AZMEDECEĞİM!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Nakşibendiyye tarîkatının kurucusu Bahâüddîn Muhammed Buhârî -rahmetullâhi aleyh-, 1318’de Buhara’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğdu. Türkiye’de Şâh-ı Nakşibend unvânıyla tanınır. Maddî olarak Emîr Külâl’den, mânevî olarak ise Muhammed Baba Semmasî’den feyz aldı. Müridlik devresini tamamladıktan sonra; Kasr-ı Hinduvân’a dönerek halkı irşâd etmeye, mürid yetiştirmeye başladı.

Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend, 1 Mart 1389’da vefat etti. Kabri, Kasr-ı Hinduvân’dadır.

***

Kendisi anlatıyor:

“Hak yolda ilerleyip, günahlardan nefsimi arındırıp olgunlaşmaya çalıştığım günlerden birinde; bir yerde insanların toplanıp kumar oynadıklarını gördüm. İçlerinden iki kişi; kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi. Bir müddet öylece devam ettiler. Nihayet birisi kaybettikçe kaybetti. Buna rağmen kumardan dönmeyi düşünmüyor, kumar oynadığı kimseye;

«–Bu kadar kaybıma rağmen; Canımı dahî kaybetsem bu oyundan vazgeçmem.» diyordu. Kumarbazın kumara olan bu hırsı bana büyük bir ibret oldu. O kumarbazı gördükten sonra Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşmak için bende büyük bir gayret hâsıl oldu. Mâneviyatta ilerleme arzum her gün daha da arttı.” (Mehmet DİKMEN, İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Cihan Yayınları, İstanbul, Aralık 1997: 159)

CANIM CÂNÂNA TESLİM

Nakşî-Hâlidî şeyhi Muhammed Es‘ad Erbîlî -kuddîse sirruhû-, 1847’de Irak’ın Erbil şehrinde doğdu. Baba ve anne tarafından seyyid olan Es‘ad Efendi; ilk tahsilini Erbil’de tamamladıktan sonra Tâha’l-Harîrî’ye intisâb etti. Beş yılda seyr u sülûkunu ikmâl ederek hilâfet aldı. Es‘ad Efendi, 1875’te İstanbul’a gelerek irşâda başladı. 1888’de Fındıkzade’deki Kelâmî Dergâhı şeyhliğine getirildi, ardından da Reîsü’l-Meşâyıh makamına oturdu. Es‘ad Efendi, 1930’da Menemen Vak‘ası ile alâkası olduğu ileri sürülerek tutuklandı. 3-4 Mart 1931 gecesi Menemen’de, askerî hastahânede vefat etti. Kabri, Menemen’dedir.

***

Merhum Hacı Cemal ÖĞÜT Hoca anlatır:

“Bir gün eski bir dostum olan Emniyet Genel Müdürü Rıfat Bey beni Ankara’ya çağırdı. Beni îkaz ederek şunları söyledi:

“–Artık Es‘ad Efendi’yi ziyaret etme. Çünkü onu istemiyorlar. Yetmiş bin mürîdi var, diye korkuyorlar.

«Bu adamın mutlaka ortadan kaldırılması lâzım.» diyorlar. Ben;

«Niçin?» diyorum; «Kabahati nedir?» diye soruyorum ve bu makamda kaldığım sürece de böyle bir işe âlet olmayacağımı söylüyorum ancak nâfile. Beni buradan alıp vali yapacaklar. Bu makama da kendi adamlarını getirip bu işi hâlledecekler. Sakın Es‘ad Efendi’yi ziyaret etme. Hattâ birkaç ay evinden dışarı çıkma.” dedi. Ben bu sıkı tembihâta rağmen, Es‘ad Efendi’yi ziyarete gittim. Ziyarette daha ben bu durumu kendisine anlatıp anlatmama kararsızlığı içinde iken Es‘ad Efendi vaziyeti sezerek büyük bir tevekkülle şu şiiri okudu:

Es‘ad unuttu Erbil’i, Kâbe’yi,
Cânımı cânânıma vermişim artık.

Hakk’a ne güzel bir teslîmiyet, ne muhteşem bir gönül huzuru…

CEM SULTAN’IN PAPAĞANI

Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Cem Sultan, 23 Aralık 1459’da Edirne’de doğdu. Babasının vefatı ve kardeşi Bâyezîd’in tahta geçmesiyle; babasının taht için kendisini seçtiğini, Bâyezîd’in haksız olarak başa geçtiğini ileri sürerek ordu topladı, adına para bastırdı, hutbe okuttu ve kendisini padişah ilân etti. Fakat 1481’de Bursa Yenişehir’de ağır bir mağlûbiyete uğradı. Bunun üzerine; Konya, Tarsus, oradan da Mısır’a gitti. Daha sonra Rodos’a oradan da Fransa’ya kadar ulaştı. Maceralı hayatı, Avrupalı devletlerin kendisini siyasî bir araç olarak kullanmasıyla tam bir keşmekeşe dönüştü.

Cem Sultan, 25 Şubat 1495’te vefat etti. Bunu haber alan Bâyezîd Han üç günlük yas ilân etti ve gıyâbî cenaze namazı kıldırdı. Kabri, Bursa’daki Muradiye Camii hazîresindedir.

***

Seferihisar kasabasından Haydar Çelebi; Cem Sultan’ın defterdarı, yol arkadaşı ve dert ortağıydı. Merhumun Avrupa’dan ölüm haberini ve geride kalan eşyasını İstanbul’a o getirmişti. Rivâyete göre Cem Sultan’ın Bourg-Neuf Şatosu’nda iken konuşmayı öğrettiği bir beyaz papağanı vardı. Bu papağan gayet güzel konuşur, dilinden âdeta bal dökülürdü. Papağan Cem Sultan hayatta iken her gün ona; «Allâhu yensuru Sultan Cem!: Allah, Sultan Cem’e yardım eylesin!» derdi. Ölümünden sonra ise üzgün ve neşesiz bir hâlde; «Allâhu yerhamu Sultan Cem!: Allah, Cem Sultan’a rahmet eylesin!» demeye başlamıştı. (Solakzâde Tarihi, l, s. 394)

Haydar Çelebi bu beyaz papağanı İstanbul’a getirince siyaha boyayıp kargaya benzetmiş ve üzerine yas kıyafetini giydirip tâziye töresini öğrettikten sonra padişaha vermişti. İşte o zaman papağan, gayet net bir ifade ve fasih bir dille birkaç kez; «El-hükmü lillâh: Hüküm Allâh’ındır. Kulun elinde ne var? Padişahımızın ömrü uzun olsun!» demiştir. Bu eğitim ve öğretilenler, padişahın çok hoşuna gitti. (Lâtîfî Tezkiresi, haz. Mustafa İSEN, Ankara 1990, s. 231-232)

MAĞLÛBİYETİ TARİHE GEÇTİ

Muhammed Ali RİŞVAN; başarıları ve sporcu ahlâkıyla, ismini tarihe yazdıran Mısırlı bir judocudur. 1984 yılında ülkesini, A.B.D.’nin Los Angeles eyâletindeki olimpiyatlarda temsil etti. Kendi alanında en dişli rakibi Japon Yasuhiro Yamashita’ydı. Girdiği ilk müsabakalarda rakiplerini yenerek finalde bu güçlü rakibiyle karşılaştı. Fakat rakibi, yarı finalde ayak tendonundan sakatlanmıştı. Bu yüzden de bir tarafı zayıftı. Bunu bilen antrenörü; ona, rakibinin sakat tarafına saldırmasını sıkı sıkıya tembihlemişti. Zayıf tarafına saldırdığı anda galibiyet işten bile değildi. O ise minderin üzerine çıktığında bunu yapamadı. İnandığı İslâm dîni ona bunu emretmiyordu. Gayr-i müslim de olsa; sakat bir insanın zaafına abanarak bir zafer elde etmek, merhameti her canlıya şâmil İslâm’da yoktu. Muhammed Ali, rakibinin her iki tarafına eşit şekilde yüklendi. En nihayet yenildi. Kendi altın madalyayı kaybetmişti ama rakibi spor hayatını yitirmemişti. M. Ali Rişvan, ülkesine dönüp hayatına kaldığı yerden devam etti. Onu, bir yıl sonra milletler arası dürüst oyun komitesinden bir temsilci aradı. Final karşılaşmasındaki ahlâkî hareketinden ötürü onu yılın en ahlâklı sporcusu ödülüne lâyık gördüklerini bildirdi.

Muhammed Ali’nin bu tavrından etkilenip İslâm’ı araştırarak müslüman olanlar oldu. Bunların arasında bir Japon hanım da vardı. Hidâyet güneşinin içini aydınlattığı müslime Riko Hanım sonraları M. Ali Rişvan’ın zevcesi oldu.