HAYAT YOLCULUĞUNDA UNUTAMADIĞIM KARELER -29-

YAZAR : Mehmet MENCET

HAYATTAN, HAYATIMIZA YANSIYAN AKİSLER

Ömür insana ve bütün canlılara verilmiş bir zaman, az veya çok. Diğer canlılarda hesap yok, mes’ûliyet yok. Sadece fıtratında ne varsa onun dışına çıkmadan şımarmadan, isyan etmeden tüketiyor dünya hayatını.

İnsan;

«Rûhumdan üfürdüm,

Yeryüzünde halîfem,

Ahsen-i takvîm,

Mükerrem yarattım…» hitaplarına mazhar varlık. Fakat hayatın gelgitleri karşısında ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini unutan tek varlık. Fakirlikte âsîleşen, zenginlikte şımaran, zaman zaman da haddini aşan varlık. Şu koskoca dünya hâdiseler ve ibretlerle dolu… Peygamber kıssaları zaten başlı başına bir öğütler manzûmesi… Meşhur krallar, firavunlar, nemrutlar; Allah dostlarının hayatları bizim tefekkür etmemiz için hazır malzemeler… Onlardan alınacak dersler var. Biz o hâdiseleri yaşamasak da benzerlerini büyüklerimizden, çevremizde yaşayan insanlardan bulmak hiç de zor değil… Yüce Allah;

“Yeryüzünü gezip ibret almıyorlar mı?” buyuruyor.

Kıssaların en güzeli Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kıssası. Yeryüzünde gelip geçmiş bütün güzel insanların yarısının güzelliği ona verilmiş. Bir bakan bir daha bir daha bakar kendisini alamazmış. Dikkat çekip kimseyi rahatsız etmemek için dışarı çıkarken yüzünü kapayacak şekilde örtermiş. Rivâyete göre Hazret-i Yûsuf, çocukken bir gün aynaya bakıp;

«Eğer ben köle olarak satılsam bana paha yetmez!» diye kalbinden geçirirmiş. Neticede köle olarak çok ucuz bir fiyata satılıyor. Her şey emânet, o da iki taşın arasında yatıyor. Ne güzel bir söz:

“Hangi güzel yüz ki toprak olmadı, hangi güzel göz ki toprağa akmadı…”

Bize verilen nimetler buraya ait, âhirete götürecek neyimiz var? Her gün elimizi başımıza koyup bir düşünelim:

“Bugün Allah için ne yaptım?

• Vatan için, insanlar için, mahlûkat için ne yaptım?

• Yoksa sadece kendimi mi düşündüm?

• Rabbim’in bana verdiğinden ben kimleri faydalandırdım?

• Bana rızık olarak verdiklerinden ne kadarını O’nun yoluna verdim?”

• Akıl nimetini nereye kullandım, nefesimi neye tükettim?

Eskiden hazır giyim bu kadar bol ve ucuz değildi. Genellikle terziye ölçü verilir ve diktirilirdi.

Bir hanım kardeşimizin kapısına bir fakir gelmiş. Giyecek bir şey istemiş. Kadıncağız beyinin aynı renkten iki tane olan pantolonlarından birisini vermiş. Aynı renk pantolon ama birisini her güne diğerini de gezmeye giderken giyermiş. Hanım bir de bakıyor ki eskisi yerine yenisini vermiş;

“Eyvah beyim benden yenisini isterse ne cevap vereceğim? Allâh’ım Sen bana yardım et!” diye duâlar etmiş…

Birkaç gün sonra beyi, o pantolonu istemiş. O da;

“–Efendi baştan anlatayım da bana ister kız ister darıl, ben onu yanlışlıkla verdim. Ama bir de şöyle düşünelim:

Yarın Rabbim’in huzûruna varınca, hani; «Sadakaları Allah alır.» ya, herkesin önceden gönderdikleri tepsilere konup huzûra gelecek. İşte o zaman; o tepside eski pantolon, yırtık ayakkabı olursa, mahcup oluruz. «Ne güzel! Yeni pantolonu benim için verdi.» diye düşün. Cenâb-ı Hak râzı olur inşâallah!” demiş.

Beyi de bu güzel izah üzerine öfkelenmemiş…

Fâtıma Annemiz de sadaka vereceği zaman, ona güzel kokular sürermiş, hediyelerini en güzel şekilde sunarmış… Acaba bizim de sadaka diye verdiklerimiz gerçekten sadaka sınıfına giriyor mu, merak ediyorum.

Ahmet TAŞGETİREN Beyin bir yazısı vardı Altınoluk dergisinin kapağında:

Ya Amellerimiz Defolu Çıkarsa…

Bir hanımefendi anlatıyor:

Bir zamanlar eşimin işleri bozuldu. O kadar zor durumda kaldık ki, yiyecek ekmeği zor buluyorduk. Bir tanıdık;

“Ben size patates getireyim.” dedi biz de sevindik. Bir çuval patatesi getirip bıraktı. Bir de baktım ki hepsi saçak saçak köklenmiş, tam ekilecek hâlde, yenilecek hali yok. Çok ağırıma gitti, ağladım. Keşke hiç getirmeseydi… Fakirleşince midemiz değişmedi ki;

“Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın.” (el-Bakara, 267) buyurulmuyor mu?

Yine bir kardeşimiz anlatıyor:

Eşinin iki çocuğu var. Evleniyorlar. Adam iş bulursa çalışıyor ama yeterli olmuyor, her zaman da iş olmuyor. Zordalar, ev kira… O gün de işe gitmiş, ama evde bir lokma yiyecek yok, çocuklar;

“Acıktık!” diyorlar;

“Onları oyunla falan oyaladım.” diyor. Ama açlık bu…

“Haydi sizi parka götüreyim.” dedim;

“«Allâh’ım ne olur! Ben dayanırım ama, şu iki sabîye ben ne yedireyim? Bir ekmek olsa da ellerine vereydim…» diye düşünerek içim buruk parka doğru geldik…

Çocuklar salıncakla sallanırken biraz oturdum. Bir de baktım ki; parkın demir parmaklıklarına asılmış, poşet içerisinde iki tane taze sıcak ekmek… «Acaba birisinin mi?» diye bekledim, sağa-sola baktım hiç kimse yok. Birisi alsın diye konulmuş, gözyaşları içinde yavrularıma verdim…”

Rabbim kimseyi darda koymaz… Allah orucu boşuna mı emretti. Yoksa açların hâli asla anlaşılmaz! Hiç açlık çekmeyen kişi; “Ekmek bulamayan pasta yesin!” diyen kraliçe gibi duyarsız olur…

Kendimize sormaya devam edelim:

Elimizde olanı paylaştık mı, ellerimiz hizmet için çalıştı mı, ayaklarımız hayır için yarıştı mı yoksa üşenip yerinde mi saydı?

Rabbim emânet olarak verdiği bu vücudu, zamanı ve aklı kendi yolunda kullanmayı nasip etsin… Âmîn…