İSLÂM TARİHİNDE DİN ve DEVLET
YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com
İslâm’ın siyasî ve içtimâî talepleri olan bir din olduğu bilinen, açık bir husustur.1 Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bir din mübelliği olduğu kadar içtimâî düzenlemeler yaparak toplumu inşa eden, bu çerçevede gerektiğinde savaşa çıkan bir devlet başkanı ve askerî kumandan. O vefat ettiğinde, din kemâle ermiş bulunuyordu. Artık onda herhangi bir eksiklik ve kusur yoktu. Ancak onun topluma yönelik emir ve yasaklarını uygulayacak, kendisini temsil eden sivil ve asker bürokratlar atayarak İslâm Devleti’ni yönetip sınırlarını koruyacak, zekât ve diğer vergileri toplayıp ümmetin maslahatına uygun şekilde harcayacak, Cuma ve bayram namazlarını kıldıracak veya kıldıracak olan kimseleri tayin edecek, mârûfu emredip münkeri yasaklayacak ve bu işi yapmak üzere bilgili ve ehliyetli memurlar atayacak, şerîat hükümleriyle çelişmeyecek şekilde içtimâî düzenlemeler yapacak, bütün bu işlerde ehliyetli ve güvenilir kişilerle danışarak (: şûrâ) karar verecek yöneticilere (: ulü’l-emr) ihtiyaç vardı. Yani son peygamber olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah’tan vahiy alarak dînî emir ve yasaklar getiren peygamberlik yönü bir daha doldurulmamak üzere son bulmuş, ancak devlet başkanlığı ve yöneticiliği ile ilgili yönü boş kalmıştı. Düzenli bir sosyal hayat yaşayabilmeleri için müslümanların; kendi içlerinden yetişkin ve rüştünü ispatlamış, ilim, adâlet ve ehliyet sahibi, toplumun desteğini almış güçlü yöneticiler çıkarmaları bir zaruretti. İşte genellikle «halîfe» adı verilen, ancak «imam», «emîru’l-mü’minîn», «emîru’l-müslimîn» vb. lakaplar da verilen yöneticiler bu zaruretin neticesi olarak çıkmıştır. Demek ki, önemli olan yöneticinin lakabının ne olduğundan ziyade vasıflarıdır. Nitekim ilk halîfeler sayılan bu vasıflara sahip, bu vazifeyi toplum desteğiyle üstlenmiş kimselerdi. Bu sebeple hulefâ-i râşidîn (rüştünü ispatlamış halîfeler) lakabıyla hâlen tebcîl edilirler.
Hicrî 40’tan sonra iktidara gelen Muâviye bin Ebî Süfyan’la (ö. 60) birlikte yöneticilik, verâsete bağlanarak saltanata dönüştürülmüştür. İdarenin bir hanedana mahsus olduğu bu usûlde; istenen evsafa sahip olmayan ve halktan yeterince destek almayan kimseler yönetici olabilmekte, bu ise istişâreden uzak ve halktan kopuk bir tarz-ı siyasete yol açıp zulüm ve fesâda sebep olabilmektedir. Nitekim fiiliyatta da öyle olmuş; Ömer bin Abdilazîz, Yusuf bin Taşfîn, Nûreddin Zengi, Salâhaddîn Eyyûbî vb. çok az sayıda şahsiyet dışında bu sistemde genellikle şûrânın ihmal edildiği bir keyfîlik ve istibdat hâkim olmuştur. Muâviye bin Ebî Süfyan, Abdülmelik bin Mervan, Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Harun er-Reşîd, III. Abdurrahman, Gazneli Mahmud, Tuğrul Bey, Alparslan, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman gibi askerî ve siyasî dehâlar yanında; bilgisiz, ehliyetsiz, zevk u safâ düşkünü, hattâ akıl ve temyizden yoksun sultanlar da görülmüştür. Bu sistem; yönetici seçimindeki kargaşayı önlüyor görünmesi bakımından bir çare gibi sunulsa da, zaman zaman büyük taht kavgalarına ve kan dökülmesine de sebep olmuştur.
Şüphesiz bu kusurlarıyla saltanat, -açıkça yasaklanmasa bile- İslâm’ın rûhuyla örtüşen bir sistem değildir. Çünkü zulüm ve fesâda aracı kılınmaya müsait yapısı, ancak sultanın adâlet ve hakkāniyete çok sâdık oluşuyla önlenebilmektedir. Bu da -yukarıda belirttiğimiz üzere- fiilen pek az gerçekleşebilmiştir. Bununla birlikte İslâm tarihinde saltanatın hâkim olduğu çağlar, gayr-ı İslâmî olarak nitelenemez. Saltanatlarını keyfîlik ve istibdatlarının aracı kılan sultanlar devrinde dahî zulüm kol gezse bile şerîat hükümleri büyük ölçüde uygulanmış, İslâm ülkelerinin sınırları korunmuştur.
İlk İslâm âlimlerinin, saltanat sisteminin taşıdığı menfîliklere;
«Ehven-i şer tercih olunur.» kaidesince hikmetli bir yaklaşım sergiledikleri söylenebilir. Çünkü ümmetin bir yöneticisinin olması zarurettir. Bu yönetici ideal ölçülerde olmuyorsa, olamıyorsa;
«Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa bütünüyle terk edilmez.» kaidesi gereğince olabildiği ölçülerde kabul edilmeli ve mükemmelleştirilmesi yönünde çaba sarf edilmelidir. Saltanata geçilen ilk asırda Ma‘bed el-Cühenî (ö. 80), Amr el-Maksûs, Gaylân ed-Dimaşkî gibi zulme itiraz edip şehid edilen zâhidlere mukabil; kelâmdan tefsir ve tasavvufa kadar değişik sahalarda otorite olarak saygı görüp benimsenen Hasan el-Basrî’nin (ö. 110) tutumunu buna örnek verebiliriz.
Hasan el-Basrî; başlattığı ilim hareketinin zarar görmemesi için, Emevî saltanatına doğrudan bir tavır almamakla birlikte yöneticileri dînî ilke ve erdemlerden taviz vermeksizin ikaz etmekten de geri durmamıştır.2 Saltanatlarına dînî bir meşrûiyet kazandırmak için kadercilik ve cebriyeyi yaymaya çalışan Emevî sultanlarına reddiye olarak yazılmış kaderle ilgili bir risâlenin de ona ait olduğu ileri sürülür.
Tamamen sultanların arzu ve heveslerine uygun hareket edenler olmakla birlikte, sonraki âlimlerin ekseriyeti de Hasan el-Basrî’nin çizgisini takip etmiştir. Çağında Bâtınî-İsmâîlîler’e karşı verilen mücadelenin entelektüel saflarında en başı çeken İmam Gazâlî (ö. 505), Baybars’ı kelle koltukta uyaran İzz bin Abdisselâm (ö. 661), fikirleri sebebiyle defalarca hapsedilip zindanda vefat eden İbn-i Teymiyye (ö. 728) bu hususta akla gelen isimlerden bazılarıdır. Abbâsî halîfesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un zulümlerine meşrûiyet aracı olmak endişesiyle; kadı olmak istemediği için hapsedilen İmam Ebû Hanife (ö. 150), benzer sebeplerle eziyet gören İmam Mâlik (ö. 179), Mu‘tezile’nin Kur’ân hakkındaki görüşlerini kabul etmediği için işkenceye uğrayan Ahmed bin Hanbel (ö. 242) gibi daha salâbetli bir tavır sergileyenler de olmuştur. Ancak genel olarak bakıldığında İslâm tarihi boyunca din ve devlet ilişkisi şu şekilde hulâsa edilebilir:
Dîni öğretip anlatan ulemâ; onun düşmanlarına karşı korunup uygulanmasında gerekli olan ümerâ ile adı konulmamış bir ittifak kurmuş, bu sayede devlet dîni korumuş, din de devleti diri ve dinamik tutmuştur. Gerçekten de dînin ilkelerinin bütünüyle ihmal edildiği zamanlarda devlet yıkılmış, devletin düştüğü Endülüs ve Sicilya gibi coğrafyalarda ise bir süre sonra dîne de meydan verilmemiştir. Tarih boyunca din ve devlet, -âteşîn edîbimiz merhum Süleyman Nazif’in bir yazısında dediği gibi- minarenin şerefesine asılmış bir bayrak gibi birbirini tamamlamıştır.
____________________________
1 Daha önceki sayılarda neşredilen birkaç yazımızda belirttiğimiz üzere İslâm’ın bu özelliği, müslümanların dinlerinin ilkelerinden taviz vermeden başkalarıyla birlikte barış içerisinde yaşamalarına mâni değildir.
2 Hasan el-Basrî ve onun gibi başka âlimlerin Emevî yöneticilerine yaptıkları değişik ikazlara, İmam Gazâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-dîn adındaki eserinin el-emr bi’l-mârûf ve’n-nehy ani’l-münker adlı bölümünde geniş yer verilmektedir.