Bedenin Şifâsı: ÇALIŞMAK

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Geçen ay Yüzakı Dergimizde «Evimizdeki Define» başlıklı makalemizde annelerimizin bir define olduğunu yazmıştık. Benim annem merhume Zeliha ZİYLAN’ın da bu definelerden biri olduğunu yazmış, şahsiyet ve güzel davranışlarından örnekler vermiştik.

Bu yazımızda da onun önemli nasihatlerini müsaadenizle tekrar etmek ve birincisini kendi hayatından hâtıralar ve diğer bazı güzel nüktelerle biraz açmak, şerh etmek istiyorum.

Annemin güzel nasihatleri şunlardı:

• İnsan; çalışmayla güçlenir, kalaylanır, sıhhat bulur.

• İnsan; işini iyi yapmakla, itibar kazanır, marka olur.

• İnsan; mütevâzı oldukça, sevilen bir kişi olur.

• İnsan; şikâyet etmezse mutlu olur, sıkıntılara da çare bulur.

• İnsan; sevince herkesin sevgilisi olur.

• Fedâkâr olan, kıymetli olur.

• Kanaat, ganîmet olur.

Bu nasihatleri anneciğim bizzat yaşamış, görmüş ve öyle söylemiştir.

“İnsan; çalışmayla güçlenir, kalaylanır, sıhhat bulur.”

Bu öğüdü de bizzat yaşayarak öğrendiği bir hakikat idi.

Evvelâ en başa gidelim:

Benim çocukluğumda annem hep hasta idi. Daima;

“–Hâlim yok!” diye şikâyet ederdi. Babam da annemin rahatsızlığına hem üzülür hem de;

“–Bu hastalığından usandım! Ne yapsak rahatlamıyorsun. Sadece sen değil, bütün Antep hanımları hasta! Eğer hasta, rahatsız olmayan bir hanım bulursanız söyleyin; bir kurban keseceğim!” derdi.

Bir gün yakın akrabalardan etli butlu pehlivan görünümlü Sâmiye Hanım bu sözünü duyunca;

“–Mahmut Amca, sen hemen o va‘dettiğin kurbanı kes! Çünkü ben sıhhatli, güçlü bir hanımım!” der.

Babam da hak verir ve;

“–Doğru, gerçekten sen sıhhatli görünüyorsun. Sen hiç aklıma gelmedin. Kurbanı kesmek vâcib oldu.” diye cevap verir.

Eve geldiğinde durumu anneme de anlatır, lâkin annem şöyle itiraz eder:

“–Hadi canım! Sâmiye Hanımın da dizlerinde romatizma var. Şu rahatsızlığı var, bu rahatsızlığı var. Sen onun güçlü-kuvvetli göründüğüne bakma!”

Babam da bunun üzerine kurbanı kesmekten vazgeçer.

Daha evvel de ifade etmiştim. Babam rahmetli; hoş sohbet, şakacı, nüktedan bir insandı.

Bir müddet sonra belediye otobüsünde Sâmiye Hanımla karşılaşınca bu yakın akrabasına şöyle takılmış:

“–Kız, bana niye yalan söyledin?”

“–Ne yalan söylemişim Mahmut Ağa?”

“–«Ben sağlamım, hiç hasta değilim, sen kurbanı kes bakalım!» dedin ya! Ben de tam kurbanı kesmeye karar verdim. O gece rüyamda;

«Sakın o va‘dini yapma! O kadın sana yalan söyledi. Onun dizlerinde romatizması var. Şu rahatsızlığı da var, bu rahatsızlığı da var!» dediler. Beni îkaz ettiler!”

Bu sözler üzerine Samiye Hanım gülmüş;

“–Doğrudur…” demiş.

Bu konuşmaya şahit olan, aralarında bir doktorun da bulunduğu yolcular şaşırmışlar;

“–Gerçekten bu hanımın hastalıklarını sana rüyanda mı bildirdiler? Olmaz böyle bir şey!” demişler.

Babam da sözlerinin şaka olduğunu ifade etmiş, işin gerçeğini anlatmış.

Niçin babam haklıydı? Niçin Gaziantep’teki bütün hanımlar rahatsızdı? Babam şöyle îzah ediyordu:

“–Çünkü, Antep hanımları evinin işinden başka bir iş yapmaz. Şu iki sebeple de rahatsızlıkları hiç bitmez:

• Birincisi, hareketsiz kalmaları,

• İkincisi, strese girmeleri…

Çünkü hastalıkların yüzde doksanı, stresten kaynaklanır. Eğer ev hanımları çalışsalar, bol bol fizikî faaliyet içinde olsalar hiçbir hastalıkları kalmaz, iyi olurlar.”

Sadece Gaziantep değil, şehirleşmenin gerçekleştiği, ev içi faaliyetlerin azaldığı her yer için geçerli bu…

Babam sözünü teyit etmek için bir de hâtıra anlatırdı:

Otuz beş yaşlarında iken mahallede bir bakkal dükkânı açmış. Orada işi olmayan insanlar toplanır, çeşitli oyunlar yaparlarmış. Yan tarafta kömür tevzî yeri varmış. Orada da 12 hamal çalışırmış. Her biri güçlü-kuvvetli… Çünkü her gün kömür çuvallarını indir-kaldır, götür-getir işleriyle hemhâl olurlarmış. Hepsi idmanlı insanlar…

Babam da güçlü, pehlivan yapılı bir insandı. Herkes onun gücünü bilirmiş. Bir gün birisi;

“–Şu hamallar mı daha güçlü yoksa Boyacı Mahmut mu?” diye bir mevzu atmış ortaya, iddiaya girmişler. Babama da söylemişler.

Ne yapalım da anlayalım, kimin daha güçlü olduğunu? Güreş tutacak yer yok. O hâlde bilek güreşi yaptıralım!..

Babam bilek güreşinde o 12 hamalı da yenmiş.

Bunu gören birisi demiş ki:

–Bunları yendi ama, Zebo Bacıyı yenemez!..

Zeynep’e «Zebo» derler. Savcılı aşîretinden bir hanım. Mahallede kendisini tanımayan yokmuş. Gaziantep’te doğmuş büyümüş. Savcılı aşîretinin beyleri, deveyle nakliye işi yapar; hanımları da dağda-bağda, bayırda çalışmaya alışmış kadınlardır.

Zebo Bacı da sabah kalkar, evinin işini gördükten sonra, şehrin etrafındaki bağlara çalışmaya gider. Oradan dönerken de; yolda bulduğu odun, üzüm çubuğu, yani yakacakları bir şelek hâline getirir, sırtına alır, evine getirir. Evinde ekmek yaparken kullanır. Fazla gelirse satar. Böyle sürekli faaliyet içinde, idmanlı bir hanım.

«Boyacı Mahmut mu yoksa Zebo Bacı mı daha kuvvetli?» bunu iddiaya dökerler. Kendisine haber ederler. «Senin gücünü ispat edeceğiz, gel bakalım!» derler.

Zebo Bacıyı ben de gördüm. Belki 1.80 boyunda; uzun, zayıf yapılı bir hanımdı. Zayıflığından dolayı; «Kuru Zebo» derlerdi.

Hangisinin güçlü olduğunu nasıl anlayalım? Biri erkek biri kadın; güreş de olmaz, bilek güreşi de olmaz? Bir çare bulurlar:

–Evden bir kilim getirelim. Bir ucundan Mahmut Ağa, bir ucundan da Zebo Bacı tutsun. Tam ortaya bir çizgi çekelim. Kim rakibini çizgiden kendi tarafına çekerse o güçlü sayılsın.

Kilim hemen getirilir. Dedikleri gibi yaparlar.

Babam derdi ki:

“–Bu kadın, beni kendi tarafına 2 metre çekti!..”

O da kadın; fakat gayret ve çalışmayla, bol hareket ve idman insanı güçlü yapar, hastalıklarını da yok eder. Çünkü gayret eden insanın strese kapılacak, iç dünyasında vesvese ve sıkıntılara düşecek vakti yoktur.

Günümüzde de şehir hayatındaki insanların yaşadığı birçok rahatsızlık bu hareketsizlikten, tembellikten ve bu sebeple iç dünyasını çok dinleyip strese düşmesinden kaynaklanıyor.

Babamın anlattıklarına benzer bir hâtırayı, Sefaköy taraflarında müstakil çalışan bir doktor anlatmıştı.

Doktor Beyin ağzından anlatalım:

Bir hanım hastam vardı. Bana çeşitli rahatsızlıklarla gelirdi. Bir hayli geldi gitti. Muayene ederiz, ilâç yazarız, ne yapsak kâr etmedi. Elimizden gelen her şeyi yaptık, iyileşmedi.

Nihayet artık dedim ki:

“–Hanımefendi! Benim size verecek bir ilâcım, söyleyecek bir tavsiyem, bir tedavim kalmadı!.. Artık bana gelmeyin. Başka doktorlar bulun. Cenâb-ı Hak şifâ versin!..”

Böylece gitti. Yaklaşık bir sene sonra, o hanım, hasta kızıyla geldi;

“–Kızım hastalandı, size geldik…” dedi.

Hanımı tabiî hemen hatırladım. Kendisine;

“–Tamam kızınızın durumuna bakarız da, sizin durumunuz nasıl oldu? Hastalığınız iyileşmişe benziyor. İyi görünüyorsunuz. Hangi doktora gittiniz? Nasıl bir tedavi gördünüz?” diye sormaya başladım.

O hanım dedi ki:

–Doktor Bey, gerçekten iyiyim. Ama hiçbir tedavi görmedim. Hastalığımı da unuttum!..

–Allah Allah! Peki ne yaptınız? Hayatınızda nasıl bir değişiklik oldu? Anlatır mısınız?

–Hiçbir şey olmadı Doktor Bey. Yalnız geçen sene kocam bir inek aldı. İnek yavruladı. Ona yem veriyorum. Sütünü sağıyorum. Temizliğini yapıyorum. Başka da bir şey olmadı…

Dedim ki:

–Hastalığının ilâcı anlaşıldı!.. Sen onunla meşgul olunca, hem hareketin arttı. Hem de meşguliyet, stresini sildi. Sen de rahatladın.

Aklın yolu bir; babamın söyledikleriyle, bir doktorun anlattıkları aynı hususu bildiriyor.

İnsanların çoğu hastalık hastalığına dûçâr olabiliyor; «Şuram ağrıyor, şöyle oluyor, hastayım…» derken, gerçekten hasta oluyor.

Buna mâni olmak için daima faaliyet içinde olmak lâzım. Bu nasihatler; beyler için de, hanımlar için de geçerli. Atalarımız; “Boş durma, bedava çalış!” demişler. Çalışana iş her zaman var. Meselâ camiye-cemaate gitmek, anne-babaya hizmet, akrabaya-komşuya yardıma koşmak, vakıfta-dernekte gayret, fakir-fukarâya hizmet… gibi türlü türlü faydalı hizmetler var. Aramak bulmak, fakat âtıl kalmamak lâzım.

Hanımların yapabilecekleri var, beylerin yapabilecekleri var.

Aradıkça bulunur!..

Fakat asla boş kalmamalı. Boş durmamalı. Hele günümüzdeki gibi; vakti, elde kumanda, televizyon başında geçirmek çok çok yanlış… İşte o zaman ruh da hastalanır, beden de çürür!..

Tabiî gerçekten hasta olanlara da, böyle rahatsızlık hissedenlere de Mevlâ’m şifâ ve afiyet ihsan eylesin!..

Gelelim anneme…

Daha evvel anlatmıştık. Babamın işleri bozulunca annem kolları sıvamış ve evi atölyeye çevirmişti. Böylece çalışmak, hem de nasıl çalışmak mecburiyetinde kalmıştı.

Arı gibi çalışırdı. Birçok gün, sabah bağa üzüm kesmeye gider. Gece de gelir sabahlara kadar pekmez pişirirdi. Yanındaki kızlarına, gelinlerine;

“–Siz yatın, istirahat edin…” der, kendisi çalışmaya devam eder, hiç yılmaz, yorulmazdı.

Çalışma onda artık bir tabiat-ı asliye hâline gelmişti. Bir dakika boş duramaz, mutlaka bir şeylerle meşgul olurdu. Avlunun bir tarafında iki odanın üzeri beton damdı. Tahtadan, uyduruk bir merdiveni vardı. Annem, dama kurutulması gereken üzüm çeltikleri vs. çıkarır, serer, karıştırır, kurutur, tekrar indirir, günde tahminen yüz sefer oraya çıkar inerdi. Yorulma bilmez, şikâyet etmezdi. «Hastayım, of, öf!» hiç demezdi.

Mevlâ’m ona güç vermişti. Fevkalâde çalışma sergilerdi. Bu hâlini ifade için de; «İşleyen demir ışıldar!» derdi. «Çalışmayla insan; kalaylanır, sıhhat bulur.» nasihatini yaşayarak öğrenmişti. Herkese de tavsiye ederdi.

Malûm, eskiden bakır kaplar kullanılırdı. Bunlar kalay ile kaplı olur. Kullanıldıkça bu kalaylar eskir, yine kalaycıya gider ve yeniden kalaylanır, parıl parıl parlar. Yani kalaylanmak, parıl parıl ışıldayacak şekilde yenilenmek, tazelenmek demek olur. Günümüzde paslanmaz çelik kullanıldığı için bu tabirler unutulmuştur.

Annem, yaşayarak öğrendiği bu çalışma prensibini hayatı boyunca sürdürdü. Bizlere ve herkese şöyle nasihat ederdi:

• İbâdetlerinizi zamanında yapın!

• Boş zamanınızı insanlara faydalı işler yaparak geçirin!

• Bir anlık boş zaman bulsanız Allâh’ı zikredin!

• Az uyuyun, az yiyin!

• Dedikodu yapmayın!

Bizler de bu nasihatleri hayatımızda uygulayalım inşâallah!..

Rabbim; anneciğimin ve siz okuyucularımın da rahmet-i Rahmân’a kavuşan annelerinin ve bütün geçmişlerinin mekânını cennet eylesin. Kabirlerini pür nûr eylesin!..

Âmîn…