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.”
(
el-Hacc, 46)

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Bu âyetlerde görüldüğü üzere, kalp kavramının akletmek ve düşünmek ile tam bir irtibatta olduğu bilgisi yer alıyor.

Kur’ân’da «akletmek», her zaman fiil kalıbında kullanılmıştır. «Akletmez misiniz?», «Akleden bir kavim için…» ve benzeri âyetlerde olduğu gibi…
(el-Bakara, 44, 73, 76, 164; el-Mâide, 58, 103, vb.)

«Akıl» kelimesi, isim olarak Kur’ân’da yer almamıştır. Ancak akıl mânâsında; «hicr, lübb ve nühâ» şeklinde bazı isimler yer almakla beraber, bunlar «akl-ı selîm, sağduyu, insanı yanlıştan koruyan meleke / kuvve» mânâsında yine mücerred bir mâhiyet arz eder. Beyin gibi, müşahhas bir organa işaret etmez.

Akıl nimetine sahip olan insanlar, sorumlu tutulmuştur. İnsanlar mütemâdiyen, Allâh’ın âyetlerini akletmeye çağrılıyor, akletmemek yadırganıyor ve ancak akledildiği zaman hakikatin kavranılacağı buyuruluyor.

Kur’ân’da geçen âyette ifade edildiği üzere; insana, yüce Allah, rûhundan nefhetmiştir. İşte akıl sahibi insan bu nurla; görür, işitir ve düşünür. Bu görme, işitme ve düşünme, sâir hayvanlardakinden farklıdır.

Necip Fazıl, bir konferansında şöyle demişti:

“Biz Allâh’ın nûruyla görüyor, işitiyor ve düşünüyoruz. Ne güzel! Gerçek mütefekkir ve filozoflar, beyne dair biyolojik îzahlara gülüp geçerler.”

Akciğer, karaciğer gibi beyin de sonunda toprak olur ve kaybolur.

Kalp ve ruh gibi latif varlıklar ise; ölüm sonrasında Cenâb-ı Hakk’ın izni ve iradesiyle, varlıklarını ebedî olarak sürdürmektedir.

Bilgi kaynaklarımız, akıl ve duyularımızdır. Duyularımızın zaman zaman yanıldığını,
İmâm-ı Gazâlî, el-Münkızü mine’d-Dalâl adlı eserinde misallerle anlatır: Meselâ uzaktaki cisimleri küçük görürüz. Yaklaştıkça büyüdüklerini görürüz. Kezâ serap vâkıası da, ışık kırılmasını su şeklinde gördüğümüzü gösterir. Psikolojik birtakım rahatsızlıklar da duyularımızı etkileyebilir, halüsinasyonlar görebilir, olmayan şeyleri görebilir, duyabiliriz.

Duyular, hayvanlarda da vardır. Fakat akıl, ruh, kalp gibi mânevî yapılar insana mahsustur.

Duyularımız aynı zamanda mahduttur / sınırlıdır. Belirli bir mesafenin ötesini göremeyiz. Belirli frekansların altını işitemeyiz. Demek ki, duyularımız, duyulabilir âlemdeki her varlığı bile tam olarak idrâk edememektedir. İnancımız gereği biliyoruz ki, duyularımızın algılayamayacağı varlıklar da vardır. Melek, ruh, cin, omuzlarımızda tutulan kayıtlar ve benzeri varlıklar, duyularımızın göremeyeceği hakikatlerdir.

Cenâb-ı Hak da bu dünyada duyularımızla algılanmaktan münezzehtir. Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Musa’nın, Cenâb-ı Hakk’ı görmek istediği fakat zerre kadar bir tecellî ile dahî kendinden geçtiği ve bayıldığı bildirilir. (el-A‘râf, 143)

Yine âyette;

“Gözler O’nu göremez!” (el-En‘âm, 103) buyurulmuştur.

Allah Teâlâ; duyularımıza konu olan bir varlık olmadığından, görülmez.

Ancak Rabbimiz; akıl ve kalp ile bilinebilir, takvâ ve ihlâs ile O’na yaklaşılır. Cennette ise, «cemâl»ini kullarına temâşâ ettirecektir.

Cenâb-ı Hak, hakikî mânâda Sonsuz Varlık’tır. Matematikte ve geometride gördüğümüz sonsuzluk kavramı, bir belirsizlik olarak lânse edilir. Hâlbuki bu kavram aslında Allâh’ın ismi ve sıfatları için kullanılmalıydı. Allâh’ın ilmi, kudreti ve azameti sonsuzdur. Sonsuzluk, gerçek mânâda sadece O’na nisbet edilmelidir.

İnsanlar, hayvanlar ve bu âlemdeki her şey, fânîdir. Tek ebedî olan Allah Teâlâ’dır. Kelâm ilmi Allâh’ı bilmeyi vâcib kılar. Bu bilme, nazar ve istidlâl (akıl yürütme) ile olur. Yani yaratılan şeylerin bir yaratıcısının olması gerektiğini düşünmek, kâinattaki nizâmın bir yaratıcısının olduğunu idrâk etmek, bir yaratıcıyı kabul edince de, O’nun bu varlığı bir gaye için yarattığını tefekkür etmek gerekir.

Akıl, maddeyi madde olarak görebilmekten ibaret değildir. Yani fizikî olarak görmek değil, esas olan metafiziğini görebilmek. Onun içindir ki filozof; maddenin ötesini görebilen kimseye denilir. Maddenin sadece fizik yapısını inceleyen kişi; çok iyi bir fizikçi yahut dünya çapında bir kimyacı olabilir, fakat gerçek filozof olamaz.

İsmail Hakkı Bursevî, 130 eser vermiş bir dehâ. O, bu hususta şunları söylemiştir:

“Canlılık ikiye ayrılır:

Hayvânî ruh ve sultânî ruh.

Sultânî ruh, emir âlemindendir. Sultânî rûhun bedenden ayrı olması sebebiyle ona «el-Mufârik» da denir. Beyin dâhil, bedenin çürüyüp yok olması, onu etkilemez. Ancak uzuvlar üzerindeki tasarrufu son bulur. Taayyün (belirleme) yeri, çam kozalığı şeklinde, kalp dediğimiz et parçasıdır. Kalp melekût âlemindendir.

Hayvânî ruh ise halk âlemindendir. Bedenin bütün uzuvlarına dağılmıştır. Taayyün yeri ise dimağdır (beyindir).” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, [İsrâ, 85], XV, 255, Erkam yay.)

Bu sınıflamayı beğeniyor ve benimsiyorum. Çünkü beyin de diğer uzuvlar gibi çürüyüp toprak olmaktadır. Yukarıda bahsedilen mânevî kalp, vücuda kan pompalayan uzuvdan ibaret değildir. Onun taayyün merkezi o uzuv olabilir. Fakat ondan ibaret değildir.

Allâhu a‘lem / Allah en doğrusunu bilir.

İşte diğer hayvanlarda, görme, duyma ve koklama gibi duyuların merkezinin beyin olduğu; yapılan deney ve araştırmalarla anlaşılmaktadır. İnsanlarda da bu durum zâhiren aynıdır. Fakat insan, hayvanlardan farklı olarak; akıl, sultânî ruh ve kalp gibi letâif ile mücehhezdir. İşte bu sebeple, insan sorumlu tutulmaktadır. İnsanlar âyetlerde mütemâdiyen, Allâh’ın âyetlerini akletmeye, tefekkür etmeye ve düşünmeye davet ediliyor.

Kur’ân ve hadislerde kalbe verildiği bildirilen «akletme» istîdâdı bu mânevî kabiliyettir. Yoksa beynin fonksiyonları olan, basit biyolojik idare merkezi olma kastedilmemektedir.

Yine bu ayrımı destekleyen bir tasnifi daha paylaşalım:

Sûfiyye’ye göre, akıl iki türlüdür:

Akl-ı meâd ve akl-ı meâş…

Akl-ı meâş, günlük ihtiyaçları karşılayan akıldır. Bu akıl türünde, beden fonksiyonları rol oynar.

Akl-ı meâd ise, Allâh’ın kudret ve azametini görebilmek sanatıdır.

Sûfiyye’ye göre, varlık araştırmasına gerek yoktur. Zikrullah ile mârifete varılır. Allah, kalp ile bilinir. Tabiî ki bu durum herkese nasip olmaz. Bunun gerekleri olan; takvâ, helâl gıdâ, az yeme, az uyuma vb. mücâhedelere riâyet gerekir. Bu irfan, ancak ilâhî lutfa mazhar olanlar içindir.

Tasavvufî eğitimde; kalbin ve rûhun inkişafına çok îtina gösterilir. Bu, tasfiye-i kalp / kalp tasfiyesi diye adlandırılır. Maalesef seküler (dünyevî) eğitimde, bedenin inkişafına ehemmiyet gösterilirken, kalbin inkişafı âdeta yok sayılmaktadır. Değerli üstadlarımız, kalp tasfiyesini sık sık vurgularlar. Kalbin tasfiyesi, rûhî bunalım ve hastalıkların tedavisi için de çok mühim bir unsurdur.

İmâm-ı Gazâlî -rahimehullah-; 35 yaşlarında Bağdat’ı terk ederek, Şam’a gider. Orada yedi yıl inzivâya çekilir. Ancak bundan sonra, iç dünyasındaki buhrandan kurtulur.

Duyular ile çevremizi ve kâinâtı algılarız. Akıl ile yorumlarız, hakikatine varırız. Bütün duyularımızın ve aklımızın yaratıcısı yine Cenâb-ı Hak’tır. Aklı yerinde kullanmak ve vahyin ışığı altında, hadislere uygun tatbik edebilmek mesele. Dikkat edilirse akıl ile vahiy arasında hiçbir çatışma ve çelişme yoktur. Belki aklı aşan, aklın sınırlarını zorlayan durumlar olabilir. Fakat çelişme ve çatışma yoktur.

Hâlbuki Hıristiyanlıkta teslis gibi akılla çatışan bâtıl ve abes birtakım dogmalar vardır. Onlar inanç âlemine, aklı hiç sokmayarak, aklın itirazlarını cevapsız bırakırlar.

Aklî ilimler, herhangi bir millete has değildir. Aklî ilimler; yani fizik, kimya, astronomi, biyoloji vs. insanlığın ortak malıdır. Batı; Yunanca ve Lâtince terminolojiyi kullanarak, bütün insanlığın ortak mîrâsı olan ilmi, son 2-3 asırda geliştirerek, sadece kendisine mâl etti. Önceki medeniyetlerin katkısını inkâr etti. Hâlbuki; aklî ilimlerin gelişmesinde, doğu medeniyetlerinin de büyük katkıları vardır. Bir tek misal olarak; İbn-i Sînâ (batıda bilinen ismiyle Avicenna’nın) «el-Kānûn fi’t-Tıb» adlı eseri Lâtinceye tercüme edilerek, 17’nci asra kadar Avrupa tıp fakültelerinde okutulmuştur.

Duyulara konu olan bu ilimlerde gelişen batılı insanlardan bir kısmı; mânevî varlıkları, metafizik hakikatleri inkâr yolunu tuttu. Bunlara pozitivistler, natüralistler ve materyalistler diyoruz.

Hâlbuki, insan duyularına kapalı bir âlem vardır. Aklın, metafiziği de bir nebze idrâk edebilmesi için, vahiy gönderilmiştir. Rahmetli Necip Fazıl derdi ki:

“Hakikat tektir, o da Allah ve Rasûlü’nün bildirdiği «Mutlak Hakikat»tir. Kaynağı vahiydir.”

Bu saha îmânın sahasıdır. Mü’minler gayba îmân ederler.

Gayb, duyulara kapalıdır; fakat tefekküre, ibrete, taakkule açıktır. İnsan; bilinenden bilinmeyeni, görünenden görünmeyeni görmeye çalışır.

Devrimizin maddeci anlayışı; ruh, kalp, melek gibi duyularımıza kapalı âlemi inkâr etmeye kalkışır. Hâlbuki varlık sadece görünen âlemden ibaret değildir. Görünmeyen nice âlemler de vardır. Dînimizde buna «gayb» denir. Kur’ân mesajlarında gayb, «yokluk» demek değildir. Necip Fazıl’ın tabiriyle; «olup da olmayan»dır. Fransızca «absente» kelimesiyle karşılanır. Talebeliğimizde Fransızca dersinde, sınıfta olmayanlara absente / nâmevcud denilirdi. Bu çocuk «yok» yazılır. Çocuk vardır fakat sınıfta mevcut değildir. Gayb da böyledir. Duyularımızca görülememekte, duyulamamaktadır. Ama vardır.
Gayb; bilinmeyen değil, duyulara konu olmayan varlıklardır.

Edebiyatta bu telâkkîye çokça tesadüf edilir.

Ahmet Hamdi TANPINAR, «Bursa’da Zaman» şiirinde şöyle der:

Yeşil Türbesi’ni gezdik dün akşam,
Duyduk bir mûsıkî gibi zamandan,
Çinilere sinmiş Kur’ân sesini…

Şair burada çinilere sinmiş Kur’ân sesini duyabiliyor. Görünende görünmeyeni görüyor ve duyuyor. Kezâ Yahya Kemal’in şiirlerinde de aynı duygulara tesadüf ederiz. Bunlar edebiyat olarak karşımıza çıkan, metafizik hislerin ifadeye bürünmüş şeklidir. İnanç dünyasında ise, gayba ait hakikatler vardır.

Eğer bunlar, meselâ Allah Teâlâ ve melekler; duyulara konu birer varlık olsa idi, herkes müslüman olurdu. O zaman imtihana gerek kalmazdı.

Bu kâinat sadece görünen âlemden ibaret değildir. Bu hakikati âhirete irtihalde göreceğiz inşâallah. Fakat dünyada iken fizik ötesi gerçekleri inkâr edenler için, o gün çok geç olacak!..

Ne mutlu, aklederek, kalbini çalıştırarak mânevî hakikatleri, dünyada iken görebilenlere!..