Gerçek İlim Tahsili ve Muhabbetle Terbiye Hakkında Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat -4

GERÇEK MAÂRİF MÂRİFETULLAH İLE…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Nesillerin yetişmesinde sizin özel ölçüleriniz, husûsî idealleriniz var mı? Nasıl bir nesil görmek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bu hususta; yetişecek nesilden önce, yetiştiren mühimdir.

Seven ve sevilen mühimdir, burada.

Çünkü yetiştiren hangi noktada ise yetiştirilen de o noktada olur. Yetiştiren hangi kıvamda ise, yetiştirilen de o kıvamda olur. Yetiştiren ne kadar değerli, gayretli, fedâkâr ise; yetiştirilen kezâ öyle olur. Yetiştiren ne kadar şuurlu ve şiarlı ise, yetiştirilen de o nisbette olur. Yetiştiren ne kadar sabırlı, olgun, başarılı ve karakterli ise; yetiştirilen de kezâ o kadar sabırlı, olgun, başarılı ve karakterli olur. Yetiştiren ne kadar îmanlı ve ihlâslı ise, yetiştirilen de öyle olur. Yetiştiren ne kadar Fatih’se, Akşemseddin ise; yetiştirilen de o kadar, o olur.

Burada bu kıvâmı verecek esas malzeme; sevgidir, muhabbettir. Muhabbet ise iki kalbin arasındaki cereyan hattıdır.

Bunun için;

Bir muallim / hoca; talebeyi sevecek, öğrettiklerini sevecek, yaşayacak. Talebe de hocasını sevecek.

Bizim tahsil zamanımızın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti. Bu kadar zaman geçtiği hâlde; sevdiğimiz hocalarımızın, seven ve sevilen hocalarımızın ifadeleri hâlâ aklımızdadır, kalbimizdedir.

Meselâ Peygamber âşığı Yaman Dede’yi hiç unutmam. Gönlümde de duâlarımda da unutmam. Sınıfın kapısına geldiğinde; dersi kaynatmak isteyen güzel sesli bir arkadaş, onun yazdığı bir na‘ti yanık yanık okumaya başlardı:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlâllah!

Bu sedâ karşısında Yaman Dede; içeri giremez, kapıda kalakalırdı. Gözlerinden ince ince yaşlar süzülür, dinledikçe derin derin hıçkırırdı. Belki arkadaşlarımız bu şekilde onun dersini kaynattıklarını zannederlerdi. Fakat aslında o bizi aşk-ı Peygamber potasında gönül gönül kaynatırdı. Hazret-i Peygamber’i nasıl sevmek gerektiğinin canlı bir timsâlini seyrederdik onda. Böylece Fahr-i Âlem Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbeti, sevdâsı ve O Sultânü’l-Enbiyâ’ya candan itaat; gönüllerimizde bambaşka köklenirdi, hiç yıkılmaz bir çınar gibi büyüyüp giderdi elhamdülillâh.

Allah o hocalarımızdan ebedî râzı olsun.

Onlar işte, Kur’ân ile gerçek bir eğitimin göz nûru nesillerini yetiştiren bahtiyarlardı.

Ancak;

Okuttuğu ilimden ve talebesinden bîgâne olan, sadece şekilde ve geometride kalan hocaların ise; öğrettikleri bir tarafa, adlarını dahî unuttuk. Onlar zaten o zaman bile derste yoktu! İsimleriyle, cisimleriyle her şeyleriyle unutulup gittiler.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Bugün eğitimde birçok endişeler, birçok dertler var. Eğitimin en büyük derdi ne olmalı?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Eğitimin temel derdi, Allâh’a kul olmaktır.

Cenâb-ı Hak, bu dünyayı bir mektep olarak halk etti. Bu mektebin bütün lâboratuvar malzemelerini de koydu. Zerreden kürreye her şey, Cenâb-ı Hakk’ın azametinin tecellîsi… Mikrodan makroya kadar her şey kudret-i ilâhiyyeyi temâşâ ettirmekte… Bunları idrâk edebilmemiz için zâhirî bilgiler verdi.

“…Size ancak az bir bilgi verildi.” (el-İsrâ, 85) buyuruluyor.

Fizik, kimya, botanik, astronomi ve sâir birçok ilimler bahşetti. Bütün bu ilimleri vermesinin esas gayesi ise şudur:

İnsan bu ilimlerden hareketle; eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a, sebepten Müsebbib’e gidecek, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesinde derinleşecek, bu tefekkürle kulluğunu ikmâl ederek, Cenâb-ı Hak ile kalben beraber olmanın husûsiyetini taşıyacak… Bu şekilde «mârifetullah»tan bir nasîb alacak, yani kalbe mâsivâdan pencereler açılacak ve kul, «benliği» unutacak, dâimâ; «Aman yâ Rabbî!» diyecek.

Bize bir çiçek buketi hediye eden kimseye, çiçek gibi bir tebessüm ile teşekkür ediyoruz. Eğer Cenâb-ı Hak; bu kâinâtı çiçeklerle donatmasaydı, biz ruhlarımızı okşayan o çeşit çeşit rengârenk güzelliklerden mahrum kalacaktık. Hiç şüphesiz ki, sayamayacağımız kadar çok olan bütün nimetler de aynıdır. Onlar lutfedilmeseydi; bırakın istifâdeyi, onları ne bilirdik ne de akledebilirdik. Bu bakımdan Cenâb-ı Hakk’a ne kadar teşekkür ve şükür hâlinde olmak gerektiğini idrâk etmek gerektir.

Bu tefekkür içinde her mü’min;

Bu dünyaya «arz-ı endam» için gelmediğini, «arz-ı hâl» için geldiğini düşünerek, dâimâ bir «abd-i âciz» olduğunun idrâki içinde olacak. Yani makam-mevkî, şehvet ve şöhret için değil, «Allâh’a kulluk» için yaratıldığının şuuruna varacak.

Asla; «Ben!» demeyecek, dâimâ; «Sen yâ Rabbî!» diyecek…

Bu hakikati Yûnus Emre Hazretleri şöyle hulâsa eder:

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır?

Yine buyurulmuştur:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Kendini bilen Rabbini bilir.”

Burada iş, Cenâb-ı Hak ile o beraberliği temin edebilmektir. Bu da sözle olabilen bir husus değildir. Fiille olan, yaşanan bir hakikattir. Bu da kalbin eğitimine bağlıdır.

Abdülkādir Geylânî Hazretleri, mertebeler kazanmış kullar hakkında Cenâb-ı Hakk’ın yüce ifadelerini şöyle özetler:

“Ben kulumun sırrıyım, kulum da Ben’im sırrımdır.” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Bizim kitaplardan ve hocalardan alacağımız bilgiler vardır. Bu, zemindir. Fakat en zoru, ancak kendimizin kendimize vereceği bir ilimdir. O da takvâdır. Takvâ neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın lutfedeceği; irfandır, hikmettir. Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Allah’tan korkun (takvâ üzre olun!.. Bilin ki) Allah (size bilmediğinizi) öğretir! …” (el-Bakara, 282)

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Demek ki, insan hedeflerini belirlerken temelde bu gerçekler olmalı.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Mutlaka olmalı.

Hiçbir zaman fânî gayeler bu yüce hedeflerin önüne geçmemeli.

Çünkü bu dünyada hepimiz geçiciyiz, hepimiz ebediyet yolcusuyuz.

Bu itibarla;

Çocuklarımızı her şeyden önce şu iki hususta çok iyi terbiye etmeliyiz:

–Kur’ân-ı Kerim edebi,

–Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet ve ahlâkı.

Sâmi Efendi Hazretleri’nden de bu hususta mânidar bir hâtıra nakledilir:

Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullâh»ın tahsilidir!” buyurdu.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, faydalı ilim ve faydasız ilim bahsi çok konuşulan bir mevzu. Herkes kendi alâkadar olduğu bilgiye revaç veriyor. Bu hususta asıl ölçü nedir ve ilâhî çerçeve nasıldır?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Günümüzde hemen herkeste dünyevî ilimlere tercih ve rağbet var. Fakat bu dünyaya gelişin asıl maksadının âhiret olduğu maalesef unutulmaktadır. Âkıbeti ise hazindir.

Bu itibarla:

Bu dünya bir mekteb-i âlemdir. Orada okunan bütün ilimler ebedî âlemin bir cüz’üdür. Dolayısıyla esas olan ebediyet tahsilidir. Yani fizikten fıkha kadar bütün ilimler eğer ebediyet tahsilinin öncülüğünde ve istikametinde olursa ancak o zaman faydalı bir ilim olma hüviyeti kazanırlar. Ancak o zaman iki mânâda inkişaflar yaşanır, idrak ve tefekkür açılır, mârifetullah, yani hâdisâtın, vukuâtın ve eşyanın hikmet ve sırrî tarafı kalpte tecellî eder. Kalp Cenâb-ı Hakk’a daha çok yakınlığa nâil olur ve neticesi de ebedî rahmet olur.

Lâkin;

Âhiretsiz olarak okutulan bütün ilimler ise, sadece ilm-i lâ-yenfa‘ / faydasız bir ilimden ibarettir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, faydasız ilimden Allâh’a sığınmıştır.

Tıpkı küçücük bir damlaya kapılıp da sonsuz bir deryâyı görememek ve ona karşı bir ömür âmâ ve gafil yaşamaktır. Bu şekilde âmâ ve gafil olanların âkıbetleri de ne yazık ki her zaman sonsuz bir hüsran olmuştur. Bütün zâlimlerin ahvâli, işte bundan ibarettir. Mâlûm nice zâlimler, zâhirde onca ilimleri yuttular fakat âhireti unuttukları için sahip oldukları ilimlerle ancak daha büyük zulümler irtikâb ettiler.

Meselâ;

Tarihteki büyük zâlimlerden Firavun, Nemrut, Atillâ, İskender, Hülâgû ve günümüze kadar gelen bütün benzerleri, yaptıkları zulümlerle milyonlarca kelle üzerine medeniyet kurmaya kalkıştılar. Ancak insanlığın düşmanı ve yüz karası oldular. Hiç sevilmedikleri gibi, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar. Saltanatları da hüsranla son buldu.

Fakat dostluğun, Allah’taki kaynağına ulaşan Şâh-ı Nakşibend, Geylânî, Mevlânâ, Yûnus ve Hüdâyî misâli Hak dostları, dâimâ Allâh’a dost olarak yaşadılar, sevdiler sevildiler. Ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular. Dünya hayatlarından sonra da dostluk ve muhabbette ebedîleştiler, fânî gök kubbede hoş bir sedâ bıraktılar.

Bu sebeple;

Bir anne-babanın, evlâtlarına en güzel mîrâsı, onları İslâm şahsiyet ve karakteri üzerine yetiştirmektir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, bahsettiğiniz bu Hak dostları, nasıl yetiştiler? Onları bu muhteşem mevkilere eriştiren tahsilleri ne idi?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Medeniyetimizde ve tarihimizde zirve şahsiyetlerin hepsi Kur’ân’a medyundur. Kur’ân’dan feyiz almışlardır. Gerçek kültür, Kur’ân kültürüdür.

Hazret-i Mevlânâ’yı bütün dünya tanıyor, takdir ediyor, okuyor. O bütün feyzini ve rûhâniyetini Kur’ân’dan aldığını ifade ederek buyurur:

“Canım (rûhum) var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed’in ayağının toprağıyım.

Eğer biri; benim sözümden bundan başka en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de onun sözünden de uzağım.”

Yine Yûnus Emre Hazretleri’nin gönlü; Allah aşkını, Peygamber Efendimiz’in muhabbetini ve kâinattaki ibretleri aktarmasaydı, binlerce Yûnus’tan biri olur, esâmesi bile okunmazdı.

Onun feyiz dolu şiirlerinin ve ilâhîlerinin; asırlardır dilden dile, gönülden gönüle dolaşması, okuyan ve dinleyen ruhlara ferahlık vermesi, onun Allah Rasûlü’nün mânevî rahlesinde gördüğü kalbî tahsilinin en güzel şahâdetnâmesidir.

Bütün «ehlullâh»ı, bütün Allah dostlarını yetiştiren iki mühim esas vardır ki bunlar; Kur’ân-ı Kerîm’i ve Rasûlullah Efendimiz’i tahsil etmeleridir.

En büyük tahsil, Kur’ân-ı Kerîm’i idrâk etmek ve Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımaktır. Bu ise kalbin sanatıdır.

Bu tahsil; zihinle olmaz, kalbî temrinler neticesinde meydana gelir. Yani «mârifetullah»tan nasîb almakla gerçekleşir.

Âşıklar, hakikî aşkın ne olduğunu Allah Rasûlü’nün feyiz ve rûhâniyetiyle tattılar…

Bu aşkın ufkunu ve derinliğini bir mütefekkir şöyle ifade eder:

“Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz.” (Nurettin TOPÇU, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139)

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Kur’ân bahsinde söz derinleşmişken, Rahmân Sûresi’nde insanın yaratılışı Kur’ân öğrenmesinden sonra ifade ediliyor. Bunun hikmeti nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Evet, Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rahmân (çok merhametli olan Allah), Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)

Bu âyetlerin îzâhında şöyle denilmekte:

“Cenâb-ı Hak; insanoğlunu, Kur’ân’ı (bundan önce de evvelki ilâhî suhuf ve kitapları) öğretmek için (böylece hidâyete eriştirmek için) yaratmış ve beyânı da ona Kur’ân’ı anlaması için öğretmiştir.”

Çünkü;

Allah Teâlâ’nın, bu âyet-i kerîmelerde evvelâ Kur’ân’ı öğretmesinden, sonra da insanı yaratmasından bahsedişi, yaratılış hikmetinin mecâzî bir ifadesidir.

Bu ifadede;

İnsanın yaratılma gayesinin, sırf din ve ilim olduğunun bilinmesi; kulluğun mârifetullah ile idrâk edilmesi; bunun için Kur’ân’a karşı mes’ûliyetin hakkıyla anlaşılması, yaşanması ve yaşatılması vardır.

Çünkü insan denilen varlığın haysiyet ve şerefi Kur’ân ile gerçekleşir. Dolayısıyla insana verilen beyan salâhiyeti de ilâhî tâlimatları almak ve yaşamak, yani canlı bir Kur’ân olabilmek hikmetine bağlı olarak ihsân edilmiştir. Çünkü hem bu dünyanın hem de âhiretin bütün saâdet sırları, ancak Kur’ân-ı
Kerim ile anlaşılır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, bizlere bizzat Allah tarafından bir hayat kitabı ve bir kurtuluş reçetesi olarak takdim buyurulmuştur.

Dolayısıyla insan, gerçek mânâda ancak Kur’ân ile yücelir.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Bunu biraz daha îzâh eder misiniz? İnsanın Kur’ân ile yücelmesi ve yükselmesi nasıl olmakta?..

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Tarihî hakikatlerle başlayalım:

Hazret-i Ömer, Nâfî İbn-i Abdülhâris’i Mekke’ye vali tayin etmişti. Nâfî, Mekke taraflarındaki Usfân’da Halîfe Ömer’e rastladı. Halîfe kendisine sordu:

“– Bu vadi halkına kimi memur tayin ettin?”

O da;

“– İbn-i Ebzâ’yı tayin ettim.” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“– İbn-i Ebzâ kimdir?” diye sorunca, vali;

“– Bizim âzatlı kölelerimizden biridir.” cevabını verdi.

Hazret-i Ömer (hikmetin herkes tarafından anlaşılması için) sordu:

– Sen onların üzerine bir âzatlı köleyi mi tayin ettin?

Nâfî açıkladı:

– Fakat o, Allâh’ın kitabını iyi okuyan ve bütün farzları da bilen (ehl-i takvâ) biridir.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

– Dikkat edin, Peygamberiniz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu, diyerek şu hadîs-i şerîfi nakletti:

“Allah şu Kur’ân’la bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

İşte nasıl bir hayat yaşayacağımızın formülü.

Yine hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sadece şu iki kimseye gıpta edilir:

Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği ve gece-gündüz onunla meşgul olan kimse; diğeri ise, Allâh’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece-gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.” (Buhârî, İlim, 15; Müslim, Müsâfirîn, 266-268. Ayrıca bkz. Tirmizî, Birr, 24; İbn-i Mâce, Zühd, 22)

Bu ikisinden biri olabilene ne mutlu!

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Anne ve babaların evlât terbiyesinde asıl vazifeleri nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Ana ve babaların asıl vazifeleri;

Evlâtları lüzumundan fazla yedirmek-içirmek gibi ten gıdâları ile ifrâta varacak şekilde gıdâlandırmak ve onları zâhiren süsleyip püslemek değil; rûhî gıdâlarla rûhî neşelerle istikbâle hazırlamak ve şahsiyetlerini Kur’ân nûruyla güneşler gibi eylemektir.

Bilmeli ki;

Ciğerpârelerimize esas sevgi, gerçek muhabbet ve asıl merhamet; onları, Kur’ân ve Sünnet dünyası içinde yetiştirmemizdir. Bunun ihmâli veya buna ters bir eğitim anlayışı ise ancak zulmettir, gaflettir ve felâkettir.

Bu itibarla;

Onlara «gelin» veya «damat» ararken de dünyevî kıymetlerden ziyade îman ve güzel ahlâk nurlarını gözetmeliyiz. Çünkü dînî ve ahlâkî duygularla beslenmeyen aile yuvalarının sonu; ya ayrılık ya da mezara kadar devam eden ızdırap ve kâbuslarla dolu bir hayat olmaktadır.

Onun için;

Çocuklarımızı havâîlikten, haşarılıktan, lüzumsuz gezi ve israflardan, eve geç gelmelerden, ahlâk bozucu medya tesirlerinden korumalı; ruhlarını Allah -azze ve celle-, Kur’ân, evliyâullah, sâlihler ve sâdıkların sevgisiyle doldurmalıyız ki; kalpleri zulmetten korunsun, nûrânî şebnemlerle ihyâ olsun.

Mâsum gönüller, Cenâb-ı Allah ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbet ve rûhâniyeti ile dolmalıdır. O zaman hayatın mânâsı tecellî eder. Kulluk ve ibâdetler bahsinde evlâtlarımız, şevk ve huşû hâliyle kemâle doğru mesafe alırlar. Kalplerindeki îmanları kuvvetlendiği için, gönül dünyaları da zenginleşir. Kur’ân-ı Kerîm’i bambaşka bir lezzet ile tilâvet ederler. Emir ve yasaklarına karşı dikkatli olurlar. Kur’ân ve Rasûlullah ahlâkı ile ahlâklanırlar.

İmam Mâlik Hazretleri anlatır:

“‒Benim ezberlediğim her hadis için, babam bana bir hediye verirdi. Sonra o hâle geldim ki, hiç hediye vermese de hadis ezberlemek benim için çok büyük bir lezzet hâline geldi.”

Bugün ebeveynler de evlâtlarını; buna benzer güzel davranışlarla eğitmeli, onlara İslâmî bir şahsiyet kazandırmalıdır. Bir baba; çocuğunun elinden tutup camilere götürmeli, mânevî ve rûhânî yerleri ziyaret ettirmeli ve o mekânların tarihini, mânâsını ve ehemmiyetini tatlı tatlı anlatmalıdır. Kazandırılmak istenen hakikat ve fazîletler ancak böyle, evlâtların kalbine ve zihnine yerleşir.

Yoksa;

«Oğlum; sen camiye git, şurayı ziyaret et!..» demekle, kuru nasihatle evlât yetişmez. Yani mânevî ve ahlâkî terbiye, mutlaka fiilen örnek olmakla mümkün.

Muhterem pederim Musa Efendi, biz evlâtlarını; Süleymaniye Camii, Eyüp Sultan Camii ve Türbesi gibi tarihî ve uhrevî mekânlara götürürdü. Bize orada medfun zâtların fedâkârlıklarını ve gayretlerini anlatırdı. Bu vesileyle sadaka-i câriyenin ne olduğunu anlatırdı. O hayrat sahiplerinin şimdi, bu hayırları sayesinde inşâallah huzur içinde olduklarını ifade ederek, bizleri de hayırlı faaliyetlere teşvik ederdi.

 

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Kur’ân nesli olmaya gayret eden hocalarımıza ve göz nûru talebelerimize neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Talebeler bugün bir fidandır.

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi;

“Ekim mevsiminde tarlaya ne ekersek, hasat mevsiminde de tarladan onu biçeriz.”

Allah râzı olsun, hocalarımızın gayretleriyle inşâallah memleketimizin, vatanımızın ve dînimizin kaderinde ve istikbâlinde önder ve rehber olacak şahsiyetli gençler yetişecektir.

Zaten bir toplumda gençlerin varsa; o gençler, gücünü hayra ve hasenâta sarf ediyorlarsa, orada istikbal var demektir.

Böyle gençlere emek veren anneler de ömürlük teşekküre lâyıktır.

Bu itibarla;

Kız evlâtlarımızı da unutmayalım:

Erkek evlâtlarımız gibi, genç hanım kızlarımızın eğitimi de çok mühimdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de;

«Göz nûru olacak zevceler ve evlâtlar» için duâ edilmesini emrediyor. (Bkz. el-Furkān, 74)

Demek ki; göz nûru zevceler, anneler yetiştirilecek ki, oradan göz nûru bir nesil meydana gelecek.

Dolayısıyla, kız evlâtlarımızın İslâm şahsiyetiyle yetiştirilmesi için yapılacak mânevî yatırımlar da çok mühimdir.

Yine hadîs-i şerifte buyuruluyor:

“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himaye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912; Ahmed, III, 97)

Bir başka hadîs-i şerifte de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Her kim, iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse; kıyâmet günü o kimseyle ben, şöyle yan yana bulunacağız.” buyurmuş ve şahâdet parmağı ile orta parmağını bitiştirmiştir. (Müslim, Birr, 149; Tirmizî, Birr, 13/1914)

Çünkü nesil, sâliha anneler vesilesiyle yetişecektir. Aslan yürekli evlâtları doğuracak, yetiştirecek olan böyle sâliha annelerdir. Bu sebeple kız evlâtlarımızın bilhassa Kur’ân ve Sünnet gıdâsıyla yetiştirilmesine çok ehemmiyet vermemiz îcâb eder.

Yüzakı:

–Asr-ı saâdet medeniyetinden öne çıkan birkaç fârika söyler misiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Asr-ı saâdet, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in feyiz ve rûhâniyetinden hisse alan ashâb-ı kirâmın sergilediği müstesnâ bir fazîletler medeniyetiydi.

O medeniyette dikkat çeken şu iki gerçeğin tekrar tekrar altını çizmeli:

Birincisi, ferdi mükemmelleştiren bir namaz.

İkincisi, toplumu ayakta tutan zekât ve infak.

Hakikaten;

Asr-ı saâdette öyle bir namaz vardı. Sahâbe efendilerimize en güzel sığınak namazdı. Namaz onlara öyle bir barınak ve istinadgâh idi ki; ashâbın arasında hiçbir psikiyatrik ve psikolojik rahatsızlık görülmüyordu.

Kezâ;

Asr-ı saâdette öyle bir zekât ve infak vardı ki, insanlarda müthiş bir vicdan derinliği meydana getiriyordu. Muhtaçların elinden tutulan ve çaresizliklere çare olunan bir toplumda ancak huzur meydana geliyordu. Hiçbir sosyal patlama olmuyordu, hiçbir dram yaşanmıyordu. Varlık sahibi; merhametliydi, vicdan huzuruna sahipti. Darlıkta olan da kendisine sahip çıkılması karşısında hamd ve şükür içindeydi, kanaatkârdı, rızâ hâlinde idi.

İşte;

Bu şekilde o fazîletler medeniyeti, İslâm’ın göz nûru bir medeniyet oldu.

Bu istikamette gayret eden;

Başlarına taç konulacak anne-babalara ne mutlu! Âhirette nice lütuflara mazhar olacak hocalara ne mutlu!

Cenâb-ı Hakk’ın cennetteki sonsuz nimetlerine nâil olacak yardım ehli gönüllere, o cömert ve güzel mü’minlere ne mutlu!

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Gerek Yüzakı mecmûamız hakkında gerek iki dünyada da göz nuru bir nesil hakkında sizlerle dört mülâkat gerçekleştirdik. Çok doyurucu ve yol gösterici bilgiler verdiniz. Rabbim sizlerden râzı olsun, ömrünüzü uzun eylesin. Sizlere gönülden dâimî duâlarımızı ve teşekkürlerimizi arz ediyoruz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Ben de sizlere teşekkür ederim. Rabbim hem gönülleri dirilten satırların yer aldığı Yüzakı’mızı; hem de din, vatan, bayrak ve ebedî yarınlarımız için hayırlı bir nesil yetişmesi yolundaki gayretlerinizi kıyâmete kadar devam ettirsin.

Cenâb-ı Hak, evlâtlarımızı göz nûru nesiller eylesin!.. Bizi, milletimizi ve nesillerimizi, Kur’ân ve Sünnet istikametinden ayırmasın.

Âmîn!..