MUŞTULUKLARDAN AĞITLARA…

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci_yuzakidergisi_mart2016

Yer Bağdat…

Tarih 1064…

Abbâsî hilâfet merkezinde, devlet merasimiyle bir mektup okunuyor.

Mektup, Selçuklu emîri Alparslan’dan.

«Harp ile alınamaz kale» diye şöhret bulmuş olan Kars civarındaki Ani’nin Alparslan tarafından Bizans’tan fethedildiğini müjdeleyen bir mektuptur bu.

Artık sadece mânevî bir otorite hâlindeki halîfeden iâde-i hediye olarak bir unvân:

«Ebu’l-Feth» Alparslan…

Tarihimizde bir gelenekti.

Zaferler ve fetihlerden sonra, diğer beldelerin hükümdar ve ahâlîsine haberler gönderirlerdi.

O zaman televizyon yok, telefon yok, gazete-dergi de yok, telgraf bile yoktu.

Fakat yekvücut bir ümmet olmanın şuuru vardı. Haberleşmenin zarif, güzel bir usûlü idi. Sevinçleri paylaşmanın, müjdelemenin bir şekli idi. Zaten bir adı «Beşâret-nâme» bir adı «Muştuluk» idi, bu fetihnâme ve zafernâmelerin. Kimi şiir diliyle manzum yazılırdı, kimi süslü, güçlü bir nesirle.

Nasr Sûresi’nin öğrettiği edeple, Cenâb-ı Hakk’ın kudretine bağlanırdı zaferler. O’na hamdedilir, O’na şükredilirdi. «Nasrun minâllah», «Allah’tan bir zafer» denilir, bu şuurla çalıştıkça; «ve fethun karîb» yakın bir zafer elde edildiği dile getirilirdi.

“Mülkü Allah dilediğine verir.” (Bkz. Âl-i İmrân, 26) şuuru satırlarında âşikârdı. Fakat; «Oturanlar ile cihad edenler eşit olmazlar»dı. (Bkz. en-Nisâ, 95)

Bu sebeple cihâda teşvik olurdu:

Dedi: Koç yiğitler anadan doğar,
Bu dünyâya kurbân için geldiler.
Ne dünyâ-yı fânî ne devlet gerek,
Bize ya gazâ ya şehâdet gerek,
Kanı bir bugünki gibi yevm-i îd,
Ölürsen şehîd, öldürürsen saîd,
Murâd alacak kutlu gündür bu gün!
Dilârâna bayram düğündür bugün!

Çünkü şerîat-ı Ahmed’e hizmet yarışında gayret de şarttı:

Bünyâd-ı şer-‘i Ahmed vardıkça muhkem olsun,
Tâ sâat-i kıyâmet yâ Rab be-hakk-ı Kur’ân. (Bahârî, Fetih-nâme-i Üngürüs)

Duâlar olurdu. Varna öncesi II. Murad’ınki gibi:

Dedi: «Ey pâdişahlar pâdişâhı!
Ümîdim Sana tutmuşum İlâhî,
Ki ey dertlilerin dermânı Allah,
Medetsiz kalmışın fermânı Allah…
Bu din düşmanları şimdi gelüben,
Diler iptâl ede Kur’ân’ı, Allah!
Sebep kılıp beni işbu gazâya,
Nasip idüp bize fermânı Allah…»

Hediyeler gelirdi fetihnâmelerle. Müjdeden güzel hediye olmazken, bir de fethin meyveleri gönderilirdi kardeşlere…

O günler ne güzel günlerdi.

Fetihler tükenip zaferler nâdirleşince, fetihnâme ve zafernâme bir tehzil (hiciv ve alay) türü oldu. Necip Fazıl, «Fetihnâme» adlı şiirinde şöyle diyor:

Ölüm teri dökmekte,
«Ebedmüddet» o devlet.

Filden fareye dönüş,
Devrim adlı sefâlet.

Yedi düvele ferman,
Yedi düvele zillet.

Şuur susam tanesi.
Uludağ boyu gaflet.

Baş baş soğanda değil,
Baş baş insanda kıllet.

Yılgınlık müslümanda,
Komünistte besâlet.

Mektepte yuvalanmış,
Diplomalı cehâlet.

Ancak müdafaaların zaferine sevinebildik bundan sonra… Abdülhamid Han, dehâ ölçüsündeki siyasetiyle Osmanlı mülkünde olmayan müslümanlara da ulaşmış, hilâfete hakikî bir âlemşümul vasıf kazandırmıştı. Afrika’dan Hindistan’a herkes İstanbul’a duâ hâlindeydi.

Çanakkale Zaferi’nden sonra da gelişen ve değişen zamanın îcaplarıyla geldi beşâret-nâmeler. Fotoğraf albümleri ihtiva eden Harp Mecmûası ile… Bir de devrin padişahı, Sultan Reşâd’ın bir gazeli ile… Çok beğenilen bu gazel bestelenmiş, Almanya’da da neşredilmiş, Arapça’ya nazmen tercüme edilmiş ve birçok şair tarafından tahmis edilmişti.

Yahya Kemal’in tahmîsi ile beraber şiir şöyleydi:

Cepheden topları ejder gibi bârû-efgen,
Arkasından gemiler bir sürü dîv-i âhen,
Gökte tayyârelerinden saçarak nâr-ı fiten;
Savlet etmişti Çanakkal‘aya bahr ü berden,
Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden.

Kadın-erkek, anadan tâ süt emen yavrumuza,
Hepimiz canla sarıldıkça vatan duygumuza,
İntizâr etdi adû tehlikeden korkumuza;
Lâkin imdâd-ı ilâhî yetişip ordumuza,
Oldu her bir neferi kal‘a-i pûlâd-beden.

Şükür Allâh’a ki gördüm bu mübârek sinde,
Kahramân ordumu serhadde muzaffer, zinde,
Müjde Îrân ile Tûrân’a ve Çîn ü Hind’e;
Asker evlâtlarımın pîşgeh-i azminde,
Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen.

«Allah Allâh!» nidâsıyla muhâcim ahrâr,
Tepelerden boşanıp sâika-vârî kahhâr,
Ettiler düşmeni bir öyle ki iclâ-yı kenâr;
Kadr ü haysiyyeti pâmâl olarak etti firâr,
Kalb-i İslâm’a nüfûz etmeye gelmiş iken.

Rûh-ı Peygamber’i tebşîre giderken şühedâ,
Millet arkanda bugün vecd ile tekbîr-serâ,
Yürü mihrâb-ı hilâfette senâ-hân-ı Hudâ;
Kapanıp secde-i şükrâna, Reşâd, eyle duâ,
Mülk-i İslâm’ı Hudâ eyleye dâim me’men.

Bu tahmîsteki;

Müjde Îrân ile Tûrân’a ve Çîn ü Hind’e,

ifadesi ona bir «muştuluk» bir «beşâret-nâme» vasfı kazandırmakta.

Gelelim günümüze…

Şimdi televizyon var, telefon var, internet var… Çekilen bir fotoğraf saniyeler içinde dünyanın öbür ucuna gönderilebiliyor, bir video da…

Fakat ne yazık ki, paylaşacak bir zafer yahut fetih yok!..

Hep ağıt, hep cinayet, hep kayıp, hep hüsran…

Önce;

“Sevinçler paylaşılarak çoğalır, acılar paylaşıldıkça azalır.” fehvâsınca paylaştık. Fakat bir âzânın acısıyla bütünüyle titremesi ve ateşlenmesi gereken vücut, öyle duyarsızlaştı ki, artık bu tür haberlere karşı nasır bağladık!..

“Ey müslümanlar! Bizim şehrin meydanında bir bomba patladı. 40 kişi öldü.”

“Bizde de aynı…”

“Al bizden de o kadar…”

Artık alâkamızı bile çekmiyor, ölümler, patlamalar, işgaller…

Birbirimize üzülme vasfımızı dahî kayıp mı edeceğiz?

Hatırladığım çocukluğum; Bosna ve Karabağ acılarına, Belene kampları haberlerine şahit. Onun ardı arkası hiç kesilmedi. Afganistan, Çeçenistan, Irak, Pakistan, Moro, Eritre, Afrika, Açe… Şimdi ise neredeyse hepsi birden yanıyor. Myanmar’dan Libya’ya… Kırım’dan Yemen’e… Mısır’dan Bangladeş’e…

Birbirimize ne muştuluk gönderecek saâdetimiz, ne ağıt gönderecek mecâlimiz ve yüzümüz kaldı. Fakat mesaj gönderecek bir kapı daha var.

Dergâh-ı ilâhî…

Oraya duâlarımızı gönderme vakti.

Fetihnâmelerimiz yoksa, Fetih Sûrelerimiz de mi yok?

Zafernâmeleri yazacak zaferlerimiz yoksa da hayalimiz, umudumuz, duâmız da mı kalmadı!

Mü’minin mü’mine gıyabında duâsı en makbul duâlardan.

Birbirimizden kopuşlarımızı, Müellifü’l-Kulûb olan Allâh’a ısmarlayalım. O’na arz edelim. O te’lif eylesin kalplerimizi. O; vahdete, beraberliğe, uhuvvete yabancılaşan, uyuşmayan dokularımızı birbirine yeniden kaynaştırsın.

Evs ile Hazrec gibi.

Çünkü;

Şu hercümercin, ey ümmet; şifâsı, çâresi tek:
O Nur’da Evs ile Hazrec misâli birleşmek…

Günleri taksim eden, tedâvül ettiren, zaferleri nöbetleşe döndüren O… Sıramızı O’na soralım. O’ndan isteyelim.

Yâ Rabbî, kabul buyur!..

___________________________

KAYNAKLAR
Enfel DOĞAN, Fatih TIĞLI, Sultan V. Mehmed Reşad’ın Çanakkale Gazeli ve Bu Gazele Yazılan Tahmisler, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, İstanbul 2005, c. 33, s. 41-96.
Harun ER, Fetihnâmeler’deki Hadislerin Tesbîti ve Tenkidi, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi, Elazığ, 2007.
Ahmet ÇOLAK, Bahârî, Fetihnâme-İ Üngürüs Adlı Eseri ve Bu Eserden Hareketle Macaristan Fethinin Edebî-Tarihî Üslupla Anlatılışı, Turkish Studies, Volume 10/4 2015.