BÜYÜK LÜTUF
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com
Yüce Allah buyurur:
“Andolsun ki içlerinden bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere «BÜYÜK BİR LÜTUF»ta bulunmuştur…” (Âl-i İmrân, 164)
Hazret-i Peygamber j…
Mü’minler için Allah’tan gönderilen büyük bir lütuf.
Görebilen gözler için söze hâcet yok. Lâkin bu Büyük Lutfu / Hazret-i Peygamber j’i şahâdet üzre yaşamayı, O’nun yolunda hidâyetlere vesile olabilmeyi, iki cihanda da O’nun rahmet ve şefâatine erebilmeyi, hâsılı O’nun yüzü suyu hürmetine nâil olunan mazhariyetlere şükredebilmeyi hakkıyla idrâk ve edâ için ise, ciltler dolusu sözlere ihtiyaç var.
Mâlûmdur ki;
Cenâb-ı Hakk’ın bizlere en büyük ikrâmı, îman nimeti. Îmânın en mühim şartı ve husûsiyeti de kelime-i şahâdet. Kelime-i şahâdetin yegâne makbûliyeti de içerisindeki şu iki büyük hakikat:
1. Hiçbir ilâh yoktur, ancak Allah vardır!
2. Hazret-i Muhammed j, O’nun kulu ve Rasûlü’dür.
Yine mâlûmdur ki;
Görünen gerçek, inkâr edilemez. Görmek hakkıyla gerçekleştiğinde her türlü yalan ve inkâr devre dışı kalır. İtiraz ve şüphelerin tamamı yok olur. Çünkü en büyük delildir, görmek…
Bu bakımdan;
Allâh’a inanmak da, her şeyden önce O’nun hiçbir şerîki ve nazîri, yani ortağı olmadığına, dolayısıyla «yegâne bir» ve «yegâne tek» olduğuna görerek şâhitlik etmektir.
Şâhitlik;
Hayalen değil hakikaten görmenin olduğu hususlarda gerçekleşir. Görmeyen bir kimse sadece duymuştur. Duymuş kimseden ise şâhit yazılmaz. İlle gören gerektir.
Onun içindir ki;
Kelime-i şahâdet, görmüş olmak ve görmüşlüğün hakikatini ifade etmekten ibarettir. Zaten gözler; zerreden kürreye şu kâinatta ve ezelden ebede tüm zamanlarda perdesiz bakabildiği nisbette sadece birliği, bir oluşu temâşâ eder. Yani her şeyde sadece yüce bir tevhid göze çarpar. Zira yerlerde, göklerde ve semâvâtın bütün katlarında, mikro âlemden-makro âleme kadar, tüm varlıklarda tek bir ferman vardır, tek bir hüküm vardır, tek bir hakikat vardır:
«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰه»
Bütün âlemler, ancak tevhîdi haykırmaktadır:
«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰه»
Bütün mevcûdat, bir ayna misali tek bir gerçeği göstermektedir:
«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰه»
Sayısız ilâhî nakışlara ve muazzam ilâhî kudrete mâkes olan yerlere ve göklere ince ince baktığımızda, hikmet ve tefekkür penceresinden ârifâne bir şekilde seyrettiğimizde hepimiz aslında bunu açıkça ve şüphesiz olarak görüyoruz.
Gördüğümüz için;
« اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ » diyoruz.
Her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birlik tecellîlerini, O’nun isimlerinin sıfatlarını ve zuhûr edişlerini birer birer görüyoruz. Hayret ve hayranlık içinde görüyoruz. O’nun nasıl kusursuz bir Sübhân / beşerî sıfatlardan münezzeh bir Müteâl ve hayal ötesi bir kudret sahibi olduğunu görüyoruz.
Hazret-i Allah da;
Öncelikle ve açıkça görmemizi ve görerek şâhitlik yapmamızı, yani gerçek bir temâşâ ile;
« اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ / Şâhit olarak söylüyorum ki: Hiçbir ilâh yoktur, ancak Allah vardır!» dememizi istiyor.
Daima;
Tevhîdi usûl böyleymiş diye değil, şeksiz ve şüphesiz bir temâşâ ile göre göre şâhit olup da ifade etmemizi istiyor. Îman cümlesine bu sebeple kelime-i şahâdet / şâhitlik kelimesi denmekte.
Yani;
“Şâhitlik ediyorum ki….” diye ifadeye döküyoruz îmânımızı. Çünkü şâhit olarak dile getirmemiz gerekiyor. Tâ ki, îmânımız hayâlen değil gerçek bir îtikad üzre olsun ve kalbimizin tasdiki de böylece zuhûr etsin.
İçinde âlemler dolu kâinâtın hangi köşesine nazar etsek, baksak, daima tevhid hakikatinin temâşâsı vardır. Bizler, işte bu temâşâ ve görmenin sırrı ve hikmetiyle;
“‒Evet ben gördüm ve şâhit olarak ifade ediyorum ki Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyoruz.
Bu ifade;
Kelime-i şahâdetin ilk kısmı. Îmanda birinci şâhitlik.
İkincisi ise;
Hazret-i Muhammed Mustafâ j hakkında.
Çünkü îman için şart olan ikinci bir şâhitlik var. O da, Hazret-i Peygamber j Efendimiz’e dair şahâdetimiz.
Asla;
Bu iki şahâdet gerçekleşmeden îman tahakkuk etmez, müslüman olunamaz. İslâm’ımızı îlân için;
“‒Şâhit olarak söylüyorum ki: Hiçbir ilâh yoktur, ancak Allah vardır!” dedikten sonra;
“‒Ben, gördüm şâhit oldum ki Muhammed j Allâh’ın kuludur ve Rasûlü’dür.” denilmesi de, îmânın olmazsa olmaz şartı ve özüdür.
Birinci şahâdet Allâh’a, ikinci şahâdet ise;
•Hazret-i Muhammed Mustafâ j’in kulluğuna ve
•Peygamberliğine şâhitliktir.
O’nun kulluğu ve peygamberliği… Hazret-i Peygamber j’in Siyer-i Nebîsi… Yani O’nun hakkında «عَبْدُهُ / Allâh’ın kulu» diyerek ifade ettiğimiz gerçek, O’nun kullukta canlı bir Kur’ân olarak mütevâzı ve muhteşem yaşayışının tezâhür ettiği hayatı, sünnetleri ve hadîs-i şerifleridir ki, bunlar, müseccel bir üsve-i hasene sûretinde kıyâmete kadar gözler önündedir.
Sonra;
O’nun bu müstesnâ kulluğuna şâhitliğin hemen ardından «وَرَسُولُهُ» diyerek ifade ettiğimiz gerçek de, O’nun peygamberlikteki tebliğleri, irşadları, ilâhî vahyi bizlere aktarması ve İslâm’ı baştan sona bütün ömrü kuşatan mükemmel mâhiyeti çerçevesinde insanlığa delilleriyle, mûcizeleriyle, en yüce ahlâkıyla ve ahkâmıyla gönül gönül nakşetmesidir. Bu da aynı şekilde müseccel olarak kıyâmete kadar gözler önündedir.
İşte îman şartı olan Hazret-i Peygamber’e şahâdetin / şâhitlik edilecek muhtevâsı budur. O’nu görmek de budur. Bu mânâda Hazret-i Peygamber devrinde yaşayıp yan yana olduğu hâlde O’nu göremeyenler olmuştur. Lâkin sonraki asırlarda yaşasa da bi-hakkın kelime-i şahâdet getirenler, O’nun kulluk ve peygamberliğini ayın on dördü gibi görmüşlerdir.
Mesele zaten bu temâşâdır. Bu gerçeği görebilmektir. Îman, bu görebilmenin şâhitliğidir.
İyice fark edilmeli:
İslâm düşmanı misyonerler, Hazret-i Peygamber’in canlı bir Kur’ân olarak yaşayışının tezâhür aynası olan Siyer-i Nebî’yi, hadîs-i şerifleri ve sünnet-i seniyyeleri; «Kur’an bize yeter!» sloganıyla ortadan kaldırmak için niye çırpınıyorlar? Çünkü biliyorlar ki tarif ve tatbik kalmayınca hakikat devre dışı kalır. Yani sünnetler, hadisler ve buna bağlı fazîletler hayatın dışına atıldığında, hemen ardından Kur’ân-ı Kerim de kendiliğinden -hâşâ- bertaraf edilmiş olur.
Lâkin unutuyorlar:
O j, Allâh’ın Rasûlü… Yüce Allah, çok sevdiği peygamberini, Seyyidü’l-Mürselîn olan Muhammed Mustafâ j’i misyoner hilelerinde buhar etmez. Çünkü O’nu Hazret-i Kur’ân ve kelime-i şahâdet ile tasdik ve te’yid etmiştir. Şâirin dediği gibi;
Ebediyyen sevecek cân O’nu, cânân olarak
Şart-ı peymân olarak, hüccet-i îmân olarak.
(Kemal Edip)
“O’nun hürmetine yaratılmış olan can, O / Varlık Nûru’nu;
•Yegâne sevgili bir cânân olarak,
•Yemin şartı olarak ve
•Îmânın delili olarak ebediyyen sevecektir.”
Çünkü Hazret-i Allah, O’na;
«‒Habîbim» demiş ve ömrüne yemin etmiş.
Çünkü O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiş ve kelime-i şahâdette îmânın delili kılmış.
Mâlûm;
Îman dairesine girebilmek için yüce Allâh’a şahâdet getirip de Hazret-i Peygamber j’e şahâdet getirmeden mü’min olmak mümkün değil. Yani Allâh’a inanıp O’nu inkâr küfürdür.
Kezâ;
Bir yandan Hazret-i Peygamber j’i lafzen olarak kabul ediyor görünürken diğer yandan da, O’nun, ömür boyu üsve-i hasene vasfında Allah emri üzere sergilediği kulluk ve peygamberliğine dair İslâm yaşayışını, îman ölçülerini, emir ve yasaklarını inkâr etmek de, küfürdür.
Yani;
Kelime-i şahâdet getirebilmemiz için Hazret-i Peygamber j hakkında O’nun kulluğu ve peygamberliği itibarıyla kendisine şâhitlik yapabilmemiz imkânını sağlayan Kur’ânî ferman ile de müseccel İslâm temellerini ve şahâdet tezâhürlerini inkâr da, küfürdür. Üstelik böyle bir küfrü ve bozgunculuğu, güya çok gerekli bir ıslah hareketiymiş gibi şırınga etmeye kalkışmak ise, ayrı bir cehâlet, münafıklık ve hüsrandır.
Sormalı;
En berbat bir cehâletin adını ve markasını en güzel ilimmiş gibi süsleseler, bundan basîret, irfan ve hikmetler mi doğar yoksa acı ibretler mi?
Sormalı;
Kötü bir zulmü en mükemmel adâlet diye satsalar, onun içinden coşkulu merhametler mi fışkırır, yoksa dayanılmaz feryatlar mı?
Sormalı;
Büyük bir bozgunculuğu, fesâdı ve yıkma faaliyetini, bin türlü lâkırdı ve maske kullanarak en doğru ıslahçılık, düzeltmek, yapmak ve inşâ etmek gibi gösterseler de, bundan îmar ve ihyâ mı çıkar, yoksa enkaz ve harâbe mi?
İşte;
Her tür enkaz ve harâbelerden ehl-i îmânı korumak için Hazret-i Allah, Hazret-i Peygamber’in tüm ömrü dolduran kulluğunu ve peygamberliğini şâhit olarak tasdik etmemizi îman şartı yaptı. Hayatımızı, O’nun hayatı etrafında şekillendirmeyi ferman buyurdu. Bunda ihmale düşmeyelim diye de Peygamber’e itaati, Allâh’a itaat olarak tescil etti. Böylece Hazret-i Peygamber’in yaptıkları;
Tarifte sünnet, tatbikte farz hükmünde oldu.
Buna rağmen;
Bazı kasıtlı bilgiçler, böyle bir gerçeği bozmak ve peygamber yerine kendileri geçip din husûsunda belirleyici olup da İslâm’ı ve insanları tahrip etmek sinsiliğinde nice virüslü mantıklar üretiyorlar.
Bunlar;
Tarihte de yaşandı. Hiçbiri tutmadı. Yalancı peygamberler çıktı, tutmadı. Yalancı müctehidler çıktı, tutmadı. Yalancı ıslahatçılar çıktı, tutmadı. Onlara câhilce aldananlar oldu belki, fakat ilâhî terazi hiç şaşmadı.
Her defasında yine tescillendi ki;
Yüce Allah, hiç kimseyi Hazret-i Peygamber j’in yerine koymaz. Samimî mü’minler de, asla Hazret-i Peygamber j’i bırakıp başkasına îmân etmez. Hakikî müslümanlar, Peygamber j Efendimiz’in sünnetlerini ve hadislerini bir kenara atarak bir başkasının felsefî hezeyanlarını ve Allah Rasûlü’ne aykırı beyanlarını kesinlikle kabul etmez.
O takvâ âbidesi sâdık ve âşık gönüller, derler ki:
Tanırım ben yalınız Hazret-i Fahru’r-Rusül’ü
Gönül iklîmine şâhenşeh-i zîşân olarak.
“Ben ancak;
Gönül ülkesine şanlı bir şehinşah / padişahlar padişahı olarak bütün peygamberlerin medâr-ı iftihârı / övünme vesilesi olan Hazret-i Peygamber’i bilirim, tanırım ve inanırım…”
Cenâb-ı Hak buyurur:
مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمًا۟
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allâh’ın Rasûlü ve peygamberlerin hâtemidir (en sonuncusu ve mührüdür). Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Ahzâb, 40)
Devamındaki âyetlerde Hazret-i Peygamber’in şerefi ve değeri hakkında, yüce Allâh, bizzat kendisine hitâb ederek şöyle buyurmakta:
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۙ ﴿45﴾
وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجًا مُن۪يرًا ﴿46﴾
“(Herkes bilsin ki)
‒Ey Peygamber!
‒Biz seni;
•Bir şâhit,
•Bir müjdeleyici,
•Bir uyarıcı;
•Allâh’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve
•Aydınlatıcı / nurlar saçıcı parıl parıl bir kandil olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45-46)
O’nu, vazifesini ve kendisine bizim itirazsız bir edeple tâbî olacağımız eşsiz kulluk özelliklerini, hayatını, fazîletlerini, üstün ahlâkını kısaca O’nun emsalsiz örnek şahsiyetini anlatan ve O’na aşk ile itaat hâlinde yaşamamızı emreden nice âyetler var.
Dolayısıyla;
Yeter âyetleri Mevlâ’nın, eğer lâzım ise
Rif’at-i şânının i‘lâmına burhân olarak.
“O’nun / Hazret-i Peygamber’in şânının yüceliğini bildirmek husûsunda, eğer gerekirse, O’na dair delil olarak Allâh’ın âyetleri yeter.”
Hakikaten;
Hazret-i Allah, Hazret-i Peygamber’in şerefi, yüceliği, değeri ve kıymeti etrafında O’nu tebcil eden, takdir eden, tahkim eden ve tescil eden pek çok âyet-i kerîme göndermiştir. Hepsine bir hulâsa olarak da buyurmuştur ki:
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
«Ey Habîbim! Yüce şânınla, temiz,
İsminin yâdını yükselttik Biz!» (el-İnşirâh, 4)
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
«Çünkü Sen’sin yüce ahlâk üzere!» (el-Kalem, 4)
İşte târif, yüce Allâh’a göre… (Seyrî)
O’na dair;
Aşk ile kıymet bilen ve şevk ile hürmet ve tâzimde bulunanlar, aslında kendileri kıymetli oldular. Tıpkı ayın, güneş etrafında hürmet ve istikrar ile pervâne olmasından ötürü kendisinin tertemiz bir nur hâline gelmesi gibi.
Ne büyük mazhariyet;
Şeb-i mi’râcda sîmâsını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök secde-i şükrân olarak.
“Mîrâc gecesinde Rasûlullâh’ın sîmâsını seyretmeye mazhar olduğu için gökyüzü de, şükran secdesi olarak yerlere kapanır!”
Kur’ân’ın beyânıyla gökler de secde hâlindedir!
Görebilenlere göklerin secdesi, muhteşem bir tablodur. O yüce tabloyu temâşâ ile şuurlanmak varken yüce hikmetleri boğuntuya getirmeye çalışmak ne hazindir.
Maalesef zamânede;
Hazret-i Peygamber j’in değerini düşürmek için O’nunla alâkalı sarsılmaz gerçekleri bile sağa-sola çeken zavallılar var. Şöyledir, böyledir diyorlar. Sevgili Peygamberimiz’in güya fazla yüceltilmesine bir denge getiriyorlarmış gibi usûlsüz bir mantık etrafında tuhaf bir gafletin içine düşüyorlar. Kelime-i şahâdetteki «عَبْدُهُ» gerçeğini de, yani O’nun İslâmî kulluk hayatını ve tezâhürlerini de dînî yaşayışın dışına çıkarmaya çalışıyorlar. İstiyorlar ki, Hazret-i Peygamber j’in «عَبْدُهُ» olduğunu temâşâ etmek ve O’na şâhitlik mümkün olmasın?
Amma;
Gerçek îman için gerçek bir şâhit olmak şart. Gerçek bir şâhit olmak için de gerçek şekilde görmek şart.
Bu şart içinde biz kıyâmete kadar «اَشْهَدُ» diyeceğiz. Mü’min olan herkes «اَشْهَدُ» diyecek. Gördüğünü ve şâhit olduğunu ifade ve ispat edecek;
“‒Ben O’nun kulluk hayatını gördüm, şâhit oldum! Peygamberliğini tebliği, irşâdı ve yaptıkları itibarıyla gördüm, şâhit oldum.” diyecek.
Fakat;
Hadîs-i şeriflerle, sünnet-i seniyyelerle ve Siyer-i Nebî ile yoğrulmayan bir kimsenin bu görmeyi ve şâhitliği doğru olarak yapabilmesi imkânsız.
Onun için Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Peygamber’in hayatını önümüze koyuyor ve âdeta şunu vurguluyor:
“‒Ben, katımdaki tek hak din olan İslâm’ı, en kıymetli Rasûl’üm olan Muhammed j ile gönderdim. Kur’ân ile İslâm’ın nasıl yaşanacağını O’nunla, O’nun sîret ve sünnetiyle gösterdim ve insanlara emrettim: «Siz de böyle yaşayın!»”
Buna göre de;
O’nun «عَبْدُهُ» olduğunu ifade edebilmek için bütün hayatını görmek zarûreti vardır. Ta ki; «‒Şeksiz ve şüphesiz gördüm ve şâhit oldum. Candan kabul ettim, inandım…» denilebilsin.
İllâ ve illâ;
Duymak değil, görmek. Çünkü duymak hayalen bilmektir, görmekse hakikaten bilmek.
Bundan dolayı;
İslâm dünyası ile mücadele eden ehl-i küfür ve bâtıl, müslümanların gözlerini ve gönüllerini Hazret-i Peygamber’e karşı âmâ ve göremez hâle getirmek için uğraşıp duruyor. Mü’minlerin Hazret-i Peygamber’i kulluk hayatı itibarıyla gören gözlerini kapatmak için çırpınıyor. Hazret-i Peygamber ve hadîs-i şerifler ile sünnet-i seniyye hakkındaki misyoner ağızlı çeşitli lâkırdılar da bu yüzden. Çeşitli karanlık fikirler de bu yüzden. Hazret-i Peygamber’e karşı ilim adına kötü filim senaryoları yazan perde perde akımlar da bu yüzden.
Hiç gam değil!
Kelime-i şahâdet mevcut oldukça hiç gam değil.
Çünkü şahâdet sayesinde; samimî olan herkes O’nun «عَبْدُهُ» sırrındaki hayatını daima görecek, bilecek, şâhit olacak ve yaşayacaktır bi-iznillâh. Hem de «وَرَسُولُهُ» şâhitliği etrafında da O’nun sıradan bir kimse değil, âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın Rasûlü olduğu gerçeğine göre inanacak ve yaşayacaktır bi-iznillâh.
Görmek kâfî… Daima görebilmek… Bu mâhiyette;
O’nu temâşâyı engelleyen bütün perdeleri yakıcı tek bir ateş vardır, o da;
Aşk.
Aşkı kalpte tutuşturabilmek için ise, göz denilen kibrit gerek. Ona da nazar edilenin müstesnâlığı ve mükemmelliği kâfî.
O vakit aşk, insana mahbûbunu hayran hayran seyrettirir, temâşâ ettirir. Görmeden duramaz hâle getirir.
Her şeyde böyle. Meselâ bir güzel çiçeği gördünüz, onun ve benzerlerinin oluşturduğu manzarayı çok sevdiniz. Hiç bıkmadan saatlerce bakmaz mısınız?
İşte;
Hazret-i Peygamber j’in hayatı da böyledir. O’na bakmaya mazhar olan insanı kendine ebediyyen âşık eder. Bu aşktan sonra da gözler ve gönüller, bir başka görmeye başlar. Öyle görür ki, aradaki yüzyıllara rağmen sanki o devirde ve O’nun yanında yaşamış gibi temaşa eder, seyreder ve O’na can veren bir mestâne olur.
Nitekim;
Sahabenin her biri, Peygamber Efendimiz j’e her şeyden daha fazla âşıktı. Böyle bir aşkın çırasını tutuşturan da bizzat Peygamber Efendimiz j’in kendisiydi. Eğer o aşkın ateşi az gelmişse, artırıyordu.
Meşhurdur:
Hazret-i Ömer, O’na olan muhabbetinin seviyesini «canım hariç» diye beyan edince Peygamberimiz kabul etmedi. Niçin? Aslında bunu kabul etmemek, Hazret-i Peygamber j’in kendi şahsî ölçüsü değildi, bizzat şu ilâhî fermandı:
اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ
“Peygamber, mü’minlere canlarında daha evlâdır.” (el-Ahzâb, 6)
Böyle deyip böyle isteyen Hazret-i Allah.
Nimetler içinde;
İnsana canından daha tatlı bir şey var mı? Yok! Hazret-i Peygamber, işte o canın tatlılığından daha tatlı, daha sevdalı, daha büyük bir aşktır mü’minler için. Çünkü yüce Allah O’na olan îmânımızı da, sevdâmızı da bu kıvamda istiyor.
Abdullah bin Hişâm anlatır:
Bir defasında Rasûlullâh j ile birlikte bulunuyorduk. Rasûl-i Ekrem, orada bulunanlardan Hazret-i Ömer’in elini avucunun içine almış oturuyordu. O sırada Ömer t;
“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana canımın dışında her şeyden daha sevgilisin!” diyerek Rasûlullâh’a olan muhabbetini ifade etti.
Onun bu sözüne karşılık Peygamber Efendimiz:
“–Hayır, canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki ben sana canından da sevgili oluncaya kadar hakikî îmân etmiş sayılmazsın!” buyurdu.
Hazret-i Ömer t hemen;
“–O hâlde vallâhi şimdi Sen bana canımdan da çok sevgilisin yâ Rasûlâllah!” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü j;
“–İşte şimdi oldu ey Ömer!” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 8)
Bu mevzuda bir başka hadîs-i şerif de şudur:
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine; anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakikî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)
Muhtevâyı doğru tefekkür etmek elzem.
Peygamber Efendimiz j’i hadiste sayılan herkesten daha çok sevmek, unutmamalı ki, ancak ve ancak O j’in;
‒Sözlerini / hadislerini,
‒Sünnetlerini,
‒Kulluk özelliklerini,
‒Yüce ahlâk ve şahsiyetini,
‒Nâmütenâhî fazîletlerini ve her bakımdan nümûne-i imtisal hayatını, herkesin sözünden, ifadesinden ve yaşayış prensibinden daha doğru, daha mükemmel, daha üstün, daha değerli ve daha sevimli görerek, daima aşk ile baş tâcı etmeye bağlıdır.
Sahâbe-i kiram bu gerçeğin en güzel idrâkini ve yaşayışını sergilediler, yıldızlar misali müstesnâ oldular. Onlar, Rasûlullah j Efendimiz’in en ufak bir arzusuna dahî;
“‒Anam, babam, canım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek koştular.
Ölümsüz bir muhabbetle coştular. Hazret-i Peygamber’in her emrine aşk ve şevk ile hayran olarak O’na kurban oldular. Her şeyde;
“‒Lebbeyk yâ Rasûlâllah!” dediler.
Bildiler ki;
Ebedî kurtuluş reçetesi ancak bu. Bildiler ve buldular. Buldular ve uydular. Uydular ve müjdelendiler.
Öğrettiler ki;
Aşk-ı Nebî, hangi mü’minde olursa o bahtiyar kişi, gözlerindeki en kalın perdeleri de yakar ve Hazret-i Peygamber j’in müstesnâlığını berrak bir gün gibi seyrân eder. Hangi asırda gelirse gelsin O’nu temâşâ eyler. Hangi çağda gelirse gelsin «عَبْدُهُ» ile «وَرَسُولُهُ» hakikatini açıkça görür ve şeksiz bir şâhit olur.
İşte;
«عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا » ifadesini bu şuur ve dirâyetle diyebilmek, gerçek bir şahâdettir / şâhitliktir. Yoksa insan yalan söylemiş duruma düşer. Yalan durumundaki bir ifadeyle da asla gerçek bir îman ortaya konulamaz.
Öyleyse;
Ne yapıp etmeli ve duymak ekseninde değil, ancak görmek ekseninde Hazret-i Peygamber’e pervâne olmalı. Kendimize demeli ki:
“‒Şayet O’nu aşk ile göremezsen ve O’na aşk ile bakamazsan, asla şâhit oldum diyemezsin! Diyemedikçe de îmânında yalancı duruma düşersin.”
Elbette;
O’nun her emrini duymak lâzım, ama mutlaka görmek ve temâşâ etmek gerekli.
Bilhassa;
Perdesiz bir yakınlıkla müşahede etmeliyiz. Her amel ve fiilde beraberlik üzere temâşâ etmeliyiz. Katıksız bir aşk ile seyran etmeliyiz.
Tâ ki;
Gözlerde de gönüllerde de hiçbir şüphe kalmasın.
Tâ ki baktıkça doyamayalım. Tâ ki okudukça göz göze olabilelim ve yüce yakınlığından hiç ayrılmayalım, ne dünyada ne âhirette. Tâ ki ebedî şefaatine mazhar olalım ve asla mahrum düşmeyelim.
Ancak bu mertebede bir kelime-i şahâdet;
Tüm mânâsıyla îman hayatımızın aslını ve mâhiyetini inşâ eder. Her yönüyle İslâm ve îmânımızın yegâne merkezi Allâh’ın kitabı ve Hazret-i Peygamber’in sünneti olur. O vakit, bu gerçeği hiç kimse yerinden oynatamaz. O vakit, Hazret-i Peygamber’in Vedâ Hutbesi’nde söylediği şu düstur da, husûsen tecelli eder:
Ey insanlar! Sizlere emânet-i Peygamber,
İki şey bıraktım ki, iki dünyâda rehber.
Onlara sarıldıkça sapmazsınız bir milim,
Biri Hazret-i Kur’ân, diğeri de sünnetim…
(Nazmen terc. Seyrî)
Bu mânâda şahâdet;
Nice sapmaların çığ gibi yayıldığı bir hengâmda bugün en büyük ihtiyaç. Hele yeni nesillerin böyle bir temâşâya ihtiyacı çok elzem ve hayatî.
Şimdilerde;
“‒Evlâtlarınıza, Peygamber muhabbetini öğretin / Allah Rasûlü’ne muhabbet üzere eğitin!” düsturu, çok daha ehemmiyetli.
Allah Rasûlü’ne muhabbet… O’na aşk… Kâinâtın yaradılış sırrı…
Bu muhabbet, her şeyin hâsılı…
Öyle muhabbet ki;
Hangi gönülde yer ederse, onun yegâne Üsve-i Hasene’ye hayran ve âşık olmaması mümkün değil. Gözlerin O’na bakıp da ırmaklar gibi coşmaması mümkün değil. O’nun tertemiz nûrunu görenlerin O’na her nefes pervâne olmaması mümkün değil. O’na bakanların başka bir sevdâya kapılması mümkün değil. O’nun ardınca koşanların başka bir yöne sapması mümkün değil.
Bu itibarla;
O’na muhabbeti, evlâtlarımızda ve nesillerimizde daima taze ve gündemde tutmalıyız. O’nu her vesileyle bol bol mevzu etmeliyiz.
Günde beş vakit ezan ile îlân da, bize bunu telkin değil mi? Her ezandaki şahâdet / şâhitlik, «اَشْهَدُ» beyanıyla görmeyi haykırmıyor mu? Nice tatlı makamlar, muhrik edalar ve yanık sedâlar ile «اَشْهَدُ» demek, doyumsuz bir temâşâ değil mi?
Lâkin bu gerçeği;
Tevhid ve Hazret-i Peygamber hakkında câhilce bilgiç ve misyoner ağızlı yorumlara kaptırmamak lâzım. Eğer bunu kaptırmazsak, gözlerimizi ve temâşâmızı da kaptırmayız. Hak olan îmânımızı da kaptırmayız. Kaldı ki biz kaptırmazsak, kimse bu îmânı bizden alamaz.
Zaman zaman kuru gürültüler ve yaygaralar estiriliyor bu vâdide. Hepsi boş.
Hazret-i Peygamber j hayattayken de O’nu bastırmak, O’nu susturmak, O’nu tesirsiz ve hükümsüz kılmak için türlü türlü yaygaracılar hep vardı. Dışta îmânına şirk bulaştıran gürültücüler hep vardı. İçte de mü’min görünüşlü münafık çenebazlar hep vardı. Onlar, iki cephe hâlinde sürekli ters ve zıt yorumlar yapıyorlardı. Boş lâkırdılarla şeytânî bir şüphecilik ve isyankârlık aşılamaya çalışıyorlardı. Kalplerinde ve dillerinde, hem mü’minlere hem de Hazret-i Peygamber’in îman hayatına dair en ağır eleştiriler, tenkitler ve tahkir edişler vardı.
Kavgalarının tek sebebi;
Hazret-i Peygamber j’in Kur’ân ve Sünnet ekseninde yaşadığı kulluk ve irşad hayatıydı. Çünkü bu iki ilâhî reçete olmadan önce onlar Hazret-i Peygamber’e «el-Emîn» demişlerdi. Fakat Allâh’ın fermanı üzere Kur’ân ve Sünnet ekseninde bir hayat devreye girince ağız değiştirdiler; «kâhin» dediler, «şâir» dediler, hattâ «mecnun / deli» dediler.
Aynı mantık;
Kılıf değiştirerek hâlâ devam ediyor.
Birileri;
•Sünnet-i seniyyesi,
•Hadîs-i şerif külliyatları ve
•Siyer-i Nebî gerçeği olmayan bir Peygamber tasarlamaya çalışıyor ve ancak buna devr-i cahiliyedekiler gibi; «el-Emîn» diyor.
Ama;
Kur’ân ve Sünnet’in birlikte devreye girmesi, hadîs-i şeriflerin gönül gönül yoğurması ve Siyer-i Nebî’nin hayatları şekillendirmesi durumunda ise, hâşâ; «Bunlar şart değil. Zaten çoğuna uydurma karışmış, ya da tarihte kalmış masallar!» şeklinde yaygaralar devreye giriyor.
Dünkü câhiliyye ile bugünkü arasında tek fark;
Yaşanılan devir ve isimler. Yoksa o demlerde de bilgiç ağızlarla gürültü yaptılar, bu demlerde de aynı bilgiç ağızlarla yaygara koparıyorlar. Ha hamasî ha akademik, neticede her câhiliyye tipindeki hezeyan ve yakıştırmalar, eleştiri ve yaklaşımlar, aslında aynı cehâlet akımının aynı sapkın anaforları.
Asla yeis yok:
Zira dünkü câhiliyyede Hazret-i Peygamber’e «el-Emîn» deyip O’nun üsve-i hasene hayatı karşısında «kâhin ve mecnun» diyenler, ne yaptılarsa işe yaramadı. Ne ettilerse boşa çıktı.
Mukabilinde ise;
Gerçek ehl-i îmânın îtikad ve aşkları daha da sağlamlaştı. Her biri, hak dinde muhabbet, teslîmiyet, sadâkat ve fazîlet timsâli oldular.
Çünkü onlar;
Hazret-i Peygamber’in sadece mübârek cismâniyetine değil, illâ ve illâ mukaddes nûruna, irfânına, îmânına, ahlâkına ve yaşayışına baktılar, gördüler, şâhit oldular ve o şekilde;
«اَشْهَدُ» dediler.
Onlar;
Çok büyük âlimler ve ârifler oldular. Çünkü fikrî sahadan ilmî sahaya, sofra âdâbından harp tedbirlerine, aile yuvasından toplumun her kesimine kadar hayatın her köşesinde ve her meselesinde;
«‒Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.» dediler.
Hazret-i Peygamber j karşısında hiçbir zaman cühelâ bir ağızla;
«‒Bence…» demediler.
Şayet;
Allah Rasûlü j’in bir emri ve tâlimâtı varsa, kendi düşüncelerini, fikirlerini, heveslerini, akıl ve bilgilerini derhal O’na fedâ ettiler. Çünkü onlar, her şeyleriyle O’na kurban olmuşlardı.
Ayrıca onlar;
Hazret-i Peygamber’e dair kendilerindeki şahâdet temâşâsını ve bu temâşânın şâhitliğini bozan ne varsa, toptan fedâ ettiler. Kendilerindeki muazzam diriliş, mükemmel incelikler ve kâ‘bına varılmaz hikmetler, böyle müyesser oldu.
Gerçek İslâm bu!
Her ne kadar «akımcı ve takımcı» çeneler «gerçek İslâm» diye türlü safsatalar karıştırmaya çalışsa da, gerçek İslâm;
Hazret-i Peygamber’in yegâne muhabbeti etrafında Kur’ân ve Sünnet’i aşk ile yaşamak.
Unutmamalı;
Peygamber Efendimiz j, bir yerden bir mektup alıp da başka bir yere bırakarak ortadan kaybolan bir postacı gibi değil. O j, ancak Kur’ân ve Sünnet üzre bir yaşayış ile insanlığa cenneti kazandıran bir hayat nümûnesi vasfında eşsiz bir kul ve eşsiz bir Rasûl’dür. Cenâb-ı Hakk’ın çok sevdiği bir Server-i Âlem ve Fahr-i Kâinat’tır.
Yine unutmamalı ki;
Batı dünyası, çok farklı kılıfların arkasına saklanarak, başka yorumlar içerisinde aslında kelime-i şahâdetimizle oynamaya çalışıyor. Onların masum maskeli hilekârları yüzünden batık fikirlerin içerisine kendisini kaptırmış olan bilgiç tiplerin düştüğü varta da bu. Her sahnede kelime-i şahâdetle dolaylı bir şekilde mücadele ediyorlar. Asla doğrudan doğruya hedef almıyorlar, yoksa bütün uğraşları hemen çöpe dökülecek.
Ama;
Kâh sağdan kâh soldan yaklaşarak, sanki başka bir şey konuşuyormuş gibi, başka bir doğruyu söylüyormuş gibi, üstelik bir yanlışı düzeltiyormuş gibi saf çehreli her çeşit metotla ve ısrarla kelime-i şahâdeti bozmaya çalışıyorlar. Şahâdet için lâzım olan gözleri ve o gözlerin görmesi gereken gerçekleri devre dışı bırakmak için nice akademik tuzaklar ve misyoner tezgâhlar kuruyorlar.
Hâlbuki;
Kitabı getiren Hazret-i Peygamber’in kitabı yaşayan bir kulluğu ve peygamberliği olmasa, din bahsinde gerçek bir hayat bulmak mümkün olmaz. Gitgide ibâdet kalkar, inanç kalkar, sonunda adı kalsa bile din de kalkar.
Tabiî bu, kimsenin haddi değil.
Çünkü;
İslâm, Kur’ân ve Sünnet temelleri üzerinde Hazret-i Peygamber’in müstesnâ şahsiyetiyle ikmâl olmuş yegâne hayat dînidir. Kıyâmete kadar da onun aslı ve esası hiç bozulmadan devam edecektir.
Çünkü;
Kıyâmete kadar mü’minlerin îman ve kulluktaki şahsiyet adresi daima Hazret-i Peygamber olacaktır. Çünkü cennete götüren yegâne gönül adresimiz, O’dur. Dolayısıyla müslüman yüreklerimizin o îman ve karakter adresi, asla değişmeyecektir.
Herkes;
Bilgisayar kullanmayı aşağı yukarı bilir. Bir dosya açacaksanız, onun, o bilgisayarın yönetici bölümünde yer alan adresinde belirli otomatik bir simgesi vardır. Açtığınız dosyanın şekli, o simgeden gelir. Bağlı olduğu adresten ve cinsinden alır çalışmasını ve şeklini. Bu çerçevede bir simgeye bağlı olmayan dosya yoktur; olmaz da, açılmaz da. Ne yapsanız, şekli ve uygulaması itibarıyla bağı, râbıtası ve adresi olmayan bir tane dosya oluşturamazsınız.
Demek ki;
İnsan kendi yaptığı bir cihazda bile kendini yansıtıyor aslında. Yani inanç ve şahsiyeti, gönül adresindeki isme ve onunla arasındaki kopmaz irtibata göre oluşuyor. Eğer îman ve hayata dair gönül adresi ve bağı Hazret-i Peygamber ise, kendisinde O’nun güzellikleri ve istikameti tecellî ediyor. Hakikî bir mü’min hüviyeti ortaya çıkıyor. Değilse, eyvahlarla doluyor hayatı da memâtı da.
Bunu bilen kötü mihraklar;
Günümüzde şahsiyet inşâsı bakımından gönül adreslerini Hazret-i Peygamber’den koparıp da özgürlük adı altında ve hür fikirler kılıfı içinde insanı büsbütün bozacak zebun kişilere bağlamak ve nesilleri istekli köleler hâline getirmek için neler yapmıyorlar ki!
Tedbirleri güçlü almalı:
Millet, memleket ve aileler, bu hususta çok sağlam olmalı. Nesiller, kendi tarihinin ve inancının şahsiyet âbidelerinden kopup da düşmanların içindeki zebun ve sefil kimselere bel bağlamamalı. Meselâ birileri İslâm büyüklerimizi gözden düşürmeye çalıştıkça biz onlara daha çok sahip çıkmalıyız. Yine birileri tarihteki âbidelerimizi yok etmeye uğraştıkça, biz onlarla var olmasını daha çok bilmeliyiz. Yoksa koca dünyada hiç dostumuz olmadığı günlerde yapacak bir şey kalmaz.
Nasıl ki;
Kendi beyniyle ve kalbiyle râbıtası olmayan hiçbir damar ve hiçbir hücre yaşayamaz, ölür ise; milletler ve nesiller de böyledir. Kendi beynini öldüren bir bünye, hayata elvedâ demiştir.
Bu durumda bir milletin ve neslin hayatiyeti, beynine ve hâfızasına sahip çıktığı nisbettedir.
Nedir o beyin ve hâfıza?
Dindir, dildir ve tarihtir. Bütün mukaddeslerimizdir, fazîletlerimizdir. Bayrağımızdır, ezanımızdır.
Hepsini ayakta tutan ölümsüz enerjimiz olarak da Kur’ân ve Peygamber sevdâmızdır.
Unutmamalı;
Sınır boylarımızda yiğit askerlerimize şehidlik ve gazilik rütbelerinin takıldığı şu demlerde kelime-i şahâdetlerimizi daha bir hakkıyla söylemek ve yaşamak zarûreti vardır, hem dünyamız, hem âhiretimiz için.
Ne mutlu gerçek bir şahâdetle yüce Allâh’ı ve Hazret-i Peygamber’i candan seven ve bu dâvâda sevilen bahtiyar gönüllere!
Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn…