Mânevî Terakkî ve Şahsiyet Medresesi Olarak TASAVVUF DÜNYAMIZ
YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com
Kâinat, insan için çözülmeyi bekleyen muammâlar silsilesi ile dolu. Varlık âlemi insan için ne kadar karmaşıksa, bu âlemin içerisinde yaşayan insan da o kadar karmaşık ve sırlarla dolu.
İnsanı tanımlayan ilim adamlarına baktığımızda, insanı âdeta küçük bir âlem olarak nitelediklerini görüyoruz. Kâinâtın yapısında; hem madde, hem de mânâ olduğu gibi, küçük âlem olan insanın da bir yanı madde olmasına rağmen diğer yanı mânâ ile tamamlanmaktadır.
İnsan, nasıl ki maddî mânâdaki varlığını sürdürmek için, gıdaya ve beslenmeye ihtiyaç duyuyorsa; mânevî varlığını sürdürmek için de sağlam ve sahih bilgi ile beslenmeye muhtaçtır.
Bugüne kadar insanlığa gönderilen peygamberler, insanın öncelikle ve özellikle mânâ yönünü tâlim/tezkiye etmişlerdir. Îmân etmeden önce, yol kesen, adam öldüren insanlar; îmân edip nefislerini tezkiye ettikten sonra, karıncayı bile incitmekten imtinâ eden insanlar hâline gelmişlerdir
İnsanları tezkiye edip, onları başkalarını incitmekten, dünyaya meyletmekten ve dünya nimetlerine olan arzularından arındırıp, asıl hayat olan âhirete hazırlamak için bir yol var ki; bu ilme tasavvuf deniliyor. Bu yazımızda; deryâdan bir damla nisâbı, bu konuya temas etmeye çalışacağız.
Bir şeyi anlatmadan önce, tanımını yapmak icap eder. Ancak tasavvuf ilmi; alıştığımız mânâda, bir müsbet ilim veya İslâmî mânâda, zâhirî bir ilim olmadığı, aksine bir hâl ilmi olduğundan; bu ilmi tanımanın en iyi yolunun onu yaşamaktan geçtiğini söylemek durumundayız
Tarih boyunca, bazı hâdiselere ve kelimelere yüklenen mânâlara bakınca; en çok eleştirilen, tartışılan, hattâ bazı kesimler tarafından tekfir bile edilen bir kelime ve kurumla karşı karşıya kalıyoruz.
Belli bir kesim tarafından; müslümanları mücadeleden alıkoyduğu, insanları sadece dergâhlarda post ve hırka ile uğraştırdığı iddia edilen ve karşı çıkılan tasavvuf gerçekten nedir?
Baştan söyleyelim ki, tasavvufun tek ve net bir tanımı yoktur. Bunun sebebi ise; her sûfînin içinde bulunduğu hâl ve döneme göre onu tanımlamasıdır.
Tasavvufun belli başlı tanımlarına bakacak olursak:
Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre tasavvuf; yaratıklarla alâkayı kesip Allah ile olmaktır.
Semnûn’a göre tasavvuf; hiçbir şeyin sana, senin de hiçbir şeye mâlik olmamandır.
Ruveym’e göre tasavvuf; nefsi Allah Teâlâ’nın murâdına teslim etmektir.
Şeyh Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a göre tasavvuf; vakti en değerli şeye sarf etmektir.
Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî’ye göre tasavvuf; ne şekil, ne de bir ilimdir, o sadece güzel ahlâktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı mücadele ile, ilim olsaydı öğrenmekle tahsil edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlâkına bürünmektir.
İmâm-ı Rabbânî’ye göre tasavvuf; ihlâsı kesintisiz bir hâlde yaşamak ve dînin hükümlerini zevk duyarak îfâ edebilir hâle gelmektir. Bu hâli, «ahlâkî bir seciye» güzelliğiyle sürekli olarak hayata geçirmektir.
Tasavvuf; nefsi ve kalbi tasfiye ederek güzel ahlâk ve edep sahibi olmaktır. Tasavvuf; nefisle sulhu olmayan bir cenktir ki bu cenk neticesinde ihlâsa, istikamete, rızâya ve teslîmiyete varılır.
Tasavvufun hakikati; İslâm’ın hakikatidir, rûhu ve nûrudur. İlimdir, irfandır, ihlâstır, inceliktir, tefekkürdür, mahviyettir, güzel ahlâktır.
Tasavvuf ile alâkalı tanımların tamamını alacak olsak, buna yazımızın hacmi yetmez. Ancak bu tanımların hulâsasını almak icap ederse;
«Kulun, Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-’nun rızâsını tek gaye edinerek, hayatını Kur’ân ve Sünnet’in bildirdiği şekilde idâme ettirmeye gayret etmesidir.» diyebiliriz
Gerek tasavvufun tanımlarından, gerekse bugüne kadar gelen tasavvuf erbabının hayatlarından, İslâm’a gönül vermiş, îmân etmiş bir müslümanın; hayatındaki bütün değerlerden daha kıymetli gördüğü İslâm dînini, hassas ölçüler içerisinde, ibâdet ve tâatini yapmaya sevk ettiğini müşâhede ederiz.
Ancak, böylesine hassas bir çizgide hayatını idâme ettirmek isteyen insan; Allah Teâlâ’nın ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, bizden ne istediğini, sonra da bu isteğin nasıl yerine getirilmesi gerektiğini bilmek zorundadır. Dolayısı ile dînin emir ve yasaklarını bilmeden tasavvufa girmek sakıncalıdır.
Bu konu ile ilgili olarak İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Kim fıkıhla meşgul olur da tasavvufî terbiye görmezse fâsık olur. Kim tasavvufla meşgul olur da dînî ilimleri bilmezse zındık olur. Her kim de bu ikisini cem ederse, hakikate nâil olur.” (Ali el-Kārî, Mirkātü’l-Mefâtih, Beyrut, 1422, I, 335)
Yine yolumuzun büyüklerinden Abdülhâlik Gücdüvânî -kuddise sirruhû- Hazretleri de talebesine nasihat ederken şöyle buyurmuştur.
“Fıkıh ve hadis ilmini öğren, sûfîlerin cahillerinden uzak dur.”
Tasavvufun temelinde takvâ vardır. Kulun her türlü meşgaleden sıyrılıp, Rabbi ile irtibatını sağlayabilmesi ve bu hâlini devam ettirebilmesi takvâlı bir hayattan geçmektedir.
Temeli takvâya dayalı olan bu yolda; sâlikin kendini meşgul eden her türlü engeli aşmak, kendisine emredilen tâat ve ibâdetleri yapmak için, âzamî gayret sarf etmesi gerekmektedir
Çünkü tasavvuf ehli; her an Rabbi ile irtibatlı olmaya niyet ederek, hayatının her ânını bu ilâhî murâkabe altında yaşamaya karar vermiştir. Bu hâli İslâm’da ihsan kavramı ile tanımlıyoruz.
Meşhur Cibrîl hadisinde; Cebrâil -aleyhisselâm-’ın Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sorduğu;
“–İhsan nedir?” sorusuna Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–İhsan; Allâh’ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir, her ne kadar sen onu göremesen de o seni görür.” şeklinde cevap vermiştir.
Şayet kişi ihsan derecesine ulaşırsa; her hâlinde ve ibâdetlerinde Allah Teâlâ’yı yanında hissedecek, mâsiyetten kaçınıp, mâsivâyı terk edecektir. Kişi her ânında, Cenâb-ı Hakk’ı yanında hissederse; O’ndan başka her şeyden yüz çevirecek, bütün varlığı ile Allah Teâlâ’ya yönelerek müşâhede makamına ulaşacaktır. Kul bu makama ulaştığında; her amelinde kalbinde Allah Teâlâ’yı, O’nun yüce kudretini, tekliğini ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu müşâhede edecektir. Kalbini bu kıvama getiren kişi; artık îman nûru ile bakmaya, basîret gözünün açılması ile de âlemi farklı olarak görmeye başlar. Böyle bir kıvama gelen kul; gerek namazlarını, gerekse diğer ibâdetlerini huşû ile yapmaya ve yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başlar.
Tasavvuf, öncelikle şahsiyeti inşa eder. Hatayı, kusuru hep karşısındakinde gören, başkalarının en ufak hatasını bile eleştiren insan; tasavvufî terbiyenin içine girdiği zaman, karşılaştığı olumsuzlukların, hataların öncelikle kendisinde bulunan bir hatadan dolayı meydana geldiğini düşünür. Eleştirirken; önce kendisine bakarak, kendinde bir hata veya kusur olup olmadığını kontrol eder, sonra karşısındakine döner.
Tasavvuf ehli; dünyayı değiştirmenin yolunun, önce insanın kendisini değiştirmekten geçtiğini bilir. Çünkü tasavvuf bir hâl ilmidir ve yaşanarak öğrenilir.
Müslüman, girdiği yerin rengini, kokusunu almaz; aksine girdiği yerin rengi ve kokusunu hâli ile değiştiren kişi olur.
Bugün yaşadığımız coğrafyada, tasavvuf kollarının farklı olması bir ihtilâf değildir. Aksine, bir bahçede yetişen, farklı renkler ve kokularda çiçeğin, o bahçeyi güzelleştirmesi gibi; tasavvufî kolların da farklı olması, hem bu yolun güzelliğini, hem de farklı istîdâdı olan insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile koyulmuş usûller olduğunu gösterir.
Misal olarak, sert ve coşkun mizaçlı insanların, Kādirîlik kolunda terakkî ederken; romantik ve sanatkâr ruhlu insanların Mevlevîlikte karar kılması buna örnek verilebilir. Yine vakur ve sakin mizaçlı, derûnî özellikli olan insanların da, Nakşîlik kolunda karar kılması mânidardır. Bu yolların farklı olması, Allah Teâlâ’nın bir rahmetidir. Bu çeşitlilikte ölçü yeter ki Kur’ân ve Sünnet olsun.
Tasavvufu ve tasavvuf erbabını eleştirenlerin en fazla sığındığı bahane; müslümanları dergâhlara kapatıp, onların sadece zikirle meşgul edildiği iddiasıdır. Ancak tarihe ve günümüze baktığımız zaman; tasavvuf erbabının sadece evrâdını çekme ile uğraşmadığını, bizâtihî toplumun içerisinde olduğunu, topluma emr-i bi’l-mârûfu edâ ettiğini görüyoruz.
Yine toplumu irşad edenlere, yön verenlere ve çığır açanlara baktığımızda; bu insanların ekseriyetinin tasavvuf erbabı olduğunu müşâhede ediyoruz.
Gerçek tasavvuf, halk içerisinde Hak ile beraber olma yoludur; yoksa kimsenin görmediği, ıssız yerlerde sûfîlik yapmak değildir. Tasavvuf ehli «el kârda gönül yârda» düsturu ile her ânını murâkabe içerisinde geçiren kişidir.
Bu düsturu hayatında hassas bir şekilde uygulamış muhterem üstatlarımızdan Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:
“Bizim yolumuz âtıl-bâtıl bir kenara çekilme yolu değildir. Bilâkis ashâb-ı kirâmın yoludur, gece-gündüz hizmet yoludur. Biz seve seve hem evrâdımızı yürütürüz, hem sohbetimizi yaparız, hem de cemiyete hizmet hususunda elimizden gelen gayretimizi gösteririz.”
Tasavvuf erbabı; bazen âlimken, meşhurken bir başka hakikat sultanına intisâb ederek, onun dergâhında hizmet eden ve çağlar sonrasına ışık veren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî olur.
Bazen, aşkla bağlandığı mürşidi Üftâde Hazretleri’nin emri ile kadılığı bırakıp Bursa sokaklarında ciğer satan Aziz Mahmud Hüdâyî olur.
Bazen, hukuk bölümünü bitirdiği hâlde; üstâdı Es‘ad Erbîlî -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin emri ile İstanbul’a gelip, zor zamanda halkı irşâda başlayan Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU -kuddise sirruhû- Hazretleri olur.
Bu itibarla; hayatını Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmal eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
Tasavvufî terbiye altına giren insan;
•Haramlardan yüz çevirir, hattâ şüpheli şeylerden bile uzak durur.
•Haram işlenen yerlerden uzak durarak, kalbî ve rûhî huzurunu korur.
•Hayatın geçici heveslerinin peşinden koşmaz.
•Kendisine verilen ömür emânetini, nefsinin gelip geçici isteklerine harcamaz.
•Kur’ân ve Sünnet’i hayatına rehber edinerek; ömrünü sâlih amel, hayır ve hasenatlarla süsler.
•İbâdetlerini huşû içerisinde yapmaya gayret eder. Allah yolunda hizmet etmeye gayret eder. Sâlihlerle birlikte olmaya gayret eder.
Hâsıl-ı kelâm, bizim âciz kalemimiz ve kelâmımız ile deryâdan damla miktarı kadar anlatmaya çalıştığımız tasavvuf; Allah ve Rasûlü’ne aşk ile bağlanıp, îmânı yakîn olarak hissetmek, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek ahlâkı ile ahlâklanarak İslâm’ı en güzel şekilde yaşayabilmeye gayret etmek ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yetiştirdiği güzîde nesil olan, ashâbının yaşadığı takvâ hayatını yaşayabilmektir.
Mevlâ Teâlâ, bu güzel yolda yürüme gayreti gösterenlere istikamet nasip eylesin. Kur’ân ve Sünnet yolundan ayrılmadan, yolculuğumuzu tamamlamayı nasip eylesin.