ABLUKA-BOYKOT-TECRÎD

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

adem_sarac-yuzakidergisi-agustos2016

İnsan olan her yerde isyan olduğu gibi, insaf da vardı! Allah ve Rasûlü’ne isyan edip, şirk bataklığında battıkça batanlar ile; yine müşrik oldukları hâlde, akraba ve kabîle bağları sebebiyle bundan rahatsız olanlar da vardı.

Nasipsiz müşriklerin; müslümanları amansız bir ablukaya aldıkları üç yıl boyunca, çok enteresan hâdiseler de yaşanıyordu. Muhasara altına alınan sadece müslümanlar değildi, çok sayıda müşrik de vardı. Bu müşrikler; kendi kabîle ve dindaşları tarafından, müslümanlarla beraber aynı boykota uğramışlardı. Müslüman olanlara; kabîle ve akraba bağıyla sahip çıktıkları, bir nevi onların dînine rızâ gösterdikleri, onlara şefkat elini uzattıkları ve onları korudukları için, onlarla beraber toplumdan tecrîd edilmişlerdi!1

Bu arada insaf sahibi müşriklerin ciddî bir şekilde devreye girdiklerini görüyoruz. Yandaşları olan müşriklerin amansız baskılarına rağmen, Şı‘b mazlumlarına bir şeyler göndermenin çarelerini arıyorlardı. Mazlum ve mağdur akrabalarına yiyecek veya içecek bir şeyler göndermek için harekete geçenler, bunu büyük bir gizlilikle ancak yapıyorlardı!

Hakîm bin Hizâm; bir ticaret kafilesiyle, Şam’dan buğday yükleyip getirmişti. Üzerine buğday yüklediği bir deveyi; gizlice, Şı‘b tarafına yönelterek, arkasına vurup Şı‘b mağdurlarının yanına göndermeyi başardı. Müslümanlar da; devenin üzerindeki buğdayı alıp, aralarında paylaşarak, hemen yemeye başladılar. Öyle ki, bazıları öğütmeyi dahî bekleyememişti!2

Aynı şekilde yine Hakîm bin Hizâm; başka bir gece de, devenin üzerine un yükleyip Şı‘b mazlumlarına gönderdi.3

Hişâm bin Amr da insafa gelenlerdendi. Bir gece, deveye yiyecek bir şeyler yükleyip Şı‘b mahallesinin önüne kadar götürdü. Devenin başından yularını çözdü. İki böğrüne vurup içeri girmesini sağladı. Hişâm bin Amr; bunu sadece bir defa değil, başarabildiği kadarıyla sürdürdü.4

Hişâm, yine bir gecede üç yük yiyecek gönderdi. Kureyş müşrikleri bunu öğrenince, sabahleyin ona bu hususta ihtarda bulundular:

–Müslümanlara yardım ettiğini duyduk, ey Hişâm!

–Yalandır, ben de sizinle beraber değil miyim?

–Sadece ben değil, çok gören var seni! Bir daha görür veya duyarsak, çarşı pazarda bir lokma yiyecek bile alamazsın; haberin olsun! Eğer bir daha onlara yardım etmeyeceğine söz verirsen, bu seferlik bırakacağız seni!

–Söz veriyorum. Ben böyle bir şeyi bir daha tekrarlamayacağım ve size aykırı bir iş de yapmayacağım artık!

–Görür veya işitirsek, işin bitiktir, ona göre!5

Hişâm, kendi taraftarlarının sataşmasından zor kurtuldu. Buna rağmen müslümanlar arasında akrabaları olduğu için; her şeyi göze alarak, birkaç yük daha gönderdi. Fakat bu sefer yakalandı. Nasipsiz müşrikler öyle saldırdılar ki; akrabaları araya girmese, nerede ise öldüreceklerdi. Ebû Süfyân da araya girdi:

–Bırakınız adamı! Şı‘b halkı içindeki akrabalarına iyilik etmiş! Keşke biz de onun yaptığı gibi yapabilseydik! Ah ne güzel olurdu…

–Sen de böyle söylersen, başkaları ne yapmaz ey Ebû Süfyân!

–Bırakın dedim size, bırakın artık adamı!6

Daha önce defalarca yardım ettiği gibi, Hakîm bin Hizâm; yine yiyecek bir şeyler göndermeyi başardı. Tekrar gönderiyordu ki, Ebû Cehil hâinine yakalandı. Hâin ve nasipsiz olan Ebû Cehil, öfkeyle atılıp, Hakîm’in yakasına yapıştı:

–Demek sen Hâşimoğullarına yiyecek götürüyorsun ha! Ben seni Mekke’de rezil etmedikçe, buradan ne sen ileri geçebilirsin, ne de yiyecek geçebilir!

–Bırak yakamı!

–Hayır, bırakmam!

–Ben bu hâin olaya başından beri karşıydım zaten! Akrabalarım orada açlıktan ölürken, ben burada nasıl böyle rahat gezeceğim!

–Biz de toptan ölüp gitsinler diye yaptık bu anlaşmayı zaten!

–Yakamı bırak gideyim, yoksa bu iş büyür ey Amr!

Bu arada; Ebu’l-Bahterî bin Hişâm, yanlarına gelip aralarına girdi. Ayırmak istedi. Fakat ısrarını sürdüren Ebû Cehil nasipsizi ona da bağırdı:

–Hakîm bir yandan bizim tarafımızda duruyor, diğer yandan aldığımız kararı çiğneyerek müslümanlara yiyecek bir şeyler gönderiyor!

–O sadece halasının malını gönderiyor, bunda ne var; diye çıkıştı Ebu’l-Bahterî!

–Göndermeyecek, gönderemez, izin vermiyorum buna!

–Halasına ait olup da; yanında bulunan bir yiyeceği, ona götürmesine sen nasıl engel olursun ki?

–Hayır; dedim, göndermeyecek!

–Çekil adamın yolundan, gideceği yere gitsin!

–Yakamı bırak dedim sana Amr!

Her türlü pislik ve şerrin başını çeken hâin Ebû Cehil daha da ileri gitti. Hakîm yetmez gibi onun kölesinin de yakasına yapıştı. Hakîm ne kadar; «Bırak!» dediyse, o da o kadar ileri gitti. Hakîm tam saldıracaktı ki, bu sahneye daha fazla dayanamayan Ebu’l-Bahterî kızdı.

Eline geçirdiği bir deve çenesi kemiği ile vurup Ebû Cehil’in başını yardı! Üzerine çullanıp onu yere yıktı, tepeledi, tekmeledi durdu!7

Diğer taraftan; Hazret-i Hamza da, oraya yakın bir yerde bulunuyor ve onları seyrediyordu.

Nasipsiz müşrikler ise, aralarında geçen bu gibi hâdiseleri; Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve O’nun ashâbının görüp veya işitip kendilerine gülmelerini hiç istemezlerdi. Ama her şey onların istediği gibi gitmiyordu!

Bu amansız muhasara sebebiyle müşrikler bile birbirine giriyor, ortam gittikçe geriliyordu. Aynı zamanda da; abluka altına alınıp, toplumdan tecrîd edilen müslümanlar hayatta kalma savaşı veriyorlardı.

Öyle bir hâle geldiler ki, sokağın gerilerinden açlıktan bağıran kadınların ve çığlık atan çocukların sesi Kâbe haremine doğru yayılıyordu! İnsanlığa ve insafa kendilerini kapatan nasipsiz müşrikler, kafa gözleriyle beraber gönül gözleriyle de iyice körelmişlerdi! Açlıktan atılan acı çığlık ve çocukların dayanılmaz feryatları bile onlara ulaşmıyordu sanki!8

Müslümanlar; böylesine amansız bir muhasara altındayken bile, İslâm için yaşıyor ve yine insanlığın kurtuluşu için çalışıyorlardı!

Müşrikler, hac mevsimi gelince; dışarıdan Mekke’ye gelenlere göstermelik de olsa, muhasaraya ara veriyorlardı. Ama her müslümanın peşine hâin birini takıyorlar, bırakın bir şeyler alıp satmasını, nefes bile aldırmıyorlardı!

Bütün olumsuzluklara rağmen; «Benim derdim bana yeter!» diyerek, kabına çekilmiyor, her müslüman bir şekilde, bir şeyler yapmaya gayret ediyordu!

Her ne olursa olsun; zulüm ve işkence, idealleri asla söndüremez. Aksine köklerinin daha da derinleşmesine ve dallarının daha da uzamasına sebep olur!

Doğup büyüdükleri toplumdan tecrîd edilmiş, birlikte yaşadıkları insanlar tarafından ablukaya alınmış, her şeyleri ile boykota uğramış bu bir avuç müslüman; her saat yeni bir destan yazıyorlardı!

Müslümanların bu istikrarlı duruşu, onlara birçok destekçi ve yardımcı kazandırdı. Müslümanlar birbirleriyle daha bir sıkı kenetlenirken, müşrik blokunda çatlamalar başladı. Öyle ki; olayın içinde aktif olan müşrikler bile, yaptıklarının doğru olup olmadığını tartışarak fikir ayrılığına düştüler!9

Nasipsiz müşrikler; müslümanların zor durumda kalınca Peygamberlerini getirip kendi elleriyle teslim edeceklerini beklerken, tam tersi oluyordu. Müslümanlar destansı bir istikrar sergilerken, müşrikler de kan kaybediyordu!

İslâm ile şereflenip müslüman olan bir insan; her ne olursa olsun, Allah ve Rasûlü’nden vazgeçmedi, vazgeçmezdi, vazgeçmeyeceklerdi!

Peygamber Efendimiz’in mesajının özü buydu çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

________________________________

1 Muhammed Gazâlî, Fıkhu’s-Sîre, s. 134.
2 Zübeyr bin Bekkâr, Neseb-i Kureyş, s. 355.
3 Belâzûrî, Ensâbu’l-eşrâf, c. 1, s. 235.
4 İbn-i İshâk – İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 14.
5 Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 275.
6 Halebî, İnsânü’l-Uyûn, c. 2, s. 34.
7 Ebû’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 87-88.
8 Seyfurrahmân Mübârek Fûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 115.
9 Muhammed Gazâlî, Fıkhu’s-Sîre, s. 137-138.