BAYRAM; RAMAZÂN’IN BİR İCÂZETNÂMESİDİR!..

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsan aldığı bir eğitimi başarıyla tamamlayınca ona bir icâzetnâme, bir diploma verilir.

Eğitim ne kadar zorluklarla dolu ise icâzetnâme o kadar değerlidir.

Bu mânâda;

Ramazân-ı şerif; Allah için gerek oruç, gerek ibâdetler, gerek içtimâî vazifeler etrafında bir fedâkârlık mevsimi olduğundan dolayı neticesinde Yüce Mevlâ bir bayram takdir buyurmuş.

Bir bayram ki;

Hazırlığı, madden ve mânen tuttuğu oruçları bozmadan huzûra götürmek olanlara verilen bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, Kur’ân-ı Kerim olanlara bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, bol bol namaz ve nafile ibâdet olanlara bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, Allah için infak ve ikram olanlara bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, fakir fukarâya, garip gurebâya dolu dolu hayır ve hasenat olanlara bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, ümmet-i Muhammed’in dertlilerine derman olmakla geçenlere bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, Myanmar’da Filistin’de, Gazze’de, Suriye’de ve daha nice İslâm beldelerinde inleyen mazlumlara şefkat, duâ ve yardım elini uzatmak olanlara bir şahâdetnâme.

Hazırlığı, rûhî hamleleriyle muzdaripleri sevindirmek olarak gerçekleştirenlere bir şahâ­detnâme.

Hâsılı;

Hazırlığı, bütün ilâhî imtihanları kazanma aşkıyla dolu olanlara bir şahâdetnâme.

İşte;

Ancak bu şahâdetnâmelerle bayram, gerçekten bayram.

Yoksa;

Bayram günü sınıfta kalmışlar için herhangi bir sürur ne mümkün!

Dolayısıyla çare;

Gerekli hazırlıkları en güzel şekilde yapmak.

Unutmamalı ki;

Ömrümüzü dolduran müsbet ve menfî bütün amellerimiz, hep son nefese bir hazırlık!

Bu hazırlıkta unutmamalı ki:

Hiçbir şey bilmeden dünyaya geliyoruz. Son nefese kadar öğrenme ihtiyacı içindeyiz. Hele ebediyet yolcusu olarak bize lâzım olan sayısız sır ve hikmetleri, ömür boyu tahsile ve idrâke ihtiyacımız, gün gibi.

Çünkü;

Karşılaştığımız işler, hâdiseler ve mes’ûliyetlerin, ancak sır ve hikmetini, yani püf noktasını çözdüğümüz ve anladığımız zaman bizde her şey yerli yerine oturuyor ve ona göre gidişat ve gayretler şekilleniyor.

Bu bakımdan;

Doğru tahsil ve idrak, çok mühim.

Şu sebeple ki;

Sır ve hikmete vukûfiyet ihtiyacı, insanı; ya rahmet, ya da âfet noktasına götürebilen bir kuvve. Bu kuvve, her hususta illâ devreye girer. Her yönde kendisine mutlaka bir bahane bulur ve eyvah ki; basîretsiz, anlayışsız, gafil ve nâdan kimseler için bin bir âfet kesilir.

Fakat çok şükür ki; bu ihtiyaç, her bakımdan basîretli, anlayışlı, kalbi uyanık ve ârif kimseleri de kahredici zahmet çöllerinde mest edici rahmet deryâlarına gark edicidir.

Gerçek ilim, işte bu hikmete bağlıdır. İnsan için en faydalı ilimdir bu. Yüce Allâh’ın istememizi emrettiği ilimdir bu:

وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا

“De ki: «Rabbim ilmimi arttır!»” (Tâhâ, 114)

Peki;

İlmin faydası nerede ortaya çıkar?

Lâf olarak değil tatbikat olarak insanı takvâya eriştiren doğru bir tefekkürde ortaya çıkar.

Yani;

Faydalı ilim, hikmetlere kapı açacak şekilde düşündürecek ve idrak ile şuura vesile bir mahiyette tefekkür ettirecek.

Yani o, bizi illâ takvâya götürecek. Allâh’a karşı muhabbet ve korku içerisinde yaşatacak. Güzel bir kıvama ulaştıracak. Kâinata bakıp Allah diye çağlatacak. İlâhî kelâmdan bir kelime bile okudukça gönlü titretecek, gözleri ağlatacak. Bağrımızı huşû ile dolduracak. «Mârifetullâh»a erdirecek. Aşk ile coşturacak. Her nefes ibâdetten ibâdete koşturacak.

Kezâ hiç durmaksızın gayretten gayrete koşturacak.

Kezâ ebedî yolculuktaki adım başı tehlikelere ve zorluklara aldırmadan tâ cennete kadar koşturacak.

İlim, işte bize bunun için lâzım.

O; asla Cenâb-ı Hakk’a karşı bilgiç şeytan gibi ukalâ kesilmek için değil, ancak Hazret-i Âdem gibi tevbelere sarılmak ve düştüğümüz yerden kalkarak tekrar vuslat cennetine dönmek için lâzım.

Eğer ilmimizde bu vasıflar ve hakikatler varsa ne âlâ!

Eğer yoksa, bütün bildiklerimiz bizi, sadece cehâletin bir başka tezâhürüne saplamış demektir.

O hâlde;

İnsanın bildikleri; şayet gönlünü yeşertmiyorsa, iç âlemini kupkuru bırakıyorsa, tefekkür tıkanıklığı ve dağınıklığı oluşturuyorsa, kalbini Allah için titretmiyorsa, Allah korkusu ile yüreğini yoğurmuyorsa, huşû ve hürmeti bir kenara fırlattırıyorsa, hele «mârifetullâh»a ulaştırmıyor ve her nefes Allah’tan uzaklaştırıyorsa, vecd ve gayretle dolu bir mâneviyat ve rûhâniyet hâsıl etmiyorsa, neticede îman coşkusu, ibâdet aşkı, irfan vecdi ve kulluk feyzi ile doldurmuyor ve Hakk’a vâsıl etmiyorsa;

O bilgilere ilim demek doğru olmaz!..

Mâlûm;

İnsanların en âlimi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öncesinde ümmî idi. O; bir başka insanın eğitiminden, bir başkasının rahle-i tedrîsinden geçmedi.

Lâkin;

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın eğitimiyle; bizzat Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesiyle; en bilgili oldu, en üstün ahlâk sahibi oldu, en basîretli oldu, sır ve hikmetlere en âşinâ kul ve peygamber oldu.

Kısaca O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her bakımdan emsalsiz örnek bir şahsiyet oldu.

Bu itibarla;

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî ama; en mükemmel, en üstün ve en müstesnâ bir muallim!..

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkını Cenâb-ı Hak «عَظ۪يم» / «en yüce, muhteşem» olarak lutfetti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edeb ve terbiyemi de ne kadar güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Burada ifade edilen iki hakikat var:

–Allâh’ın terbiye etmesi,

–İlâhî terbiyeye karşı hayranlık, candan kabul ve iştiyakla teslîmiyet.

Yani Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ın terbiye metoduna da hem hayran, hem râzı, hem teslim. Üstelik cân u gönülden. İşte O’nu en yüce ahlâka ulaştıran sır ve hikmet bu.

Bu niye mühim?

Şundan mühim:

Hazret-i Peygamber hakkında övüle övüle bitirilemeyen güzel ahlâkının oluşmasında uygulanan ilâhî metotlara, yani Cenâb-ı Hakk’ın tatbik ederek gerçekleştirdiği öğretim ve eğitim usûllerine dikkatle baktığımızda, karşımıza hiçbir zaman toz pembe bir tablo çıkmıyor; aksine son nefese kadar içerisinde her türlü zorluk, her türlü çile, her türlü ağır imtihanların cirit attığı bir hayat tablosu çıkıyor.

O tabloda keyif ve gamsızlık içinde bir yaşayış yok, bilâkis Ebû Cehillere rağmen istikameti bozmadan yaşayabilmenin dirâyet ve muvaffakiyeti var.

O tabloda şatafatlı bir hayat yok, aksine dünyanın bütün câzibesine rağmen tüm fânî endişeleri terk etmek ve ömrü ancak âhiret endişesi ile Allâh’a götürebilmek gayreti var.

O tabloda asla bu köhne cihanın iki günlük rahatlığı yok, aksinde Tebük gibi zorlu bir seferden sonra da olsa, nefislerin; «Biraz da yuvamız, hurmalıklarımız ve ferahlığımız» şeklindeki meyillerine karşı, büyük bir sabır ve olgunlukla «kendi eliyle kendini tehlikeye atmamanın» şuuru ve ebedî huzuru var.

O tabloda ne olursa olsun şikâyet yok, şükür var.

O tabloda Allâh’a isyan yok, itaat var.

O tabloda kadere itiraz yok, rızâ ve sekînet var.

O tabloda imtihanlarla gece-gündüz terleten yüce iradeye ukalâlık ve bilgiçlik yok, aksine hayranlık, hayranlık, hayranlık ve memnuniyet var.

İşte -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsiyetindeki emsalsizlik ve muhteşemliğin hakikati!

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki, tâ çocukluğundan, hattâ bebekliğinden itibaren buna göre en ağır, en zorlu eğitim programlarından geçti.

Bu sayede O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ebedî kurtuluş ve rahmete nâil oluşun sırlarını devşirdi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki, doğmadan iki ay önce babasını kaybetti. Süt anneye verildi, henüz o yaşta iken 4 yıllık bir gurbet yaşadı. Tam annesine kavuşmuştu ki, iki yıl sonra o da vefat etti. Sonraki seneler, yine dünya açısından yine hep çile, hep çile, hep çile…

Evet, hayatı hep çileydi, lâkin yine de O’nun yegâne bakış açısı ve o huzur dolu gönlünün yegâne ifadesi şuydu:

“Rabbimin bana uyguladığı (çileler içinde şu ilâhî) terbiye, ne kadar güzel!”

Allah O’na nice güçlükler yaşatsa, yine O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Ne kadar güzel!” diye hayran ve râzı hâlde yaşadı.

Görebilenler için, Hazret-i Peygamber hakkında Cenâb-ı Hakk’ın;

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ

“Hakikaten sen yüce bir ahlâk üzeresin / yemin olsun ki, muhakkak sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) tescilinin ardında ne müthiş imtihanlar ve ne muazzam ilâhî terbiyeler vardır.

Yüce Allah;

Nefes nefes imtihan ediyor! İmtihan ediyor! İmtihan ediyor!

Her türlü bâdirelerden geçiriyor Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i.

Yani İslâm ile beraber artan ilâhî terbiye ekseninde neler yaşanmıyor ki! O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine deve işkembesi atıyorlar, hakaret ediyorlar, taşlıyorlar, türlü türlü eziyetlerde bulunuyorlar, hunharca öldürmeye kalkışıyorlar, madden-mânen O’nunla yıllarca savaşıyorlar. Bu dünya itibarıyla bir türlü rahat ettirmiyorlar.

Çok açık;

Bu fânîde ilâhî program böyle.

Sonsuzluğu kazanmak ve ebedî rahmet için ilâhî terbiye böyle.

Siyer-i Nebî, baştan sona bunun tezâhürleriyle dolu.

O tezâhürler içinde Hazret-i Peygamber’in ahlâkı tecellî ediyor.

O tezâhürler içinde Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’ın metodunu beğeniyor. En güzel kulluk da, çünkü bu beğeniş ve hayranlıkla başlıyor.

Beğenmemek ve hayran olmamak ne mümkün!

Bir şey;

Değil mi ki Allah’tandır, mutlaka en güzel olan odur!

Değil mi ki Cenâb-ı Hak’tandır o en doğrusudur, en isabetlisidir!..

Değil mi ki Allah’tandır, kesinlikle zahmet değil ancak rahmettir, rahmettir, rahmettir.

Mesele;

Bu gerçeği son nefesten önce görüp de bu sırrı anlayarak ebedî âlemde kazanmak. Cennet-i âlâya dönüş için bu şart.

Hayattayken fırsat trenini kaçırırsak, son nefeste anlamanın hiçbir kıymeti yok. Cenâb-ı Hak, işte bu gerçeği bize anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor! Sonra da;

اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا

“…İster nankör ol, isterse şükreden ol!” (Bkz. el-İnsân, 3) diyor.

Âdeta demiş oluyor ki;

“–Ey insan! Sen, ister kıymet bil, istersen bilme!

Ben bunca anlattım sana! Sesli sessiz, sözlü ve sözsüz her şekilde sana söyledim, söyledim, söyledim.

Kezâ sayısız şekilde emrettim, lutfettim, vakit verdim, fırsat verdim.

Şunu iyice anla; ne yaparsan ancak senin başına!

İster nankör ol, istersen şükreden ol, istersen nimetin kadrini bil, idrâk et, kul ol kurtul! İstersen cennetlik ol, istersen cehennemlik ol! Benim için hiçbir şey değişmez, lâkin senin için çok şey değişir…”

Yine âdeta demiş oluyor ki;

“–Ey insanoğlu! Bana bir şey olacağı yok. Sen cennetlik olmak için gayret edince; meleklerin başı göğe ermiyor, bana iyilik yapmış da olmuyorsun. Sen, sadece kendini kurtarıyorsun. Tutup cehennemlik olsan, yüce kudrete bir zarar vermiş olmazsın; sadece kendini batırmış, helâk etmiş olursun.”

Bu itibarla;

Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesine can atan bir kul olmak lâzım.

Güzel bir terbiye ve ebedî kurtuluş istiyorsak yegâne muallimlerimiz Yüce Allah ve Hazret-i Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Sonra Hak dostları. İlâhî istikamette gerçek muallimler elinde ilâhî bir terbiyeye geçmek, son derece zarûrî. Yoksa;

Bilgi küpü de olsa insanın akıl hocası, nefsi olur.

Şeytan zebûnu bir nefisten akıl hocalığı da mâlûm, insanı cehenneme sokana kadar.

Maalesef;

İnsan gaflete dalmayagörsün, kendi nefsini tek akıl hocası hâline getiriyor, hem de onda zerre kadar akl-ı selîm olmadığı hâlde.

Anlamıyor ki, rahatlık ve mutluluk adına aklını ve kalbini de kör nefsin kıskacına atmakla aslında hiç kaldıramayacağı ağır bir belâya, çileye, azâba, rahatsızlığa, huzursuzluğa ve mutsuzluğa mahkûm ediyor kendisini. Bilse bile idrâk edemiyor ki, asıl kurtuluşu ancak o kıskaçtan âzâde oluştadır.

Unutmamalı;

Eğer kul; ebediyet yolculuğunda Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesine girmez ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rahlesine hakkıyla diz çökmeyip de başka akıl hocaları peşinde kendisini kurban ederse; o zaman dünyası da, âhireti de vîran olur; o zaman bildikleri bile kendisine cehâlet olarak geri döner.

Bilmedikleri dolayısıyla ne olur, bunu da akl-ı selîm kıyas etsin, kalb-i selîm anlasın.

Unutmamalı ki;

Hayat defterimiz kapandı mı bir daha açılmayacak!..

Gözlerimiz kapandı mı, bir daha açılmayacak!..

Kulaklarımız kapandı mı, bir daha açılmayacak!..

Hâl böyle iken zavallı insan, bir sürü boş hesap-kitap peşinde savrulur. Devamlı;

–Şöyle yapsam da olur, böyle yapsam da olur, gam değil, der durur.

Lâkin asla olmaz, ne dese kendi dediği gibi olmaz!

Buna rağmen rehâvet içinde;

«Niye olmazmış, bal gibi de olur!» diyen lâkırdılar, aldatıcı fısıltılardır.

Kulağa ne kadar hoş gelse de, nefisleri ne kadar okşasa da;

Böylesi aldatıcı «olur»ları bırakmalı!

Çünkü;

Yüce hesabı, cüce nefsin bozuk matematiğiyle tutturmak mümkün değil.

İsabet edecek bir tane hesap şekli var. O da;

Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmeti.

Karanlık kabirleri ve mahşeri aydınlatacak yegâne ümit ışığımız;

Hayatımızdaki her şeyi;

«Acaba bizi o rahmete nâil eder mi etmez mi?» diye kuyumcu terazisiyle hesap edersek, parıl parıl parlar.

Daima sormalı;

–Yaşadığım hayat şekli, acaba beni rahmet-i ilâhiyyeye mazhar eder mi?

–Benim bu kıldığım namaz, acaba Allâh’ın rahmetini coşturur mu?

–Tercih ettiğim şu davranışlarım, acaba Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine ve affına vesile olur mu?

–Yaptığım şunca ameller, acaba merhamet-i ilâhiyyeyi dalgalandırır mı?

İşte;

Ömür boyu bir tek bu gerçeğe baksak bile kâfi!

Bir tek buna dikkat edebilirsek, ne âlâ!

•Her şey tamam olmaya başlar.

•İnsanın hayatını işgal eden ve gönülleri deviren gafletler bertaraf olur.

•Herkes, âhireti kazanmanın hummâlı bir hazırlığı içinde yaşar bütün ömrünü.

•Kur’ân-ı Kerîm’e sarılır özler de gözler de, sözler de.

•İbâdetlere karşı gevşeklikler kalkar.

•Samimiyet ve ihlâs ile Allah için infak seferberliği canlanır.

•Dertlilere derman olmak, kalplerin en büyük hazzı hâline gelir.

•Mazlum ve muzdariplere karşı duyarsızlıklar kalkar, ağır imtihanlar ve çilelere karşı vurdumduymazlıklar buhar olur.

•Bütün bir hayat;

Ebedî bir bayramın şahâdetnâmesi olacak yüce hazırlıklar içinde gayretle dopdolu olur.

•Bütün zahmet çölleri, rahmet deryâlarına dönüşür.

İşte iki cihanda da muhtaç olduğumuz ilâhî rahmet, bu hakikatler etrafında tecellî eden rahmettir.

Rahmet ki;

Kur’ân-ı Kerîm’in vasfıdır.

Rahmet ki,

Hazret-i Peygamber’in sıfatıdır.

Rahmet ki,

Cenâb-ı Hakk’ın kullarını affetmesi ve cennetine dâhil etmesidir.

Rahmet ki;

Ebedî bir şahâdetnâmedir mazhar olabilenler için.

Sonsuz bayramdır.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…