İHTİLÂF ve MUHALEFET

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

harun_ogmus_yuzakidergisi_subat2016

İnsanların bir arada bulunduğu bir yerde ihtilâf kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü Allah, insanları; bir fabrikadan çıkmış standart mamuller gibi değil, her bir ferdi kendine mahsus bir şekilde yaratmıştır. Her insanın şekli-şemâili, konuşma şekli, tabiatı, mizacı, huyu-suyu, karakteri, tavır ve hareketleri farklıdır. Çoğu zaman birbirinden ayıramadığımız tek yumurta ikizlerinin bile, dikkatle baktığımızda değişik hususiyetlere sahip olduklarını fark ederiz. Hâdiselere bakış ve onları ele alış şeklinde, düşünce ve duygularda da değişiklik ve farklılıkların olması tabiîdir. İnsanların her birinin değişik sanat ve mesleklerle uğraştığını dikkate alırsak, bu farklılıkların tabiî olmaktan öte gerekli bir durum olduğunu anlarız. Çünkü farklı özellik ve yönelişleri sebebiyle her bir fert; farklı bir saha ve meslekle uğraşıyor, böylece kimi memur, kimi sanayici, kimi çiftçi, kimi tüccar vb. oluyor. Herkesin aynı özellik ve yönelişe sahip olarak aynı sahaya yönelmesi durumunda içtimâî hayat işlemez olurdu. Demek ki bu farklılıklar büyük bir nimettir. Aynı husus görüş farklılıklarında da söz konusu edilebilir. Ancak fiilî ayrılık, bölünme ve çatışmalara sebep olmamak kaydıyla… Bu durumlara yol açmadığı sürece görüş farklılığı bir zenginlik vesilesi; «Tesâdüm-i efkârdan bârika-i hakikat doğar» vecizesinin bir tecellîsi olur.

Müsbet mânadaki görüş farklılıklarına, İslâm fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilâfları örnek verebiliriz. Ortaya çıkışlarının akabindeki III-IV. hicrî asırlarda yeni bir hareket olmanın verdiği heyecanla, taassuba dayalı bazı istenmeyen hâdiseler olmuşsa da bunlar zamanla durulmuş, farklı mezhep mensupları birbirlerini dışlayıcı ve ötekileştirici bir tavır içine girmemiştir. Ancak dünya görüşüne yön vermede çok belirleyici olan itikadî mezheplerde, aynı tavrın gösterildiği söylenemez. Aksine bu sahada her mezhep mensubu kendisi dışındakini bid‘atçi, fâsık, mülhid, zındık ve hattâ bazen kâfir olmakla bile suçlamış, bu da büyük ayrılıklara ve derin çatışmalara sebep olmuştur. Bu itibarla fıkıh mezheplerindeki farklılıkları «ihtilâf», diğerlerini ise «muhalefet» olarak isimlendirmek mümkündür.

Muhalefet yukarıda belirttiğimiz üzere, insanların farklı özelliklere sahip oluşunun neticelerinden biridir. Bölünme ve çatışma potansiyeli taşıması sebebiyle temennî edilen bir şey değildir. Bununla birlikte taşıdığı bu potansiyelden dolayı tamamı menfî olarak da görülmemelidir. Aksine muhalefetin de menfî olanının yanında müsbet olanı vardır. Hattâ siyaset sahasında olduğu gibi; denetleyici, test edici fonksiyonu sebebiyle gerekli olduğu durumlar da vardır. Ancak muhalefet, bölünme ve çatışmadan, kendisi dışındakini ötekileştirme ve dışlamaktan uzak olmalı, kısacası muhalefet âdâbına sahip olmalıdır.

Muhalefetin âdâbı olduğu gibi muhalefete bakış ve onunla olan muamelenin de âdâbı vardır. Bunun en güzel örneğini Hazret-i Ali vermiştir. Hâricîler hakem hâdisesinden sonra Hazret-i Ali’den ayrılmış ve hakemlerin kararını kabul ettiği için onu kâfir olmakla suçlamışlardır. Buna rağmen Hazret-i Ali, onlarla olan muamelesinin çerçevesini şu üç ilkede özetlemiştir:

1. Bizimle savaşmadıkça sizinle savaşmayız;

2. Bizimle birlikte İslâm düşmanlarına karşı savaşa çıkarsanız bizim sahip olduğumuz haklara aynıyla sahip olursunuz;

3. Sizi mescidlerimize gelmekten engellemeyiz.

Bu ilkelerden anlaşılan şudur: İslâm’da farklı görüşler ve muhalefet olabilir. İstenen bir durum olmamakla birlikte, baştan beri açıkladığımız insan tabiatındaki farklılıklar sebebiyle müslümanlar arasında bir hilâf (ihtilâftan ileri bir görüş ayrılığı) zuhur ederse muhalifler -diğer müslümanlara karşı fiilî bir taarruzda bulunmadıkça- görüşlerini dile getirmekte hürdürler. Birinci ilkeden anlaşılan budur. Nitekim bu hürriyet, daha sonra İslâm hukukunda Hucurât 9. âyete istinâden «bağy» adıyla terimleşen suçun tarifinden de anlaşılmaktadır. Bağy; güçlü bir grubun şer‘î bir gerekçeye (tevil) dayanarak meşrû idareyi yıkmak üzere silâhlı mücadeleye kalkışmalarıdır. Şer‘î gerekçeye dayanmadan böyle bir işe kalkışırlarsa yol kesici eşkıyâ (muharib) gibi değerlendirilir, öyle ceza görürler. Şer‘î bir gerekçeleri var, fakat güçlü bir topluluk değillerse bâğî (bağy suçu işleyen, isyancı) kapsamında değerlendirilmez, işledikleri suçlar çerçevesinde ceza görürler. Ancak silâhlı bir mücadeleye girmemişlerse çok da olsalar suçlu değildirler. Demek ki, İslâm’a göre -fiilî bir müdahalede bulunmamak kaydıyla- kişi ve topluluklar kendi görüşlerini dile getirip savunabilirler.

İkinci ilke de ilkini desteklemekte ve Hazret-i Ali’nin İslâm toplumunu bir arada tutmak için ne kadar basîretli davrandığını ve engin bir müsamahaya sahip olduğunu göstermektedir. Başkalarıyla savaşırken muhalifini yanında görmek isteyen kimse; aslında onu kendisiyle aynı safta gördüğünü, düşman olarak değerlendirmediğini, ötekileştirip dışlamadığını belirtmiş olur. Bu, aradaki buzların erimesini sağlamak için yapılmış bir cemîle gibidir.

Üçüncü ilke öncekilerin bir neticesidir. Esasen diğerleri aynı mescidde ibâdet edebilmenin sağlanmasına mâtuf olduğu için onların sebebi olarak da değerlendirilebilir.

Hazret-i Ali’nin bu tutumuna müslümanlar olarak bugün ne kadar muhtacız! Bir kısmımız kemikleri bile çürüyüp gitmiş ölülerin türbelerini koruma adına cana kıymayı en büyük sevap olarak görüyor, diğer kısmımız ise berikilerin canından çok sevdiği o türbeleri dinamitliyor! İkincilerin yaptığını hoş göstermek için değil ama belirtmeden geçmeyelim: O türbeler ehl-i beyt mensupları ve Allâh’ın ölmediğini belirttiği şehidlerin kabirleri bile olsa yaşamakta olan bir masumun canından daha değerli olamaz. Çünkü nihayette türbe, taş ve topraktan yapılmış bir binadır. Beriki ise Kâbe’den daha değerli olan mü’min canıdır. Unutmayalım ki; dînimizin korumayı amaç edindiği beş değerden biri, belki de birincisi candır. Kitâbımız’da masum bir cana kıymanın bütün canlara kıymak gibi olduğunu belirtmektedir. (el-Mâide, 5/32)

Ancak biz bağnazlıkta o kadar kendimizden geçmişiz ki, Allâh’ın mescidlerini bile ayırıp farklı zümrelere tapulamışız. Bir kısmımız diğerinin mescidini yakıp yıkıyor. Ne oluyoruz? Karşımızdakileri bitirene kadar böyle mi davranacağız? Bitirebilir miyiz? Bitirsek bile o zaman da başka görüşlerin savunucuları ortaya çıkmaz mı? Bu yol, yol değildir. Hazret-i Ali’nin ilkelerine dönmeli; karşıdakini yok etme sevdasından, ötekileştirip dışlamaktan vazgeçmelidir. Hiç kimsenin bizim inanıp düşündüğümüz gibi inanıp düşünmesini sağlayamayız. Bu bizim elimizde değil! Yaratan bizi farklı özelliklerde yaratmış. Biz Allâh’ın yaratmasına müdahalede bulunamayız. Farklılıkları içimize sindirmeli ve karşımızdakinin görüşlerine -fiilî bir taarruz olmadığı müddetçe- saygı duymalıyız. O zaman ondan da aynı tavrı bekleme hakkımız olur. Ne bir Şiî bir Sünnî’yi Şiîleştirebilir, ne de bir Sünnî bir Şiî’yi Sünnîleştirebilir. Bunlar kulların inisiyatifinde olan şeyler değildir. Ancak Allâh’ın dilemesiyle olur. Ancak Sünnî ve Şiîler birbirlerinin görüşlerine saygı göstererek barış içerisinde yaşayabilecekleri bir ortam oluşturabilirler. Yıllarca mezhep savaşları yapan Avrupalılar bile, esasen Hazret-i Ali’ye ait olan yukarıdaki ilkelerin temelinde bu barış ortamını kurmayı asırlar önce başardılar. Müslümanlar da bir arada barış içerisinde yaşamayı öğrenmeliler. Öğrenmezlerse ne mi olur? İşte bu yaşamakta olduğumuz İslâm’la değil, insanlıkla bile bağdaşmayan hâdiseler yaşanmaya devam eder.