Çağ İçin Kurtuluş; PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN YOLU

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Allah Teâlâ, «eşref-i mahlûkat» olarak yarattığı ve yüce Zâtı’na halîfelik gibi fevkalâde ulvî bir vazifeyi tevdî buyurduğu insanı; bu mükellefiyeti bihakkın yerine getirebilmesi için de kendi hâline bırakmamış (el-Kıyâme, 36), rehber sadedinde ilâhî kitap ve nebîler lutfetmiştir. Tabiî insanlığın tabiatında meknûz olan zaaflar sebebiyle; istikametinden sapmalar vâkî oldukça, ilâhî elçiler imdâda yetişmiştir. Her kavmin bundan nasiplendiği, yüz yirmi dört küsur bin peygamberân-ı izâm hazerâtının dünyayı şereflendirdiği belirtiliyor.

Âlemlere rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; insanlığın şîrâzeden çıktığı bir câhiliyye devrinde, kıyâmete kadar hükmü devam edecek «Son Peygamber» olarak dünyayı teşrif etmiştir. Adâletin ortadan kalktığı, insanlık şeref ve haysiyetinin ayaklar altında çiğnendiği, gücün tek mûteber değer addedildiği… bu devri, İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif şöyle tasvir ediyor:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bütün şarkı yıkan tefrika derdi.

Böyle bir devirde, insanların hidâyeti için tayin buyurulan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Kur’ân-ı Kerim’de şöyle vasfediliyor:

“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakikaten hem bir şahit, hem bir müjdeleyici, hem bir uyarıcı ve hem de Allâh’ın izniyle Allâh’a bir davetçi ve nurlar saçan bir kandil olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45-46)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Kalk ve insanları Allâh’ın azâbıyla uyar.” (el-Müddessir, 2) emriyle başladığı tebliğ faaliyetini; mübârek hayatının her ânıyla, son nefesine kadar devam ettirmiştir. Bu yılmaz azim ve gayretle insanlığın yüz karası bir câhiliyye devri, yüz akı «Asr-ı Saâdet»e yükselmiş; insana lutfedilmiş fazîletlerden mahrum, taş yürekli insanlar bir mûcize ile gözleri yaşlı, «gökteki yıldızlar mesâbesinde» kılavuzlar hâline gelmişlerdir. Ulemâdan Karâfî her şey bir tarafa, sadece bu hususun bile Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamberliğine delil olarak yeteceğinini belirtiyor.

Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- Hazretleri; hicrî 7. yılda hicret ettikleri Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda, kendilerini geri isteyen Mekkeli müşriklere karşı bu ruh inkılâbını şöyle îzâh ediyor:

“Ey Emîr! Biz câhil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye tapardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâizcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı ve kadının iffetsizliğini hoş görürdük. Birbirimizin, akrabalarımızın ve komşularımızın haklarını tanımazdık. Güçlüler, zayıfları ezer; zenginler, fakirlerin sırtından kazanırdı. Allah Teâlâ bizlere acıdı, bizim ıslahımızı diledi de, içimizden bir Peygamber gönderdi. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete soktu…”

İzahattan sonra, meseleye vâkıf olan Kral Necâşî hissiyâtını şöyle ifade eder:

“Eğer Hazret-i Peygamber’in yanında olsaydım; O’nun ayaklarına su döker, hizmet ederdim!..”*

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tesis buyurduğu «Asr-ı Saâdet» iklimi; kendilerini O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vasiyetine vakfeden «selef-i sâlihîn» hazerâtı ve onların takipçileri tarafından teselsülen hâle hâle dünyaya yayıldı; zulümât içinde yollarını kaybeden insanlık huzura kavuşturuldu. Ancak, mukadderat; bu şanlı medeniyetin son halkası olan Osmanlı cihan devletinin gidişât mûcibince tarih sahnesinden çekilmesiyle, birkaç asırdan beri dünya «Kābil’in nesli» olan sömürgecilerin eliyle, tekrar zulümâtın pençesine sürüklendi.

Teknolojideki gelişmeler sebebiyle, «bilgi çağı» da denilen zamanımızın, bunun neticesi olarak rahat ve huzur içinde olması gerekirken; aksine, bilhassa medeniyetin beşiği İslâm coğrafyası, âdeta kan ve ateşler içinde yanıyor, buhranlar içinde kıvranıyor. Nefsin putlaştığı «ben merkezli» sömürgeciler dünyası, insanlığın ortak mirası olan tabiî servetlere tek başlarına konarak, teknolojinin kazandırdığı gelişmeleri de bu ceberûtluk için kullanarak, dünyayı her gün biraz daha yaşanmaz hâle getiriyorlar. Dünyanın tekrar düşürüldüğü bu merhamet, şefkat, sevgi, yardımlaşma… gibi fazîletlere muhtaç manzara, «modern câhiliyye» olarak görülüyor. Vaktiyle, İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin (1889-1975) belirttiği gibi, nasıl Osmanlı’yı el birliğiyle durdurdularsa; bugün de bu vahşî tarzları için tehdit olarak gördükleri Türkiye’yi, her türlü kirli usûlü kullanarak bertaraf etmeye çalıyorlar.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel yaptı.” (Süyûti, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) buyurur.

Hadîs-i şerifte yine;

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (İmam Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8) buyurulur. Bu cümleden olarak; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; herkes için, her bakımdan en güzel örnektir «üsve-i hasene». (el-Ahzâb, 21)

Buna istinâden, selef-i sâlihîn hazerâtı; O’nunla aynîleşme gayretleriyle, bu makama ulaştılar. Onları takip edenler de, bu aziz gayretleri nisbetinde kıymet kazandılar; ümmetin gönlünde sultan oldular. Ümmetin yâdında; bu ilâhî pınarın kurumaması, gönüllerin her dem O’nunla tazelenmesi, dirilmesi için, asırlardır şairler O’nu terennüm ettiler, edipler, âlimler O’nu anlattılar. «Barış Pınarı Harekâtı»nda, bir Mehmetçiğimizin sınırı geçerken;

“Duâ ediniz! Dönmezsek, Peygamber Efendimiz’e komşu oluruz!” ifadesindeki samimî dileği, gönüllere yerleşmiş bu bağlılığın, tâzîmin bir tezâhürüdür.

Bu câhiliyye vetîresinde, sömürgecilerin kültüründen kaynaklanan dünyevî cereyanlar ve sağlam bir içtimâî bünyenin teminâtı olan İslâm dînini ayrıştırma faaliyetleri, cemiyetleri de fesâda uğrattı. Nefsânî ihtirasların galebesiyle, sâlih kulluğun vasfı olan fazîletler çözüldü; içtimâî cinnet emâreleri gösteren buhranlar cemiyetin her kesimini âdeta esir aldı; «şiddet» meselelerin hâllinde tek usûl hâline geldi. Âhiret kaygısının kaybolmasıyla, Avrupa’nın bütün içtimâî hastalıkları, İslâm âlemini istîlâ etti. Bu dehşet verici manzara karşısında, Üstad Necip Fazıl şöyle haykırıyor:

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam kollarımı, makas gibi açarak.

İslâm âlemini bir arada tutan Osmanlı cihan devletinden sonra; ümmet, imâmesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılıp gitti; âdeta kurda kuşa yem oldu. Câhiliyye cemiyetini bir ruh inkılâbıyla dirilten Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tesis edilen medeniyetin devamı için;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız:

•Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve

•Rasûlü’nün Sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) buyurmuştu.

Bugün câhiliyye karanlığına gömülmüş olan İslâm âleminin yeniden ihyâsı, bu ilâhî kaideye sarılmak; ilâhî değerler manzûmesini hayat tarzı olarak tâlim eden, «nurlar saçan bir kandil» mesâbesindeki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rehberliğine dönmekle mümkündür. İdrak etmekte olduğumuz «Mevlid Kandili» de; O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hasretimizi yâd etmeye, gönüllerimize muhabbetini nakşetmeye vesile olsun. Bu, aynı zamanda, bütün insanlığa da sunulacak bir kurtuluş reçetesidir ki, Üstad Necip Fazıl bu gerçeği en sade bir şekilde şöyle ifade ediyor:

Beri gel serseri yol!
O’nun ümmetinden ol!

______________________________

* Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi-4, Erkam Yay., 134, s. 55-56.