BAŞAK…
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Durmuş Ali! Haydi yeğenim, kalk!
–Efendim teyze…
–Haydi benim aslan yeğenim, bak namazın geçiyor. Sonra çok üzülüyorsun…
Durmuş Ali hemen yatağından fırladı. Elleriyle gözlerini ovuşturdu:
–Teyze ne kadar kaldı?
–Ezan okunalı çok olmadı. Biraz acele edersen camiye yetişirsin!
–Teşekkür ederim teyze. Hasan ağabeyim namaza gitti mi?
–Hayır, o da bahçede abdest alıyordur… «Beraberiz gideriz, abdestini alsın beni bulsun.» demişti.
–Tamam teyze!
Durmuş Ali, hemen abdestini alıp yetişti. Hasan ağabeyi ile namaza gitmek onun için vazgeçilmez bir zevk hâlini almıştı. Köyün yaşça ileri gelenleri, onu sabah namazında camide görünce çok ilgili davranıyor, herkes kendince onun bu ilgisini canlı tutmak için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Kimi çikolata-bisküvi alıyor, kimi harçlık veriyor, kimi el emeği ahşap oyuncaklar hediye ediyordu…
Durmuş Ali, bu ortamı kendi mahallesinde bulamıyordu. Babası vazife dolayısıyla erken çıktığı için okul zamanlarında cemaate yetişme imkânı sadece hafta sonlarında olabiliyordu.
Karnelerin alındığı gün ise, soluğu annesinin köyünde alıyordu. Babası hem öksüz hem yetim büyümüştü. Yıllardır gurbette okuduğu için ve memleketinin bir hayli uzak olması sebebiyle akraba irtibatı ister istemez zayıf kalmıştı. Annesinin köyünde ise; özellikle fındığın hasat zamanlarında, tüm akraba köye gelir, herkes bağına-bahçesine sahip çıkma gayreti ile birbirine destek olur, köyün o ağır çalışma temposu, yerini bambaşka bir muhabbet harmanına çevirirdi. İmece usûlü ile her gün bir kişinin tarlasına gidilir, akşam olunca da bütün işler bitmeden kimse odasına çekilmezdi. Dolayısıyla akraba ünsiyeti biraz daha farklıydı.
Rahmetli dedelerinin, zamanında dar imkânlarla yaptırdığı iki katlı çamur ev; bugün yedi kardeşi, aileleri ile birlikte ağırlamaya yetiyordu. Birçok inceliği barındıran bu ev Durmuş Ali’nin gönül dünyasını nakış nakış işleyen müstesnâ bir yerdi. Mutfağından banyosuna çok hassas detaylara sahip böylesi bir eve, büyük şehirlerde rastlamak artık nerede ise imkânsızdı.
Babası memur olduğu için, Durmuş Ali yaz başında köye ablası ile geliyor ve tatil boyunca teyzesinin yanında kalıyordu. Teyzesi; onu evlâdından ayrı tutmuyor, o da teyzesine hürmette kusur etmiyordu.
Tarla işlerinin yoğun olduğu bir gündü. Eli iş tutan herkes tarlaya gitmiş; evde anneannesi ile teyzesi kalmıştı. Usûldü; her gün evde biri kalır, hem anneannesinin hizmetlerini görür hem de tarladan gelecek olanların akşam yemeklerini hazırlardı.
Teyzesi, mutfakta bir yanda hazırlık yapıyor bir yandan da zor zahmet çeken radyodan haberleri dinliyordu:
“Bugün Suriye’de okula ve hastahânelere atılan bombalar onlarca can aldı…”
“Yetkililer yaptıkları açıklamalarda…”
“Sınırımıza gelen sığınmacılar için Türkiye kapılarını bir kez daha ardına kadar açtı…”
Durmuş Ali, teyzesinin gözyaşlarına şahit olmuştu. Aslında bu tür anlara pek yabancı değildi. Evde annesi de ne zaman bu haberleri dinlese böyle olurdu. Babasının da bu konuya duyarlılığı bir başkaydı. Annesi ve sohbet arkadaşları bir çalışma başlatmış, sohbete gelen her hanıma bir Suriyeli kardeş aile pay etmişlerdi. Babası da imkânsızlıklar içinden imkân çıkarır her hafta o aileye karınca kararınca bir şeyler hazırlar, bizzat ziyaret eder, emânetleri teslim eder ve bir müddet dilinin döndüğünce sohbet ederdi. Durmuş Ali’yi de yanında götürmeyi ihmal etmezdi.
Suriyeli muhâcirlerin durumu Durmuş Ali’nin gönlünde öyle bir yer etmişti ki; her yemeğinde onları düşünür, iki dilim yiyecekse birini onlara ayırır hâle gelmişti. O gün teyzesini öyle görünce dayanamadı ve gidip boynuna sarıldı. Bu sessizce sarılış, aslında duygu yüklü nice anlamlar taşıyordu; lâkin o duyguları ifade edecek bir lisan henüz yoktu.
–Teyze! Ben evdeyken onlar için yediklerimden, oyuncaklarımdan ayırıp götürüyordum; ama şimdi kendi evimizde olmadığımız için bir şey yapamıyorum. Bu da beni çok üzüyor.
–Onlara yardım etmek için bir şeyler yapmak ister misin?
–Evet! Hem de çok!
–«Başak yapmak» diye bir şey duydun mu?
–Evet; ama ne olduğunu tam bilmiyorum. Annemin, ablama; «Ben çeyizimi yaptığım başaklarla hazırlamıştım.» dediğini hatırlıyorum ama…
–Şimdi dayınlar, teyzenler, ağabeylerin tarlada hep beraber fındık topluyorlar ya…
–Evet.
–İşte hep birlikte bahçedeki fındığı topladıktan sonra; tarlada onların ardınca otların arasında, ocak diplerinde, yaprakların yoğun olduğu dallarda tek-tük fındıklar kalır. İşte o fındıkları müsait zamanlarda toplama işine «başak yapma» denir. Tarla sahiplerinin dönüp de onlarla ilgilenecek zamanı olmaz veya gerek görmezse o fındıklar bahçelerde çürüyüp gider. Biz de onları öyle çürütmeyip toplardık. Gençliğimizde vaktimiz müsait olduğu için tarla sahiplerinden izin alır, o tarlaların başaklarını yapardık. Koca tarlayı didik didik eder, bazen günde iki çuval başak toplardık. Eğer iki çuval başak topladıysak, bizden iyisi yoktu. Başağı kim yaparsa başak onun olurdu. Anne ve babalar da teşvik olsun diye o fındıkları ayrı hesap ederlerdi. Biz de okul zamanlarımızdaki ihtiyaçlarımız için veya çeyiz hazırlığımız için o fındıklar karşılığında gelen parayı kullanırdık. İstersen sen de bugün Hasan ağabeyinin peşine takıl. Onların geçtiği yerlerin biraz arkasından gidersin. Hem tarlada yalnız kalmazsın hem de o tarlanın başağı senin olur.
–Gerçekten yapabilir miyim teyze?
–Evet aslanım. Elbette!
–Peki, ben hemen gitsem olur mu?
–Olur da tarlaya kadar gidebilecek misin? Korkmaz mısın?
–Korkmam! Hasan ağabeyimle gitmiştik. Biliyorum o tarlayı. Nasıl toplayacağım? Tarif eder misin?
–Gel bakalım!
Teyzesi, orta boylu bir çuvalı yarısına kadar katlayıp Durmuş Ali’nin beline bağladı.
–Şimdi de eline bir çubuk alacaksın; o çubukla ocak diplerini, ot yığınları karıştırarak oralarda kalan fındıkları toplayacaksın. Belindeki çuval dolunca Hasan ağabeyin onları senin için ayrı bir çuvalda biriktirir. Her gün akşam gelince de onları beraber ayıklar başka bir yerde muhafaza ederiz. Fındıkların satılacağı zaman da senin başağın ayrı hesap edilir. Sen de kazandığın para ile istediğin yardımı yapabilirsin!
–Tamam, anlaştık o zaman.
–Haydi bakalım, bereketli olsun o vakit.
Durmuş Ali’nin heyecanına diyecek yoktu. Merhametlilerin en merhametlisi olan yüce Allah, şu küçücük çocuğun gönlüne bu hassasiyeti ne de güzel nakşetmişti. Bazılarına ise merhamet, bir başka yakışıyordu.
Durmuş Ali; artık her sabah, sabah namazından sonra tarlaya gideceklerin en başında hazır oluyor, akşama kadar mola ve yemek saatlerine harfiyen uyarak başak topluyordu. Gün sonunda da daha traktörde iken, ablasının kucağında uyuya kalıyordu. Ama kimse ondan en ufak bir şikâyet duymamıştı.
Ablası bir gün mola saatine biraz geç kaldığını fark edince merak edip yanına gitmişti. Onu bir ocağın dibinde ağlar vaziyette görünce hemen sebebini sordu:
–Şu ocakların üst tarafını hep ısırgan otları kaplamış. Dipleri de fındık dolu. Ben de onları toplayacağım derken ısırgan otları her tarafımı yaktı.
Ablası, Durmuş Ali’nin ellerine ve ayaklarına bakınca her tarafının kızarıp kabardığını gördü. Dayanamadı:
–Kardeşim buna mecbur değilsin. Hem sen topladığın iki avuç fındıkla kaç kişiye derman olabileceksin?
–Öyle deme abla! Ben hesap ettim. Eğer her gün düzenli toplarsam bizim kardeş aile gibi bir ailenin üç aylık kuru erzakını alabiliyorum. Bir de onca kardeşimizin bombardımanlarda kopmuş kolları ve bacaklarının görüntüleri gözümün önüne geliyor da… Elhamdülillâh benimkiler sağlam, biraz yandı o kadar!
–Peki, ya sonra?
–Sonrası… Allah bilir! Elbet sahipsiz bırakmaz!
Ablası, onun bu küçücük yüreğindeki tevekkülü ve diğergâmlığı görünce gözyaşlarını tutamadı:
–Aynen öyle! Senin gibi gönlü zenginler oldukça bir sahiplenen olur elbet.
…
Fındıklar harmanlanmış, çuvallara konmuştu. Büyük dayısının başkanlığında herkesin fındığı pay ediliyordu. Tutulmuş notlar açılıyor, kim kime ne kadar yardım etmiş hesap ediliyordu. Eğer borçlu çıkan olursa fındık üzerinden değer biçiliyor, üzerlerine isimler yazılarak çuvalı ayrı konuyordu.
Durmuş Ali heyecandan çatlayacaktı. Harmanın etrafında bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu.
En son dayanamayıp usulca Hasan ağabeyinin yanına gitti:
–Ağabey! Benim hissemin hiç adı geçmedi!
–Dayımız senin hisseni ayrı olarak en son hesap edecek.
–Öyle mi? Şey, ben çok merak ediyorum da… Şimdi ne kadar olduğunu görebilir miyim acaba?
–Şimdi değil! Dayım ne zaman derse.
Durmuş Ali akşamı zor etmişti. Nihayet sıra kendisine gelmişti. O da ne? Üzerinde Durmuş Ali yazan çuvallar deponun belki dörtte biri kadardı. Durmuş Ali çok şaşırmıştı.
–Ağabey! Bu fındıklar bana mı ait?
–Evet aslanım!
–Ama ben bu kadar fındık toplamadım ki!
–Senin bu seneki çaban, dayımın ve kardeşlerinin dikkatinden kaçmadı. Dayımın da yönlendirmesi ile herkes kendi öşründen bir pay senin hissene ekledi. O da Cenâb-ı Hakk’ın bereketi ile en büyük hissemizi bile geçti. Allâh’ın izniyle toplanan fındıklar ile değil bir aileyi üç ay, belki on aileyi bir yıl doyurabilirsin.
Durmuş Ali’nin heyecan gözyaşları, orada bulunan herkesi bir başka duygulandırmıştı. Teyzesine sarılış ânı ise kelimelerle tarif edilir gibi değildi.
Okul başlangıcında arkadaşlarına anlatacak piknik, gezi, deniz gibi hâtıraları olmayacaktı belki; ama o çaresiz din kardeşlerinin yaralarına bir nebze olsun merhem olmak, onun için değme tatillere taş çıkarırdı.
Hayırda yarışmanın ne demek olduğunu, belki tam mânâsıyla bilmiyordu bile; ama vesile olduğu hayır yarışı, dayısını da bir başka etkilemişti:
–Durmuş Ali! Gel bakalım evlât!
–Buyur dayı!
–Aferin sana evlât! Herkesin kendince öşrünü verecek başka plânları vardı belki; lâkin senin o gayretin buradaki herkesi mest etti.
“Armut dibine düşer.” derler ya aynen öyle! Çoğumuzun çocuğu bilgisayardan, oyun-eğlenceden kafasını kaldırıp tarlaya gelmekten burun kıvırırken sen hepimizden önce geldin. Baban da öyledir… Belki yarım ton fındığınız çıkmaz; ama onun hayır için ayırdığı miktar hepimizinkini geçerdi. Allah ondan da senden de râzı olsun. Sülâlemizin bu seneki zekâtı için hepimiz seni vekil tayin ettik. Şimdi sen babanla birlikte nereye yardım yapmak istiyorsan, hepimiz size tâbî olacağız.
–Gerçekten mi dayı?
–Evet, aslan parçası!
O gün oradaki herkes; Durmuş Ali’yi gayretlendirmekle, bugün ve yıllar sonrası için ne büyük bir hayra vesile olduklarının huzurunu iliklerine kadar hissetmişti.
Ne mutlu, hayırda yarışın tadına varabilenlere!
Ne mutlu merhameti diri tutabilen o hassas kalplere…