ÖMER MEHÂBETTİR

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Hulefâ-yı Râşidîn’in ikincisi Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-,
Fil Vak‘ası’ndan on üç sene sonra Mekke’de doğdu. Çobanlık yaptı ve ticaretle meşgul oldu. Şehrin ileri gelenlerindendi. Ömer -radıyallâhu anh-; İslâm’la müşerref olduktan sonra, dînine ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e büyük hizmetlerde bulundu. Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın vefatından sonra mü’minlerin halîfesi oldu. Teb’asını ihlâsla ve adâletle idare etti. İslâmiyet onun hilâfeti zamanında geniş bir coğrafyaya yayıldı, büyüdü, güçlendi. İri cüssesi, heybeti ve mehâbetiyle karşısındakini titreten Ömer -radıyallâhu anh-, âhiret endişesi ve Allah korkusuyla titrerdi. Âkif’in diliyle;

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu.

diyerek kendisini sadece insanlardan değil hayvanattan bile mes’ul görürdü.

“Hesaba çekilmeden evvel nefsinizi hesaba çekin.” ve; “Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!” sözleri meşhurdur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- 3 Kasım 644 tarihinde, bir köle tarafından şehîd edildi. Kabri, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabrinin yanındadır.

*

Yahudilerden bir adam Haz­ret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a gelerek;

“–Ey mü’minlerin emîri! Kitâbınız (Kur’ân)da okuduğunuz öyle bir âyet var ki; o âyet biz yahudi topluluğuna inseydi, biz o günü bayram ilân ederdik.” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Bahsettiğin âyet hangisidir?” diye sorunca yahudi;

“«Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim.» âyetidir.” dedi. Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurdu:

“–Biz bu âyetin Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e nâzil olduğu günü ve yeri biliyoruz. Bu âyet cuma günü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Arafat’ta iken nâzil olmuştur.” Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- böyle cevap vererek, o günün bizim için bayram olduğuna işaret etmiştir. (Buhârî, Îmân, 33; Müslim, Tefsir, 5)

UHUVVET-İ İSLÂM’A MÜSTESNÂ BİR MİSAL…

Vâkıdî, 747 yılında Medine’de doğdu. İlk tahsilini burada aldı. İlim yolunda mesafe aldıkça hadis ve İslâm tarihi üzerine yoğunlaştı. Tâbiîn âlimlerinin ilim halkalarına oturdu. Yüksek ilmi sayesinde Halîfe Harun Reşid ile yakınlık kurdu. Halîfe’nin davetiyle Bağdat’a giderek ilmî faaliyetlerine orada devam etti. Kendisine Bağdat’ta kadılık vazifesi verildi. Vefatına kadar bu vazifesini sürdürdü. Vâkıdî, 27 Nisan 823 tarihinde Bağdat’ta vefat etti. Kabri, Bağdat’tadır.

*

Kendisi anlatır:

Biri Hâşimî olan iki arkadaşım vardı. Üçümüz üç bedende bir can gibiydik. Günün birinde pek şiddetli bir sıkıntıya giriftar oldum. Bayram da geldi çattı. Haremim;

“–İkimiz nasıl olsa bu züğürtlüğe, bu şiddete dayanabiliriz. Lâkin bu çocuklara ne diyelim? Onlar için yüreğim parça parça oluyor. Komşu; çocuklarını bayramda süslemiş, yeniler giyindirmiş. Bir çaresini bulsan da çocukların üstlerini başlarını düzeltecek biraz para tedarik etsen.” dedi. Bunun üzerine Hâşimî arkadaşıma o günkü sıkıntımı def etmesi için bir mektup yazdım. Bana; «İçinde bin dirhem var.» dediği ağzı mühürlü bir kese gönderdi. Kese elimde durdu durmadı, öteki arkadaşımdan benim Hâşimî’ye yazdığım gibi sıkıntısını ihtivâ eden bir mektup aldım. Keseyi mührünü açmadan hemen ona gönderip kendim mescide gittim. Ve hanıma karşı hicâbımdan dolayı bütün geceyi orada geçirdim. Eve döndüğümde, kadıncağız bana hiç darılmayıp yaptığım işi beğendi bile. Onunla bu hâlde iken bir de baktım ki Hâşimî arkadaşım söz konusu kese ile çıkageldi;

“–Doğru söyle! Sana gönderdiğim parayı ne yaptın?” diye sordu. İşi, olduğu gibi anlattım. Dedi ki:

“–Sen benden parayı istediğin vakit, gönderdiğim bu keseden başka dünyada hiçbir şeye sahip değildim. Sana gönderdim. Ve arkadaşımıza yardımda bulunması için yazdım. O da keseyi benim mührüm ile kapanmış olarak bana gönderdi.”

Vâkıdî devamla şöyle der:

“–Kese içindeki bin dirhemi eşit olarak üçümüz bölüştük. Daha evvel de yüz dirhemini hanıma ayırdık. Vak‘ayı Halîfe Me’mun haber aldı. Beni çağırıp sordu. Ben de aynen aktardım. Her birimize ikişer bin ve hanıma bin dinar olmak üzere bize yedi bin dinar verilmesini emretti. Böylelikle sıkıntımız halâs oldu.” (Kaynak: Tecrîd-i Sarîh)

BAŞA ÇIKAMAZSIN!

Selçuklu Sultanı Alparslan, 20 Ocak 1029’da doğdu. Babası Çağrı Bey’in yanında muharebelere iştirak ederek, askerî ve idârî tecrübesini artırdı. 1063’te tahta çıkan Sultan Alparslan; Anadolu’ya akıncılar göndermek suretiyle, fetih harekâtına başladı.

Bizanslılar, Romen Diyojen kumandanlığında iki yüz bin kişilik bir orduyu Anadolu’ya gönderdi. Bunu haber alan Alparslan, elli dört bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı. 26 Ağustos 1071 Cuma günü iki ordu Malazgirt Ovası’nda karşı karşıya geldi. Sultan o sabah askerlerine;

“…Bugün emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim…” diyerek askerleriyle omuz omuza cenge başladı. Neticede elde ettiği zafer, müslüman Türklere Anadolu’nun kapılarını açtı.

Sultan Alparslan, 24 Kasım 1072’de şehîd edildi. Kabri, Merv’dedir.

*

Alparslan bir gün vezirine;

“–Sen bana niçin düşmanlık yapıyor ve saltanatıma göz dikiyorsun?” dedi. Bu sözü işiten vezir yere kapanıp;

“–Ey efendimiz! Bu nasıl sözdür? Ben bir bendeyim. Efendimize karşı ne kusur işlemişim?” diye sordu.

“-Senin kâtibin bir Bâtınî değil mi?”

“–Efendim o kim oluyor? Ateş olsa cürmü kadar yer yakar; zehir olsa zarar veremez?”

“–Gidin, o kâtibi getirin!” Hemen gidip kâtibi getirdiler. Alparslan sordu:

“–Sen Bâtınî’sin; «Bağdat halîfesi hak değildir.» diyorsun, öyle değil mi?”

“–Hayır ben Bâtınî değil, Râfızî’yim.”

“–Sanki Râfızîlik, Bâtınîlikten üstün mü de bunu kalkan yapıyorsun be adam? Suç senin değil, seni işe alanındır.”

Sultan, kâtibi gönderdikten sonra at kılından yapılmış bir kilim çıkardı, bir parça kıl çekti ve vezire bunu koparmasını söyledi. Vezir alıp kopardı. Beş kıl verdi, onu da kopardı. Yirmi kılı verdi ve dedi ki:

“–Bunu kopar bakalım!” Vezir koparamayınca Alparslan şöyle dedi:

“–İşte düşman da tıpkı bunun gibidir: Bir, iki, beş olursa başa çıkmak kolay olur; fakat çoğalıp sırt sırta verdikleri zaman, yerlerinden kaldıramazsın. Bunlar böyle tek tek aramıza girip memuriyetleri ele geçirdikleri zaman, kısa bir sürede isyan zuhur eder ve gizli-açık düşmanlarla bir olurlar. Bizleri helâk etmeye çalışırlar. Onun için hizmetçilerinizi iyi seçin! Bize muhalif olanları; kendine yaklaşmaya yol verirsen; bu iş hem kendine hem de bana karşı ihânet olur.”

DENSİZİN SUÂLİNE HAZIR CEVAP

Asıl adı Ahmed Âgâh olan Yahya Kemal BEYATLI, 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp’te dünyaya geldi. Üsküp’te başladığı eğitimine İstanbul’da devam etti. 1903’te Paris’e gitti. Fransa’da siyâsîlerle, fikir adamlarıyla ve sanatkârlarla görüşerek; sanat, edebiyat ve tarih üzerine çalıştı. Doğduğu medeniyetin kültür-sanat ve edebiyatını Avrupa’yla kıyas etme imkânı buldu. Bu kıyas, Osmanlı medeniyetinin kadîm ve çok kıymetli bir kültür-sanat hazinesine sahip olduğunu fark etmesine vesile oldu. Bu hazinenin işlenmesi için çaba sarf etti. Türkiye’ye döndükten sonra; muhtelif okullarda tarih ve edebiyat öğretmenliği, mebusluk ve büyükelçilik yaptı, makalelerini ve şiirlerini yayımladı. Şair, 2 Kasım 1958’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Rumelihisarı mezarlığındadır.

*

Yüzsüz ve patavatsız bir adam, bir gün; Mehmed Âkif ile Yahya Kemal’i sohbet ederken gördü. Yahya Kemal Âkif’e hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Pata küte lâfa karışan adam, Yahya Kemal’e takılmak isteyerek;

“–Üstad, yine ne yalanlar atıyorsun bakalım?” dedi. İkisi de bu densizliğe bozuldu. Yahya Kemal adama dönerek;

“–Üstad, Âkif’e seni methediyorum…” dedi.