Efendimiz’den: LİDERLİK ve İDARECİLİK DÜSTURLARI
YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com
Ülkemizin gündeminde uzunca bir süreden beri anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi konuları üzerine tartışmalar yapılıyor. Başkanlık sisteminin diktatörlüğe hattâ padişahlığa yol açacağı iddiası dillendiriliyor.
Bizim gençliğimizde marş ve ezgiler söyler; «Anayasa Kur’ân!» derdik. Büyüdük ilâhiyat fakültesinde okutulan ders kitabında;
“Anayasa; bir devletin idare şeklini, hangi organlarla ve hangi usulle yöneteceğini, bu organların nasıl teşekkül ettirilip denetleneceğini belirleyen temel yasadır. Kur’ân bir anayasa değildir. Kur’ân-ı Kerim bir idarede bulunması gereken hukuk, adâlet, insanların ıslahı için gerekli tedbirlerin alınması gibi ahlâkî nitelikleri bildirir.” diyordu.
Elbette bu bir İslâm ülkesinin anayasa ve yasalarının, Kur’ân hükümlerinden bağımsız olabileceği mânâsına gelmez. Ama öte yandan bir gerçek de var; bugün kanunlarında İslâm ahkâmını uyguladığını ileri süren ülkelerin birçoğunda ırkçılık, baskıcılık, sorgulanamayan yetkilerin kullanımı, yolsuzluk, adam kayırmacılık ve hayatın her sahasında adâletsizliğin sebep olduğu moral bozukluğu var. Yönetim bozukluğu; ülkede herkesin çalışarak, üreterek, hak ettiğini kazanmasına engel oluyor ve bu da İslâm âleminin her alandaki geriliğinin en önemli sebeplerinden birini teşkil ediyor.
Bugün dünya üzerinde altmışa yakın, halkının çoğunluğu müslüman olan tam bağımsız devlet mevcut. Bunların her biri, kraliyetten tek partili diktatörlüğe, yarı başkanlıktan parlamenter sisteme, farklı siyasî sistemlerle idare ediliyor. Üzücü olan şu ki; halkı müslüman olan ülkelerin hiçbirinin idarecilerinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in idarecilik hayatında sergilediği üstün nitelikleri göremiyoruz. Bu sebeple İslâm’da idarenin adından çok, niteliklerinin önem kazandığını düşünmek de pekâlâ mümkün.
Peygamber Efendimiz’in yöneticiliğine baktığımız zaman, gerçekten de büyük bir başarı görüyoruz. Bugün, liderlik ve idarecilik sanatını inceleyen ilim adamlarının; «İyi bir liderin vasıfları nelerdir?» «İyi bir idareci nasıl olur?» sorularına vereceği cevapları, Peygamberimiz’in hayatında en yüksek örnekler hâlinde görebiliyoruz.
Meselâ akıllı bir adam;
“İyi bir lider; halkının önünde yürüyen, onlara örnek olandır. Kendiniz yapmadıkça bir şeyi söylemekle başkalarına yaptıramazsınız. Çünkü bir ipi iterek hareket ettiremezsiniz, ancak çekerek istediğiniz tarafa götürebilirsiniz.” demiş. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayatında tam da bunu görürüz. Allah Rasûlü; insanlara emrettiği şeyleri en yüksek seviyede kendisi yapmış, ailesine tâlim ve tatbik etmiş, sonra halkına örnek olarak öğretmiştir.
Peygamber Efendimiz; insanları bir vazifeye çağıracağı zaman, onlarla istişâre ederek ve kendisi en büyük fedâkârlıkları yaparak gönüllü katılımlarını sağlamıştır. Meselâ Bedir Harbi öncesinde, Peygamberimiz ashâbıyla istişâre yaptı. Sahâbenin ileri gelenleri, Rasûlullâh’ın kararı ne olursa olsun râzı olduklarını ifade ettiler. Nihayet Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh-;
“Bize şu denizi hedef gösterip dalsan biz de Sen’inle dalarız, hiçbirimiz geride kalmaz.” diyerek ashâbı coşturdu. Ertesi gün büyük bir zafer kazanıldı. (İbn-i Hişâm, Sîre, II, 267)
Bugün yöneticilik tecrübelerinin araştırılıp ilmî kurallara ulaşılması neticesinde görülüyor ki; yönetmek sadece bazı emirler vermek, kurallar koymak, yaptırımlar tatbik etmekten ibaret bir iş değil. İdarecilik sanatı; yönetilenlerin gönüllü katılımını sağlamayı, kendilerini o beraberliğin bir parçası olarak hissettirmeyi de ihtivâ ediyor.
Şüphesiz her kuruluşun idaresinin kendine mahsus vasıfları vardır. Meselâ bir orduyu yönetmek, kesinlik ve itaat ister. Ama bir okulun, bir şirketin, bir belediyenin idaresi daha farklıdır. Bunlarda yönetici; birtakım görevlendirmelerde bulunduktan sonra, o işin nasıl yapılacağını artık işin ehline bırakır. Çünkü idarecinin her bir işin inceliklerini bilmesi mümkün değildir. İşini iyi yaptığı sürece, her vazifeli kendi işini en iyi bildiği şekilde yapar. Burada yöneticiye düşen; hedef göstermek, motive etmek, başarıyı takdir edip başarısızlık sebeplerini sorgulamak ve problemleri çözmektir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, devamlı ashâbının arasındadır. Onlarla görüşe, danışa kararlar verir. Hazret-i Âişe’nin;
“O’nun ahlâkı Kur’ân idi.” buyurduğu Peygamberimiz, Rabbimiz’in;
“İdare işleri hususunda onlarla istişârede bulun!” (Âl-i İmrân, 159) emrine itaat eder, kendisine vahiyle emredilmemiş konuları, ashâbıyla görüşerek karara bağlardı. Âlimlerden İbn-i Kesir;
“İstişâre et!” emrinin hikmetini açıklarken;
“Böylece insanlar, yaptıkları işlerde daha şevkli olurlar.” demektedir. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, 2, 142)
Çocuk yaşından itibaren Peygamberimiz’in hizmetinde bulunan ve O’nu en yakından tanıyan Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-;
“Ashâbıyla istişâreye riâyette Hazret-i Peygamber gibisini görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Cihâd, 34)
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
“İdarecileriniz hayırlılarınızdan, zenginleriniz cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişâre ile yürürse yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır.” (İbn-i Kesîr, en-Nihâye Fi’l-Fiten 1, 24)
Peygamberimiz istişâre meclislerinde; herkesin fikrini serbestçe ifade etmeleri için teşvik eder, kendi görüşüne zıt görüşler ortaya koymaktan çekinmemeleri için şöyle derdi:
“…Şunu bilin ki; ben de bir insanım, söylediklerimde isabet de ederim, hata da ederim. Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim.” (Heysemî, Mecmau‘z-Zevâid 1, 178; 9, 46)
Peygamberimiz sahâbe-i kirâmına; bu şekilde söz hakkı verdiği için, onlar da hakkında vahiy inmemiş konularda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in görüşünden farklı görüş ileri sürmekten çekinmemişlerdi. Peygamberimiz; bilhassa herkesi ilgilendiren, savaş, barış gibi hususlar söz konusu olduğunda izlenecek usûl konusunda herkesin görüşünü rahatça söyleyebildiği bir meclis tertiplerdi. Bu meclislerde bazen Hazret-i Selmân’ın hendek kazılması fikrini ortaya atması gibi, çok faydalı görüşler de ileri sürülürdü.
Peygamber Efendimiz’in hayatında istişârenin farklı uygulamalarını görmek mümkündür. Peygamberimiz bazı hususları sadece ashâbının seçkinleriyle baş başa görüşmüştür. Çünkü bazı istişâreler; ancak o mevzuyu iyi bilen, bilgi ve tecrübeye sahip kişilerle görüşüldüğü zaman sağlıklı neticeye ulaştırır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh, Peygamberimiz’in istişâre için Hazret-i Ebûbekir ile birçok geceler boyu baş başa kalıp görüştüğünü bildirir. Kendisinin de bazen böyle görüşmelere iştirak ettiğini anlatmıştır. (Hâkim, el-Müstedrek 2, 227)
Buradan da anlıyoruz ki, istişârenin muhakkak geniş katılımlı bir meclisle yapılması gerekmez. Bazen konunun uzmanı olmayan, konuyla ilgili tecrübesi olmayan kişilerin de katıldığı meclislerde sağlıklı bir karar almak mümkün olmaz. Hisleriyle hareket eden çoğunluk, ilimle hareket eden azınlığa galip gelebilir. Bu sebeple bazen danışma meclislerini, sadece aklı eren birkaç kişiyle tertiplemek daha verimli olur.
Peygamberimiz işleri yürütürken en fazla Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer ile istişâre ederdi. Sahâbe-i kiram onlara; «Peygamber’in vezirleri» derdi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“Muhakkak ki benim yer ehlinden iki vezirim, gök ehlinden de iki vezirim vardır. Yer ehlinden iki vezirim Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, gök ehlindeki vezirim ise Cibril ve Mikâil’dir -aleyhimesselâm-.” (Tirmizî, Menâkıb, 44) buyurmuştur.
Peygamberimiz o ikisinin yanı sıra; Hazret-i Ali, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Sa‘d İbn-i Ubâde, Hazret-i Üseyd İbn-i Hudayr, Hazret-i Sa‘d İbn-i Muâz ve Muâz İbn-i Cebel -radıyallâhu anhüm ecmaîn-’in de aralarında yer aldığı, daha geniş bir danışma meclisi teşkil ederek görüşlerini dinlerdi.
Sahâbe-i kirâmın hayatlarından sahneleri okuduğumuzda, onların delikanlılık çağındaki çocuklarını dahî bu istişâre meclislerine götürdüğünü görüyoruz. İstişâre meclisleri, gençler için bir mektep vazifesi görür. Bu meclislerde herkesin kendi görüşünü nasıl mantıklı bir şekilde izah ettiğini, karşısındakinin görüşünü saygıyla dinlediğini, karşı çıkacak olsa bile güzel bir üslûpla itirazını dile getirdiğini görür. İlk zamanlar; sadece dinleyip usûl ve âdâbı öğrenen genç, zaman içinde kendisi de bu mecliste fikir beyan etme hevesi duyar ve o da akıllıca görüşler üretmeye çalışır.
İslâm’daki istişâre anlayışı; kaba saba, çoğunluğa dayanan demokrasi gibi değildir. İstişârelerde esas gaye ve niyet, daima Allâh’ın rızâsına en uygun olanı ortaya koymak ve tatbik etmek olmalıdır. Bu niyet olmazsa; istişâre meclisleri, nefislerin birbirini ayartmasına da sahne olabilir. Mevlânâ’nın dikkat çektiği gibi:
“Akıl, bir başka akılla çift oldu mu; ışık çoğaldı, yol belirdi demektir.
Fakat nefis, bir başka nefisle sevindi mi; karanlık artar, yol belirsiz olur.”
Bu sebeple istişâreler, liderler için bağlayıcı değildir. Gerekirse yönetme sorumluluğu üstlenmiş olan lider; ağırlığını koyar, doğru olan kararı uygular ve herkes de haklı olan emre itaat eder. İlim sahipleri de bu hususta ümerâya yardımcı olur, yol gösterir. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allâh’ın cezası çetindir.” (el-Mâide, 2)
Tam mânâsıyla İslâmî bir idare şekline bir türlü ulaşamayışımız belki de, bu yolda İslâmî usul ve nebevî ahlâka yeterince sarılmamızdan kaynaklanmaktadır. Ne dersiniz?