Şânlı Mazimizden Seçme Nükteler – MÜFTERÎNİN SONU

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Nakşibendiyye tarîkatının Hâlidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Halid-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-, h. 1193’te Irak’ta doğdu. Nesebinin baba tarafından Hazret-i Osman’a ulaştığı rivâyet edilir. Çeşitli hocalardan ders alıp öğrenimini tamamladı. Mantık ve kelâm ilmi üzerine yoğunlaştı. Bölgedeki diğer ilim merkezlerini dolaştıktan sonra Bağdat’a gitti. İcâzet aldıktan sonra Süleymaniye Medresesinde müderrislik yaptı.

1805’te hac yolculuğunda tasavvufa alâka duymasını sağlayan hâdiseler yaşadı. Delhi’ye giderek Abdullah Dihlevî Hazretleri’ne intisâb etti. Nakşibendiyye’nin seyr ü sülûk mertebelerini beş ayda tamamladı ve şeyhi tarafından halîfe olarak Süleymaniye’ye geri gönderildi. Tasavvufta nefsin en alt merhalesi olan nefs-i emmâre hakkında;

“Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinmek, önem vermemelerine üzülmek; basitlik ve akılsızlıktır.” sözü mânidardır.

1826’da Şam civarında yayılan veba salgınında vefat edeceğini anlayınca, yerine bırakacağı kişilere vazifelerini tebliğ etti ve ardından vasiyetini yazdı. Gömüleceği yerin tespiti ve defniyle ilgili hazırlıkların tamamlanmasından sonra 9 Haziran 1827 tarihinde vefat etti.

***

Hâlid-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-’i kıskananlar, iftira atanlar oldu. Ancak Mevlânâ Hâlid Hazretleri onların iftira ve ithamlarına asla iltifat etmeyip karşılık bile vermedi. Aksine onlara daima iyi davrandı ve hayır duâlarda bulundu. İstanbul’daki hasetçilerden biri olan saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi de, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve itibarını çekemiyordu. Nihayet bir gün fırsatını bulup onu padişaha çekiştirdi ve;

“–Sultanım! On binlerce adamı var. Bu hâl, devlet ve saltanat için ciddî bir tehlikedir. Takdir edersiniz ki, tehlike daha fazla büyümeden ortadan kaldırılması zarurîdir.” dedi. Sultan Mahmud Han da;

“–Bu mübârek ehl-i dinden devlete zarar değil, bilâkis büyük fayda vardır.” cevabını vererek Hâlet Efendi’nin sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid Hazretleri; hâdiseyi işittiğinde kendi şahsına değil, hizmetinde bulunduğu mânevî yola ve ondan feyz alan sayısız mü’mine zarar verebilecek bu iftiradan dolayı son derece mahzun oldu. Sultana hayır duâ ettikten sonra;

“–Hâlet Efendi’nin işi, mânen, pîri Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’ne havale olundu. Bizzat Hazret-i Mevlânâ, onu huzûruna celbedip cezasını verecektir.” buyurdu.

Bunun üzerinden kısa bir müddet geçmişti ki, Mora İsyanı’na sebep olduğu için Hâlet Efendi Konya’ya sürüldü ve ardından da idam edildi. (Osman Nûri TOPBAŞ, Altın Silsile, s. 450)

ŞÜPHESİZ VELÎ

Orhan Bey’in oğlu I. Murad, 29 Haziran 1326’da Bursa’da doğdu. «Hüdâvendigâr, Gazi Hünkâr, Emîr-i a‘zam, Sultânü’s-selâtîn, Melikü’l-mülûk» nisbeleriyle yâd edildi. Bursalı âlimlerden ilim tahsil etmesinin yanında Lala Şahin Paşa’dan idarî ve askerî konularda eğitim aldı. Bir süre sonra Rumeli ordu kumandanlığına getirildi. 1360’ta babasının vefatıyla padişah oldu. 1362’de Edirne’yi fethederek pâyitaht yaptı. 1364’te elde ettiği Sırp Sındığı zaferiyle tarihe mühür vurdu.

Sultan I. Murad’ın idaresindeki Osmanlı ordusu; 28 Haziran 1389 tarihinde Kosova meydanında haçlılarla karşı karşıya geldi. Başlangıçta Osmanlı ordusunun sol cenahı çöktü, fakat sağ cenahtaki Yıldırım Bâyezîd’in büyük gayreti sayesinde zafer kazanıldı. I. Murad; cesetler arasında dolaşırken, kendisini cesetler arasına saklamış bir Sırp tarafından hançerlenerek şehid oldu. İç organları şehid düştüğü yere gömüldü; na‘şı, Bursa’ya götürülüp Çekirge’deki türbesine defnedildi.

***

Bir gün Murad Han, yıllardır imamlığını yapan zâta;

“Mevlânâ! Benim günahımın çokluğundan mıdır ki, namaza tekbir getirip el bağlayacağım zaman üç kere; «Allâhu Ekber!» deyip tekbir getirmeyince Kâbe-i şerîfi müşâhede edemiyorum. Sen hemen bir tekbirde ne hoş müşâhede edersin!” demiştir.

Cihannümâ sahibi tarihçi Neşrî;

“Gazi Hünkâr gayet sâlih olduğundan, her kişi tekbir bağlayınca kendi gibi Kâbe-i Muazzama’yı görür sanırdı. Hiçbir kimse onun velâyetinden şüphe etmezdi.” diyerek Hünkâr’ın mânevî mertebesinin yüksekliğine işaret etmiştir.

ZAĞANOS

Osmanlı Vezîr-i Âzamı Zağanos Paşa, devşirme olarak saraya getirilip devlet adamı olarak yetiştirildi. Müslüman olduktan sonra Mehmed ismini aldı. Zağanos Mehmed Paşa, II. Murad Han’ın kızını alarak damadı oldu. Kendi kızını da Fatih Sultan Mehmed’le evlendirdi. Fatih’in şehzadeliği sırasında onun nedimliğini yapan Zağanos Paşa, şehzadeye Rumca ve Lâtince öğretti.

Zağanos Mehmed Paşa, 1469 yılında sancakbeyliğini yapmakta olduğu Balıkesir’de vefat etti.

***

Fatih Sultan Mehmed Han, Balıkesir’e geldiği zaman, Zağanos Paşa da cami yapımında çalışıyor, taş ve harç taşıyordu. Fatih inşaat yerine geldi ve sesini alabildiğine değiştirerek;

“–Kolay gelsin Zağanos!” diye seslendi. Zağanos Paşa sesin geldiği tarafa dönmeden, yorgun bir sesle cevap verdi:

“–Eyvallah Mehmed!”

“–Beni görmeden nasıl bildin? Oysa sesimi de değiştirmiştim…” diye soran Sultan’a, Paşa eğilerek şunları söyler:

“–Bana buralarda kimse Zağanos demez, Paşa Baba derler. Adımı ancak sen söyleyebilirsin. Ondan tanıdım.” (Yavuz Bahadıroğlu, Derin Tarih)

HÂZÂ HÂFIZ-I KÜTÜB!

Son dönem âlim ve hâfız-ı kütüblerinden İsmail Sâib SENCER, 31 Ocak 1873’te Erzurum’da doğdu. Eğitim çağında İstanbul’a giderek iyi bir tahsil gördü. 1897’de Maarif Nezâreti’nin açmış olduğu imtihanı kazanarak Beyazıt Umumî Kütüphânesi’nde ikinci hâfız-ı kütüb oldu. Burada yaklaşık kırk yıl vazife yaptı. Bu sırada birçok âlimden ders alarak kendini yetiştirdi. Çeşitli medreselerde hocalık yaptı. 1925’teki şapka kanunu üzerine, başındaki fesi kastederek;

“Biz bununla geldik, bununla gideriz!” dedi ve dışarıdaki vazifelerinden ayrılarak Beyazıt Umumî Kütüphânesi’ne çekildi.

Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca bilen İsmail Sâib Efendi; çok geniş bir kitap hâfızasına sahip olması dolayısıyla «ayaklı kütüphane, fihrist-i ulûm, canlı bibliyografya ve asrının Câhız’ı» gibi lakaplarla anıldı. Bir yazarı el yazısından tanır, eski el yazmalarının bozuk bölümlerini bile kolayca okur, yazıdan metnin hangi asra ve hangi hattata ait olduğunu bilirdi.

İsmail Sâib Efendi, 22 Mart 1940’ta vefat etti. Kabri, Merkez Efendi kabristanındadır.

***
Talebesi Osman REŞER’in anlattığı şu vak‘a, hocanın hâfıza gücü hususunda dikkat çekicidir:

“Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsmail Sâib Efendiye götürdüm;

“–Bu kitap nedir? Hattatı kimdir?” diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra;

“–Yaz!” diyerek baştaki ve sondaki eksik sayfaları tamamlattı. Yazarını ve konusu söyledi. Ben de bu kitabı yanımda saklamaya başladım. Süleymaniye Kütüphânesi’nde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattığı kitabın aynısı karşıma çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Akşam eve gelince hocanın ezbere tamamlattığı kitabı aldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphânesi’nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpa tıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm.”