HAK YOL İSLÂM’DIR!
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Hıristiyanlığa reddiye yazan ilahiyatçı mühtedî David Benjamin Keldânî, 1866’da İran/Urmiye’de doğdu. 1895’te Süryânî rahibi oldu. 1904’te İstanbul’a geldi. Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi ve II. Abdülhamid Han’la görüştü. Daha sonra kelime-i şahâdet getirerek müslüman oldu ve «Abdülehad Dâvûd» adını aldı. Padişah tarafından Dâru’ş-Şafaka ve Dâru’l-Fünûn’da muallimliğe tayin edildi. Bilinen en meşhur kitabı İncil ve Salîbdir.* İstanbul’da yaşadığı on sene, sıkıntılar içinde geçti. 1914’te Amerika’daki kızının yanına gitmeye mecbur kaldı. Din değiştirip müslüman olduğu için, kızı başta olmak üzere çevresi tarafından hoş karşılanmadı. Öz kızı evine almadı. Bir dârü’l-acezeye sığınan Abdulehad Dâvûd Efendi, 1930’da vefat etti. (* Salîb: Haç)
***
Abdülehad Dâvûd Efendi; müslüman olduktan sonra yazdığı İncil ve Salîb’de, Hıristiyanlıktan ayrılmasının sebeplerini şu iki noktada özetler:
1. Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın çarmıha gerildiği şeklindeki telâkkînin sadece bir masal olduğu,
2. Dört İncil’in Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’ın eseri olmadığı gibi, onun zamanında da yazılmadığı; havârîlerin ölümlerinden uzun zaman sonra meydana getirildiği, günümüze de tahrif edilmiş olarak ulaştığı.
Ayrıca;
“Hazret-i Muhammed’in bir hak nebiyyullah olduğuna bütün vicdanımla kāil ve mu‘terif olmaya mecbur oldum.” sözleriyle samimî bir itirafta bulunur.
Diğer bir eserinde ise hıristiyan misyonerlerin iç yüzlerini sergilemekte ve onların faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki menfî tesirlerini ve zararlarını ortaya koymaktadır.
SEVEN ANAR, SEVİLEN ANILIR
Allah dostu Râbiatü’l-Adeviyye -rahmetullâhi aleyh-, 714 yılında Basra’da doğdu. Tâbiîndendir. Fakir bir ailenin dördüncü kızı olduğundan dolayı kendisine «Râbia» ismi verildi. Babası o küçükken vefat etti. Köle olarak satıldı. Hürriyetine kavuştuktan sonra zühd ve takvâ hayatı yaşadı, hacca gitti. Ortaya koyduğu tasavvuf çizgisi, birçok mutasavvıf tarafından o hayattayken ve vefatından sonra takip edildi.
Râbiatü’l-Adeviyye -rahmetullâhi aleyh-, 796 yılında Basra’da vefat etti. Türbesi Basra’dadır.
***
İnsanlar bir gün; Râbiatü’l-Adeviyye’nin yanına girip dünyayı kötülemeye, dünya sevgisini yermeye başladılar.
Râbia -rahmetullâhi aleyh-, onlara şu îkazı yaptı:
“Kötüleyerek de olsa, dünyadan konuşmayı bırakınız. Eğer dünyanın sizin kalbinizde bir yeri ve sevgisi olmasaydı, onu bu kadar çok anmazdınız. Malûm; insan, ancak sevdiğini çokça anar.” (Mehmet DİKMEN, İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Cihan Yayınları, İstanbul, Aralık 1997: 336)
YAVRU İÇİN CAN DA NEYMİŞ!
Anne: Çocuğu olan kadın veya yavrusu olan dişi hayvan. Yaratılış itibarıyla fedâkâr, cefâkâr, diğergâm… Yavrusundan sevgisini, muhabbetini esirgemeyen, cömertçe sarf eden yüce varlık… Her anne; fıtraten merhametli yaratılmıştır, duygu yönü ağırlıklıdır.
Enteresandır; insanı doğuran varlığa «anne-ana» derken, hayvanı doğuran varlığa da «anne ceylân, anne aslan» ifadelerini kullanırız. Kelime değişmez. Çünkü öz, aynıdır. Annenin fedâkârlığına misal olarak hayvanlar âleminden bir sahne anlatmak isterim:
Çiftçi; anızları yaktıktan sonra tarla içerisinde gezerken, yanmış bir kuşa rastlar. Kuşun tamamen yandığını, ona rağmen yerinden hiç hareket etmediğini gören çiftçi, durumu şöyle anlatır:
“Yanan cismin kuş olduğunu fark ettim. Kuş tamamen yanmıştı. Kendi kendime; «Acaba bu kuş neden yangından kaçmamış?» diye sordum. Elimle kuşu biraz iteleyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Meğerse kuşun altında üç tane yavrusu varmış. Kuş aslında yavrularını korumak için yangından kaçmamış ve kendini fedâ etmiş… Böylece yavrularını yaşatmış.”
Bu hâtıra, anız yakmanın ne kadar büyük bir vahşet olduğunu da göstermektir.
ÜNLÜ CERRAH NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Fransız Doktor Maurice Bucaille (Moris Bukay), 1920 yılında Fransa’da doğdu. Ailesi tarafından iyi bir hıristiyan olarak yetiştirildi. Tıp bölümünü bitirdikten sonra, uzmanlığını cerrahi alanında yaptı.
1981’de Firavun’un mumyalanmış cesedi, Mısır’dan Fransa’ya getirilince bu cesedin otopsisini Dr. Moris başkanlığında bir ekip yaptı. Dr. Moris; Firavun’un nasıl öldüğü, cesedinin denizden çıkarılmasına rağmen nasıl çürümeden bu şekilde kalabildiği gibi hususlarda soru işaretlerine boğuldu. Ekibinden bunu gören bir arkadaşı, kulağına Kur’ân’da; «Firavun’un boğularak öldüğünün ve cesedinin de ibret olarak korunacağının haber verildiğini» fısıldadı. Bunları duyan Doktor, Kur’ân-ı Kerîm’i araştırmaya başladı. Kur’ân’da muhtelif bilim dallarıyla ilgili önemli bilgilerin yer aldığını gördü. On dört asır evvel yazılan bir kitaptaki bilgilerle, modern bilgilerin örtüştüğünü görmesi onu hayretler içinde bıraktı. Böyle bir kitap beşer kelâmı olamazdı, ancak ilâhî bir eser olabilirdi. Araştırmalarının sonunda tüm kalbiyle îmân etti. İslâmiyet’i seçen ünlü Doktor, İslâm’ın nûrunun yeryüzünde yayılması için önemli hizmetlerde bulundu. Bunların başında, kaleme aldığı; «Tevrât, İnciller, Kur’ân-ı Kerim ve Bilim» adlı eseri gelir.
Prof. Dr. Moris BUKAY sunduğu bir tebliğde şu hususlara dikkat çeker:
“Batı ülkelerinde Allâh’a inananların çoğu, mukaddes kitaplarda anlatılanların eleştirisine yanaşmazlar. Onların bu aşırı tutumu, batıda Allâh’a inanma konusuna büyük zarar vermiştir. Bugün batıda dînî şuur gittikçe gerilemektedir.
Batıda dînî hayattan böylesine kaçışın sebebi, Tevrat ve İncillere güvenin kalmamasıdır. Vatikan Meclisi, dînî kaynakların kritiğinden kaçınmıştı. Bugün artık İncillerin; çeşitli cemaatlerin, Hazret-i İsa hakkındaki düşüncelerinin derlenmesinden ibaret olduğunu kabul etmektedirler. Çünkü Hazret-i İsa’nın peygamberliğine ait olaylar, çeşitli cemaatlerde yetişen İncil sahiplerinin görüşlerine göre yorumlanmış ve öyle kaleme alınmıştır.
II. Vatikan Konseyi; İncillerde eksikler, hattâ bâtıl şeyler bulunduğunu ve İncilleri düzeltmek gerektiğini açıklamıştır. Hıristiyan araştırmacılara göre İnciller; çeşitli cemaatler arasında Hazret-i İsa hakkında ağızdan ağza dolaşan rivâyetlerin derlenip bir araya getirilmesiyle vücut bulduğu için, bu kitaplara birbirine aykırı şeyler katılmıştır.
Hazret-i İsa hakkında çeşitli kanaatlere sahip olan ve birbiriyle de mücadele eden hıristiyan topluluklarından her biri, kendi özel görüşünü hâkim kılmak için kitaplar derlediler. İşte İnciller böylece ortaya çıktı. Meselâ; İsa’nın soyu hakkında Luka ve Matta’nın verdiği listeler birbirini tutmamaktadır. İncillerde daha bunun gibi; gerçeklere aykırı, birbirini tutmaz çok şeyler vardır. Bu çelişkiler; yalnız hâdiselerle sınırlı kalmamakta, bizzat inanç alanında da görülmektedir.
Tevrât’a gelince; onun da Yaratılış ve Tûfan hakkında söyledikleri, modern ilmin gerçeklerine ters düşmektedir. Kâinâtın yaratılışı hakkında Tevrat’ta bulduğumuz hataları, Kur’ân’da bulamıyoruz. Bu da batıda iddia edildiği gibi, Kur’ân’ın Tevrat’tan nakledildiği düşüncesini çürütür. Çünkü Kur’ân’daki olaylar, eğer Tevrat’tan nakledilerek anlatılsaydı; Tevrat’taki hataların aynen Kur’ân’da da olması gerekirdi. Hâlbuki Kur’ân’da bu hatalar yer almamıştır. Allâh’ın gönderdiği dînin, kâinat gerçeklerine aykırı düşmemesi gerekir. Elhamdülillâh; din ile ilim arasındaki uygunluğu, Kur’ân’ı uzun uzun araştırmaya başladığım zaman buldum. Tevrât’ı araştırırken ilimle din arasındaki aykırılık, beni Tevrat’tan uzaklaştırmıştı. Hâlbuki Kur’ân’ı okurken, ilimle din arasında tam bir uygunluk gördüm.
Kur’ân’da öyle ilmî gerçekler açıklanmıştır ki tarih ilimlerinden öğrendiğimize göre, bu gerçekleri bir insanın söylemesine imkân yoktur. Kur’ân’ın birçok âyetlerini anlamak için, modern ilmi bilmek gerektiğine inanıyorum. Modern ilmin ışığı altında Kur’ân’ı incelemek, zamanımızdan en az bin yıl sonrasının keşiflerini haber veren Kur’ân’ın mânâsının anlaşılmasına yardım eder. 14 asır önce yaşamış bir insanın, kendi ilmiyle bunları söylemesine imkân yoktur. Bu ilmî gerçekleri, düşüncelerimizin önüne seren Kur’ân; din ile ilim arasına, insan eliyle sokulmuş çelişkiyi de ortadan kaldırmıştır.
Kur’ân’ın âyetlerini okuyan, ilmî bilgiye sahip insaflı her ilim adamı; Kur’ân’ın indiği çağda yaşayan bir insanın, bu sözleri kendiliğinden söylemesine imkân olmadığını kabul eder. Kur’ân’ın söylediklerine insan sözünün karışmadığını tarih gösteriyor.
İşte bu durumlar, batı memleketlerinde Hıristiyanlığın zayıflamasına yol açarken; İslâm ülkelerinde bunun tersi olmakta, Müslümanlık güçlenmektedir. Bu zamanda genişleyen ve yayılan yegâne din, İslâm’dır. Uzun süre meçhul kalan Kur’ân’ın ilmî gerçekleri, yirminci asırda ortaya çıkmaktadır. (Zafer Dergisi, Ağustos 1987, sa. 128, s. 10-11)