SOHBETE GELEN YILAN

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

m_hidir_yuzakidergisi_nisan2016

Kādiriyye tarîkatının kurucusu Abdulkādir Geylânî Hazretleri, 1077’de Hazar Denizi’nin güneybatısındaki bir köyde doğdu. Dindar ve sâlih bir kimse olan babası; o küçükken vefat edince, annesinin ve dedesinin himayesinde büyüdü. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak Bağdat’a gitti. Kısa zamanda usûl ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurdu. Hocası Ebû Saîd’in kendisine tahsis ettiği bir medresede; hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu.

Abdülkādir-i Geylânî -kuddise sirruhû-; 1127’de ilk defa vaaz etmeye başladığı zaman, ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için, vaaz meclisini bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların da ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivâyet edilir.

Gavs-ı Âzam Abdulkādir Geylânî -kuddise sirruhû- 1165 yılında Bağdat’ta vefat etti.

***

Abdulkādir Geylânî Hazretleri bir gün, cemaate kazâ ve kaderden bahsediyordu. Sohbet esnasında birden tavandan bir yılan düştü. Orada hazır bulunanlardan pek çoğu kaçtı, yalnız kendisi kaldı. Yılan, Geylânî Hazretleri’nin elbisesinden içeri girdi. Vücudunda gezinmeye başladı. Sonra yakasından başını çıkarıp bir süre boynunu dikti. Öylece kaldı.

Geylânî Hazretleri bu durumda konuşmasını kesmediği gibi oturuş şeklini de bozmadı. Sonra yılan yere indi ve kuyruğu üzerine dikildi. Acayip bazı sesler çıkardı. Daha sonra süzülüp gitti.

Mecliste bulunanlar dönüp geldiler. Yılanın bu hareketinin sırrını sordular. Geylânî Hazretleri onlara şu açıklamayı yaptı:

“–Yılan bana şöyle dedi: «Şimdiye kadar birçok evliyâyı denedim. Ancak senin gibi korkusuz bir tavır takınanı görmedim.» Ben de ona dedim ki:
«–Sen Allâh’ın yarattığı canlılardan bir canlısın. İşte üzerinde açıklama yaptığım kazâ ve kader; herkes gibi, seni de O hareket ettiriyor…»” (Mehmet DİKMEN, 1001 Nükte, s. 243)

m_hidir2_yuzakidergisi_nisan2016

SULTÂNU’L-ULEMÂ

Şâfiî fakîhi İzzeddin bin Abdüsselâm, 1182 yılında Dımaşk’ta doğdu. Tahsil hayatına, Şâfiî fıkhına dair et-Tenbîh adlı eseri ezberleyerek başladı. Birçok âlimden dînî ilimler okudu. 1203 yılında ilim tahsili için Bağdat’a gitti. İbn-i Abdüsselâm; özellikle fıkıh, fıkıh usûlü, tefsir, kelâm ve tasavvuf alanında derinleşti. Hayatının büyük bir kısmını geçirdiği Şam’da; kadılık, Emevî Camiî hatipliği, Azîziye ve Gazâli Medreselerinde müderrislik gibi hizmetlerde bulunan İzzeddin bin Abdüsselâm, İslâmî ilimlerde döneminin önde gelen şahsiyetlerinden biri oldu.

İslâm dünyasının her yanından fetvâ sormak ve ilim öğrenmek için gelen insanların yoğun ilgisine muhatap olan, hayatını öğrenci yetiştirmeye ve eser te’lif etmeye adayan İzzeddin bin Abdüsselâm; 1 Nisan 1262 yılında Mısır’da vefat etti. Kabri, Karâfe Kabristanı’ndadır.

***

Dönemin devlet idarecisi, idareyi güçlendirmek için; Asya taraflarından, paralarını beytülmâlden karşılamak üzere, devlet adına kölemenler satın aldı. Satın alınan bu kölemenler, her türlü askerî eğitimden geçirildi. Kısa zamanda bunlardan bir kısmı devlet ve ordu kademesinde idareci oldu. İzzeddin bin Abdüsselâm, Kādu’l-Kudât vazifesine tayin edilince; bu emîrlerin, devlet adına satın alınmış olmalarından dolayı şer-‘î olarak hâlâ köle hükmünde olduklarını ve satılıp âzâd edildikten sonra devlet yöneticisi olabileceklerini söyledi. Sultan; İzzeddin’e, kararından dönmesi için haber gönderdi. Ancak İzzeddin kararından dönmedi. Bunun üzerine Sultan, İzzeddin’e yönelik çok ağır ve sert ifadelerde bulundu. İzzeddin, buna öfkelendi ve Kahire’den çıkarak Şam’a yöneldi. Daha Kahire’nin dışına çıkmadan, halkın çoğu gelip ona katıldı. Haber derhâl Sultan’a ulaştırıldı ve ona;

“O giderse senin tahtın da gider.” denildi. Bunun üzerine Sultan bizzat gelip, ona yetişti ve onu râzı edip gönlünü aldı. Bunun üzerine İzzeddin, Kahire’ye geri döndü. Sonra Sultan, emîrlerin satılacağını duyurdu. İzzeddin; tüm halkın huzûrunda, onları, açık artırma yoluyla teker teker isimlerini okuyarak sattı. İzzeddin, satıştan elde edilen parayı devletin beytülmâl kasasına koyarak müslümanlar için hayır işlerinde kullandı. Tarihçi Subkî, İslâm tarihinde böyle bir hâdisenin benzerinin hiç yaşanmadığını kaydetmektedir.

m_hidir_3_yuzakidergisi_nisan2016

SAÂDET SERAP!

Ali Fuad BAŞGİL, 1893 yılında Çarşamba’da doğdu. İlkokulu burada okuduktan sonra ortaokulu İstanbul’da bitirdi. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması sebebiyle lise tahsilini yarıda bırakarak, yedek subay rütbesiyle askerlik görevine başladı. 1918’de Fransa’ya giderek lise tahsilini, ardından üniversite tahsilini bitirdi.

İstanbul Üniversitesinin kurulması üzerine Anayasa Hukuku derslerini okutmak üzere bu üniversiteye geldi. Bu vazifesi sırasında Mülkiye Mektebinde hocalık, İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebinde müdürlük yaptı.

Ali Fuad BAŞGİL, 17 Nisan 1967 tarihinde vefat etti. Kabri, İstanbul’da Karacaahmet Mezarlığı’ndadır.

***

Kendisi şöyle der:

“Muvaffak olmak, mesut olmak demek değildir. İnsan muvaffak olur, cemiyet içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır da, mesut olmayabilir. Servetin, iktidar ve şöhretin son haddine varmış nice insan vardır ki, içi daima saâdet dünyasının hasretiyle yanıp tutuşur.
Mükellef (gösterişli) apartmanlarda, göz kamaştırıcı bir konfor ve lüks içinde yaşayan insanlar görürsün ki, bunun hepsini bir günlük saâdetle değişmeye hazırdır. Çünkü saâdet tamamıyla gönül işidir ve içimizdedir. Onu kendi içimizden başka bir yerde sanıp aramak ve saâdeti sırf servet, iktidar ve şöhrette görmek çölde serabı su zannetmektir.”

m_hidir_4_yuzakidergisi_nisan2016

ŞİDDETLİ MÜNEKKİT

Tenkid, lügat ve edebiyat tarihi çalışmalarıyla tanınan müellif ve şair Muallim Nâcî, 1850’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ömer’dir. Babasının vefatı üzerine, tahsilini dayısının yardımıyla Varna’da tamamladı. 1881’de Sakız’a gitti. Orada iken Tercümân-ı Hakîkat’e çeşitli imzalarla şiirler gönderdi. Bir yıl sonra İstanbul’a gelen Nâcî, Tercümân-ı Hakîkat’e yazmayı sürdürdü.

«Hattat Hoca» nâmıyla da tanınan Muallim Nâcî; Mekteb-i Sultânî’den sonra, Mekteb-i Hukuk’ta da vazife yaptı. «Ertuğrul Bey Gāzî» isimli eserini Sultan II. Abdülhamid Han’a takdim etmesi üzerine, kendisine Osmanlı tarihini yazma vazifesi verildi. «Lügat-ı Nâcî» ve «Kāmûs-ı Osmânî» gibi sözlük alanında verimli çalışmalar yapan Muallim Nâcî, 13 Nisan 1893’te İstanbul’da vefat etti. Kabri, Sultan Mahmud Türbesi’ndedir.

***

Muallim Nâcî bir şiirinin hikâyesini şöyle anlatır:

Maksadın tahsîl-i itmi’nân ise,
Zikr-i Hak’tan olmasın kalbin tehî;
Tâze kıl şâm u seher îmânını,
«Kul hüve’r-Rahmânu âmennâ bihî» (el-Mülk, 29)

kıt‘asını yazdığım zaman; hıfz-ı Kur’ân’a çalışır, her akşam Sûre-i Mülk tilâvetine devam eder bir çocuktum.

***

Hak-perestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir,
Bir nefes ayrılmadım tevhidden Allâh bir!..

Mualim Nâcî bu beytin hikâyesini de;

“İhlâs-ı şerif tefsirine müteallik sekiz-on sahife yazı yazmaktan ibaret olan bir hâl söyletmiş idi.” diyerek ifade eder.

***

Muallim Nâcî, şairlere şu tavsiyede bulunur:

“İnsan kendi şiiri hakkında muâhız-ı şedid olmalı ki sâir muâhızlara beğendirebilecek söz söylemeye muvaffak olabilsin. Cehl, âdeme kendi âsârını güzel gösterir. Şiirden anlamayanların tahsînine kapılanlar, onlardan echel addolunur.”