MÜSLÜMANIN VATANI

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

h_k_ergin_yuzakidergisi_mart2016

Ailevî sıkıntıları olan bir hanım, dert yanarken söz arasında şöyle bir söz sarf etti:

“Suriyeli mültecilerin yaşadıklarını, çektiklerini görüp dururken; kendi dertlerimden bahsetmekten de utanıyorum ya…”

Vatanlarından sürülüp çıkarılmak veya çıkmak zorunda bırakılmak, insanlara yapılabilecek en büyük zulümlerden biri hiç şüphesiz. İnsanın vatanı, evi gibidir. Pek verimli olmasa da, oradaki hayat sıkıntılı olsa da sonuçta kendi vatanıdır. Kimsenin onu hor göremeyeceği, itip kakamayacağı kendi yurdudur. Oradaki sıkıntılar bile kişinin alışkın olduğu sıkıntılardır. Hattâ vatan sevgisine dair yazılmış eski bir eserde;

“Vatanında sıkıntı çekmen gurbette bolluk içinde yaşamandan daha iyidir.” denilmiş. (Câhız, el-Hanîn ile’l-evtân)

Aynı eserde müellif;

“Eğer onlara; «Kendinizi öldürün!» yahut; «Yurtlarınızdan çıkın!» diye emretmiş olsaydık içlerinden ancak çok az kısmı bunu yapardı.” (en-Nisâ, 4/66) meâlindeki âyeti delil göstererek, can sevgisiyle vatan sevgisinin eşit tutulduğunu söylemiş.

Aynı müellif başka bir risâlesinde ise;

Vatan duygusu bütün insanlara şâmil olsa da, bu duygunun Türklerde her milletten daha güçlü ve köklü olduğunu da belirtmiş. (Menâķıbü’t-Türk; I, 63, 64-65)

Biz Türkler devletlerini ve vatanlarını savunma konusunda hassasiyetleri kuvvetli topluluklardan biriyiz. İddiaya göre Japonlarda da vatan sevgisi çok güçlüymüş ve hattâ ilk yaratılış efsanelerinde, insanın yaratılışından önce Japon adalarının yaratıldığından bahsediliyormuş. Yani vatan ve devlet halk için değil; Japon halkı, bu devleti mamur etmek için yaratılmış gibi inanıyor ve nesillerini bu anlayışla yetiştiriyorlarmış. Yine bir zamanlar törelerinde; her bir ferdin kendini vatanına fedâ etmesi, vatanî bir vazifede başarısız olduysa bedel olarak harakiri yapmasını, vicdanî bir zaruret olarak görülüyormuş.

Her duygu ve düşüncede itidali emreden dînimizde bu derece kendini vatana kurban etmek emredilmiyorsa da; bir müslümanın inandığı gibi yaşaması için, kendi vatanını dış tasallutlara karşı koruması gerekir. İslâm’da çok fazîletli bir amel olan cihâdın en fazîletli çeşidi, ribat, yani vatanı korumaktır. Bir eserde;

“Ribatın yeni fetihler için akın yapmaktan daha fazîletli olduğu, çünkü bunda müslümanların canını ve namusunu koruma gayesi olduğundan; bunun ise zafer ve ganîmet elde etmekten daha evveliyetli, daha ihlâs ve sabır gerektiren bir amel olduğundan sevabının da fazla olduğunu…” okuduğumu hatırlıyorum. Buna delil olabilecek çok sayıda hadîs-i şerif de mevcuttur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünya ve üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 73) buyurmuştur. Bir başka hadîs-i şerifte ise;

“İki göz vardır ki onlara ateş değmez: Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd, 12)

Allah Teâlâ, çeşitli âyet-i kerîmelerde, vatan savunması için caydırıcı kuvvet hazırlamayı emretmektedir:

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (ribâtı’l-hayl) hazırlayın. Bununla Allâh’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allâh’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Enfâl, 60)

Bazen İslâmcı anlayışa sahip Kürt kesiminin aklı karıştırılıyor ve sanki vatan sevgisi de kavmiyetçilik gibi batıdan gelmiş gibi empoze ediliyor. Meselâ;

“«Vatan sevgisi îmandandır.» hadîsi mevzûdur, son dönemlerde batıdan gelen vatanseverlik anlayışını halka benimsetmek için bu hadîsi kullandılar.” diyorlar. Bunun bir asimilâsyon olduğunu iddia ediyorlar.

Bahsi geçen hadîs-i şerif tek değildir; millî devlet anlayışıyla, sadece kendi etnik grubunun menfaatlerini savunmaya dayalı bir vatanseverlik anlayışı batıdan gelmiş olabilir ama İslâmî bir vatanseverlik de elbette dînimizin rûhunda mevcuttur. Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret edince, bir vesika hazırlayarak Medine sınırlarını belirledi ve burada yaşayan; ensar, muhâcir, hür, köle, mevâlî ayırt etmeden bütün müslümanların tek bir el olduğunu belirtti. Bu vatana sâdık oldukları müddetçe gayrimüslimler de kendi can, mal ve din emniyetlerine sahip vatandaşlar olarak tespit edildi. Kısacası vatandaşlık, vatanseverlik kavramları dînimize sonradan girmiş değildir.

Ne yazık ki bugün dünyada adı ister lâik millî devlet olsun, ister İslâmî kraliyet veya cumhuriyet olsun, hiçbir devlet; ümmetin her bir ferdinin kendini ait hissettiği, hiçbir ayrımcılık ve haksızlığa uğramadan bütün haklarına sahip olduğu bir «vatan» değil. İslâmîlik iddiası altında koyu bir fırkacılık (mezhepçilik deniliyor yanlışlıkla) ve aslında mezhep maskesi altında da kavmiyetçilik yapanlar, ülkemizi lâik ve milliyetçi bir anlayış üzerine kurulmuş olması yönünden eleştiriyorlar. Dahası bu eleştirileri, müslümanları tekfir eden ve öldüren kanlı örgütlerine adam devşirmek için kullanıyorlar. Hâlbuki memleketimiz, bütün menfîliklerine rağmen müslüman muhâcirlere ve mazlumlara en fazla kucak açan bir baba ocağı durumundadır. Bu sebeple, nesillerimizi vatansever olarak yetiştirmemiz gerekiyor.

Burada çocukluk çağımda büyüklerimden duyduğum bir anekdotu paylaşmak istiyorum:

Dedemiz, Konya’nın meşhur âlimlerinden Bozkırlı Mustafa Efendi’nin sohbetlerine devam edermiş. Onun anlattığına göre; cumhuriyetin ilk dönemi, malûm dînî eğitim ve faaliyetler yasak, ezan bile Türkçe okunuyor, ağır vergi yükü altında ezilen esnaftan bazıları;

“Bu devletten vergi kaçırmak câiz mi?” mânâsında bir soru sormuşlar. Hem de ufak bir miktar;

“–Vergi için istenen pul kendiliğinden düşerse tekrar kullanabilir miyiz?” diyorlar. Hocaefendi;

“–Hayır!” diyor. “Devletin vazifesini yapması sayesinde hanımlarınız namusuyla evinde oturuyor, siz çalışıp maîşetinizi sağlıyorsunuz, bundan istifade edip de borcunuzu ödememek olmaz.”

“–Ama devlet bu parayla balolar da tertipliyor, dinsiz nesil de yetiştiriyor…” diyecek oluyorlar;

“–Devleti değiştireceksiniz ama bunu bahane edip vazifeden kaçmayacaksınız. Müslüman hâin olmaz!” diye kestirip atıyor.

Elbette müslümanın vatanseverlik anlayışı, ümmetin tamamını kucaklamalı. Bugün millî devletlerin tek başına pek mânâsı yok. Hacca, umreye gittiğinizde görüyorsunuz; onlarca ülkeden gelmiş müslümanlar, ellerinde hep aynı marka cep telefonları, Kâbe’nin karşısında fotoğraf çekiniyorlar. Artık dünya global bir köye dönüşmüş. Büyük ve güçlü ülkeler bile diğer ülkelerle birlik olmaya ihtiyaç duyuyor. Ticaret ve enerji yolları, ulaşım, haberleşme imkânları, gençlere eğitim ve istihdam sağlama ihtiyacı, işbirliğini mecburî kılıyor. Bu sebeple şu geçici dünyanın menfaati için batı ülkeleri birbirleriyle ortaklıklar ve birlikler kuruyorlar. Hâlbuki bu ülkeler bir süre önce birbirleriyle kanlı savaşlar yaptılar. Ama menfaat için geçmişe sünger çekiyor, soğukkanlı ve mantıklı olup, el sıkışıp anlaşıyorlar.

Biz doğu halkları biraz hissî davranıyoruz. Hâlbuki hissîlik çoğu zaman negatifliğe yol açar ve zarar getirir. Acûzeler gibi ağıtlar yakıp, geçmişin kinlerini tazeleyip durmakta ne fayda var? İslâm’da hiçbir evlât babasının suçunu yüklenmez, suçlar şahsîdir ve herkesi hesaba çekip ceza vermek ilâhî mahkemeye ait bir haktır.

Birileri geçici dünya menfaati için anlaşıp ortaklık kuruyorken, bizler; Allâh’ın emri, ebedî saâdetimizin gereği, dünyada da hayatta kalmamızın yegâne çaresi olduğu hâlde birlik olamayacak mıyız? İşte vatanseverliğimizi bu esas üzerine kurup, ülkemizi de her bir dindaşımızın kendisini ait hissettiği bir vatan hâline getirmeliyiz.