LÂNE-CÜDÂ KARDEŞLERİMİZ

YAZAR : Mücahid BULUT mucahidbulut@yandex.com

m_bulut_yuzakidergisi_nisan2016

1848 ihtilâli Avrupa’yı kasıp kavurdu. Onlarca millet, zulüm imparatorlukları Avusturya ve Rusya’ya isyan etti. İsyanı bastırma bahanesiyle; Avusturya ve Rusya Balkanları kan gölüne çevirince, önce binlerce Macar ve Leh sonrasında Romen, Osmanlı Devleti’ne ilticâ etti.

Osmanlı Devleti; kendisine sığınan bu insanlara İslâmiyet’in öğrettiği merhamet ve yardımseverlikle, kültürünün esaslarından biri olan misafirperverlikle muamelede bulundu. Kalacak yerleri temin edildi. Bütün ihtiyaçları karşılandı. Avusturya ve Rus imparatorlukları ise vaziyetten hiç memnun değildi. Israrla bu mültecilerin iade edilmesini istiyorlardı.

Sultan Abdülmecid, mültecilerin Osmanlı askerinin kardeşliğine güvenerek ilticâ ettiklerini belirterek;

“Bu insanları Avusturyalılara veyahut Ruslara teslim etmek canlarını çok büyük tehlikeye atmak demek olup, bu ise yüce Osmanlı Devleti’nin şan ve şerefine hiç yakışmayacak bir davranıştır” dedi. Bunun üzerine bütün siyasî münasebeti kesip savaş nâraları atmaya başladılar. Sultan Abdülmecid;

“Ecdâdımın altı yüz seneden beri bunca fedâkârlıklarla muhafaza ettiği himâyet hakkını da Avrupa bizden nez‘ etmek mi istiyor. Bu hakkı zâyî ettikten sonra bana saltanatın dahî lüzumu yoktur.”

“Bana sığınan bir Macar için 50 bin Osmanlı askeri fedâ ederim, yine iade etmem.” diyerek mültecilere karşı bu kararlı ve yardımsever tavrın devam edeceğini söyleyince, dünyada o devre «Türk misafirperverliği» meşhur oldu. Çeşitli başkentlerde Osmanlı lehine nümâyişler düzenlendi. Londra sefirimiz ile sokakta karşılaşan İngiliz gençleri, sefirin arabasının atlarını çözüp sefarete kadar arabayı kendileri çekti.

Tarihe «Macar mülteci meselesi» olarak geçen hadise 1853 Kırım Harbi’ne dek sürmüştür. Harbin kazanılması neticesinde, mültecilere istedikleri yere gitme mevzuunda serbestlik tanındı. Bir kısmı Osmanlı’nın tavrından çok etkilenip müslüman olarak Anadolu’ya yerleşmiş, kimisi de vatanına geri dönmüştür.

Aradan yüz seneye yakın bir zaman geçer. Rusya’nın sadece ismi değişmiş, mezâlimi devam etmektedir. İkinci Cihan Harbi’nde Almanlara yardım etmekle itham edilen 407 Âzerî2 Âzerbaycan’daki Sovyet birliklerinden kaçmayı başararak Iğdır’daki hudut kapısına yakın yerde bulunan Aras Nehri üzerindeki Boraltan Köprüsü’nü geçerek Türk sınır karakoluna sığınır. Sovyetler Âzerîlerin iadesini talep eder.

Yüz sene evvelinde sırf kendi merhametine sığındı diye, hıristiyan-Balkan toplulukları için savaşa girmeyi göze alan devletin torunları, -sözde- milliyet esasına dayanarak kurdukları idarede; ırkı, kültürü, dili ve dîni aynı olan öz be öz kardeşlerini Sovyetlere iade emri verir. Sınır karakolu komutanı, iade emrine inanamaz. Ankara’dan tekrar cevap ister. Gelen cevap yine aynıdır:

“İade edin!”

407 Âzerî kardeşimiz, düşmana teslim edildikten hemen sonra askerlerimizin gözleri önünde kurşuna dizilmiştir.

Tarihimizde benzer bir mevzuda hayat bulmuş, lâkin birbirine taban tabana zıt iki hâdiseyi ifade ettik. Bu hâdiselerin bizde uyandırdığı tesiri hiç aklımızdan çıkarmadan şimdi düşünelim. Ülkemizde şu an yüz binlerce mülteci var. Devletimiz elinden geldiğince savaştan, zulümden, ölümden kaçıp bizim merhametimize sığınan bu insanlara kucak açıyor. Bu insanlar dört yüz küsur sene aynı bayrak altında yaşadığımız dindaşlarımız. Allah -celle celâlühû-’nun emri de açık:

“Mü’minler, ancak kardeştir.” (el-Hucurât, 10)

Bugün bazı kesimlerden, yine kardeşlerimize ihânet etmek mânâsına gelecek sesler yükseliyor. Neredeyse; «Mültecileri savaşın ve zulmün hüküm sürdüğü memleketlerine geri gönderelim.» diyecekler. Oysaki bu fikirleri ortaya atan insanların çoğu, yüz sene evveline kadar bu topraklarda mülteci idiler. Çerkez sürgününde onlarca Kafkas kavmi Osmanlı topraklarına geldi. Balkan savaşları neticesinden milyonlarca müslüman, Balkanlardan Anadolu’ya göç etti. Balkan mültecilerinin geldiklerindeki hâlini büyük şair ve mutasavvıflarımızdan Tâhiru’l-Mevlevî şöyle anlatıyordu:

Kim bu bîçâre? Bizim lâne-cüdâ kardeşimiz,
Vatanından sürülen dâder-i mihnetkeşimiz.
Niye kardeşçe onun yoktur elinden tutanı?
Koptu mu yoksa gönüllerde uhuvvet damarı?
Müslümanlık bize kardeşliği öğretmedi mi?
Hükmü, ezhânımıza yoksa ki yer etmedi mi?
“Siz Bana yardım edin, Ben de size eyleyeyim!”3
Diyerek etmededir Hak, bize bir emr-i mühim.
Nusret istersek eğer, Hâlık’a nusret edelim.
Halk-ı muhtâcı için yâni iânet edelim.
Acımak nâil-i rahm olmayı intâc eyler,
Bunu bizzât beyân eylemede Peygamber:
“Acıyın ki, acısınlar size de.” 4 emri ile,
Merhamet hissini tâlîm ediyor ümmetine.
Hadi ey ümmet-i merhûme-i rahmet-me’mûr,
Verelim, kesb edelim biz de cezâ-yı mevfûr.
Böyle bir demde yakışmaz ki bakıp göz yumalım,
Merhamet eyleyelim, sonra da rahmet umalım.

O mültecilere halkımız merhamet kucağı açtı. O insanlar da; bu vatanın öz be öz çocukları, bizim de kardeşlerimiz oldular. Çanakkale’de, Sakarya’da, Kore’de, Kıbrıs’ta bizimle beraber omuz omuza savaştılar.

Şimdi yine merhametimize muhtaç kardeşlerimiz var. Şairin dediği gibi;

Böyle bir demde yakışmaz ki bakıp göz yumalım.

İlâhî emre kulak verip;

Merhamet eyleyelim, sonra da rahmet umalım.

Bu bizim aynı zamanda hem ecdâdımıza hem de yarınımıza karşı olan mes’ûliyetimizdir. Boraltan Köprüsü hâdisesi maalesef tarihimize kara bir leke olarak geçmiştir. Bu meseleyi anlatan Âzerî ağıtı;

Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras’ı,
Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası.
diyerek başlar.

Biz geleceğe dair umutlarımızı koruyarak, kardeşlerimize sahip çıkamamanın yüz karasından kurtulmayı dileyerek, yazımızı Hâce Musa TOPBAŞ -kuddise sirruhû-’nun; “Ne mutlu yüz akı ile âhirete göçebilene.” sözüyle bitirelim.
_______________________________
1 Yuvasından ayrı düşmüş.
2 Kaynaklarda 146 ile 446 arasında farklı rakamlar geçmektedir.
3 Bkz. Muhammed, 7
4 Bkz. Ebû Dâvud, Edeb, 58