Zerresi Cennete Mâni: KİBİR

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

hatice_kubra_ergin_yuzakidergisi_kasım2015

Televizyon dizilerinin ahlâkî tahribatı üzerine birçok yazılar yazılmıştır. Hayâ duygusunu aşındıran, hassâsiyetleri körelten, aile hayatımıza uygun olmayan senaryolar; genellikle dizilerin ilk akla gelen tahribatıdır. Böyle sahnelere yer vermeyen çeşitleri ise zararsız telâkki edilerek seyredilir.

Hâlbuki bu çeşit diziler de hiç farkında olmadığımız birçok tahribat yapmaktadır. Meselâ; sempatik gösterilen karakterler vasıtasıyla yalan söylemeyi, ikiyüzlülük yapmayı, fevrî ve hissî davranmayı normalleştirmeleri gibi… En sinsi tehlike ise, hemen hemen bütün medya yapımlarının kibri ve saygısızlığı normalleştirmesidir.

Batılı bir eğitimci diyor ki:

“Çocukların zihni sünger gibidir; etraflarındaki kültür atmosferini emer.”

Bu sözü müşahhas örneklerle açıklamak gerekirse; meselâ bir Hintlinin çocuğu etrafında olup bitenleri takip edebilecek bir yaşa geldiği zaman bakar ki, annesi zaman zaman tapınağa gidiyor; oradaki çıngırağı çalıyor, sonra yüksek sesle bir şeyler söylüyor. Ardından bir dilek putu satın alıp, büyük putun önüne koyuyor. Sonra eve gelip, bu yaptıklarını anlatıyor. Çocuk bu manzaradan şunu anlayacaktır; bir ilâh var, tapınağından çıkmıyor, çıngırak çalınarak dikkati çekilmezse kendisini ziyarete gelene dönüp bakmıyor, önüne dilek putu konmazsa kendisinden ne istendiğini anlamıyor. Ama nedense o dileği yerine getirebileceğine inanılıyor. Çocuk; aklını uyaran bir eğitim olmadıkça bu manzarayı tenkit etmez, öylece kabullenir.

Bunun benzeri olarak bir Avrupalının çocuğu dünyaya gözünü açar, bakar ki anne-babası her sabah işe gidiyor, istedikleri şeyler için çalışıyorlar. Yani bu dünyada yapılacak tek iş bu ve hayatı bu şekilde yaşamak normal. Bütün gün televizyonda gördüğü kişiler de öyle. Bütün istedikleri para ve paranın satın alabileceği şeyler. Ya para kazanmaya çalışıyorlar veya bunun için suç işliyorlar. Kanun adamlarına yakalanmak dışında kimseden çekinmiyorlar, utanmıyorlar, korkmuyorlar. Yani saygı duyacak veya utanacak kimse yok.

Bir müslümanın çocuğu da benzer durumdadır. Bakar ki; her gün annesi günlük işlerle meşgul, babası para kazanmakla. Ama çocuk büyüdükçe bir şeyi fark eder; annesiyle babası en azından günde birkaç kere durup yüzlerini kıbleye döndürüyor, görünmez bir ilâha fısıldayarak ibâdet ediyorlar. Demek ki o ilâh onları her yerde görüyor, duyuyor. Sonra O’nun önünde boyun eğiyorlar. Demek ki o ilâha saygı duyuyorlar. Kimsenin görmediği yerde Allah’tan korkuyorlar, günah diye bazı şeyleri yapmıyorlar, sevap diye bazı şeyleri yapıyorlar. Bir ay boyunca gündüzleri aç kalıyorlar, masraf ederek ve zahmet çekerek kurban kesiyorlar.

Çocukların çoğu Allah hakkında soru sormaz, çünkü anne-babalarının hayatında gördükleri manzaradan anlaması gerekeni anlarlar. Ya çocuk anne-babanın hayatında Allâh’a karşı saygı, sevgi ve itaati görür ve sorularının cevabını alır. Yahut da anne-babanın hayatında Allah’a dair hiçbir şey görmediği için zihnindeki saygı, sevgi bağlılık ve benzeri duygular uyarılmaz, soru sormaya ihtiyaç duymaz.

Müslüman çocuk; anne-babasının yaşadığı hayata bakınca ona öğretmeye çalıştıkları; «sorumlu bir kul olduğunu» görerek öğrenir. Ancak büyüdükçe kafası karışır:

“Televizyondaki adamlar neden bunları yapmıyor?”

Onlar sanki hiç kimse onları görmüyormuş gibi yaşıyorlar. Onlar kimseye boyun eğmiyor, itaat etmiyor, korkmuyor, çekinmiyorlar. Hangisi doğru?

Anne-babasında gördüğü boyun eğiş ve itaat onlarda yok. Aksine son derece kibirliler. Allâh’a karşı saygıları olmadığı gibi, meselâ yaşça kendinden büyük kişilere karşı da saygıları yok. Dizilerdeki kadınların kocasına, çocukların babasına, öğrencinin öğretmenine karşı tavırları saygıdan uzak…

Çizgi filmlerdeki anne-babalar çocukların hizmetkârı gibi. Çocuklar ise âsî, sert ve kaba. Anne-babalar haklı bir uyarıda bulunmaya çekinirken, çocuklar haklarını (!) ve özgürlüklerini savunmakta pek cüretkâr.

Bizim çocukluğumuzda devlet televizyonu, Amerikan sineması ve televizyonlarından hazır aldığı filmleri yayınlardı. Onlarda gördüğümüz; anne-babasına ismiyle hitap eden, âsî ve terbiyesiz çocukların adı hıristiyan adıydı, sîmâsı batılı ırkların sîmâsıydı. Şimdilerde ise yerli ürünler çoğunlukta, onların çocuk ve gençlere «örnek olma» tehlikesi çok daha büyük.

Zaten çocuklarımızın kibirlenmeleri için bütün şartlar mevcut. Modern zamanlarda çocuklar; tabiatın içinde yaşanan zahmetlerden ve acziyetten uzak, rahat bir hayat içinde yaşıyorlar. Ne dizlerine kadar kara bata çıka okula gidiyorlar, ne kızgın güneş altında ot yoluyorlar. Bütün nimetler külfetsiz olarak önlerine geliyor. Hiçbir şeyin de mahrumiyetini çekmiyorlar.

Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda bir delikanlının babasına şöyle söylendiği kulağıma çalındı:

“Öf, kesim yeri ne fena kokuyordu. Sakın ısrar etme, bir daha kesinlikle gitmem!”

Acaba bu delikanlı eti ancak Kurban Bayramı’nda yiyebiliyor olsaydı böyle der miydi? Vücudunun protein ihtiyacını alacak kadar bol bol et yiyebilmek için Kurban Bayramı’nı gözleyen eski çocuklar böyle şikâyet ediyor muydu?

İmkânlar öylesine bol ki; annesin pişirdiği yemeği beğenmeyip tabağında bıraktığı gibi, babasından kopardığı harçlıkla aldığı hamburgeri bile bitirmeye lüzum hissetmiyor; birkaç ısırıktan sonra bırakıyor. Nasıl olsa yokluk görmemiş, görmeyeceğinden de emin. Bu nimetler önüne nasıl geliyor diye hiç düşünmüyor.

İnternet sitesinde gençler, büyüklere saygı göstermenin saçmalığı (!) üzerine konuşuyorlar:

“Neden otobüste yaşlılara yer verecekmişiz? Sırf bizden önce doğmuş diye niye cevap vermeyecekmişiz, niye saygı gösterecekmişiz?”

Eski insanlar belki bunu sorgulamıyorlardı, belki de bunun gerekliliği üzerinde tefekkür edebiliyorlardı. Senden önce doğmuş, o neslin emeği sayesinde; senin annen huzur ve emniyet içinde sana baktı, büyüttü. Sokaklarında gezen polisin, sınırda bekçilik eden askerin, tarladan ter içinde mahsûl kaldıran köylünün, gece boyunca direksiyon sallayan şoförün ve daha sayamayacağımız kadar kişinin senin yetişmende emeği var. Onlar helâl lokma kazanmak için emek verdi, Allâh’a saygı ile itaat ettiler de biz de emniyet ve refah içinde yaşayıp bu günlere geldik.

Eğer üzerimizdeki bütün emekler için tek tek teşekkür etmemiz gerekseydi, topraktaki çürükçül bakterilerin emeğine teşekkür etmeye bile yetişemezdik. Onlar olmasa dünya nasıl bir yer olurdu? Biz ise toprak diyerek üstüne basıp geçiyoruz.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Biz; emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (el-Ahzâb, 72) buyuruluyor.

Bizim akılsız, şuursuz gördüğümüz cansız maddeler; aslında bizden daha hikmetle hareket edip, çekingen duran, Allâh’a itaatten çıkma tehlikesine girmeyi göze almayıp emniyette kalan varlıklar. Bütün bu varlıklar, her şey, yaratan Rabbine tevâzu ile itaat ediyor da bu sayede hayatımızı sürdürüyoruz. Nasıl olur da minnetsizce geçip gideriz?

Onlara tek tek teşekkür edemeyiz, lüzum da yok; ama onları bize hizmet ettiren Rabbimiz’e saygıyla itaat edersek, biz de bu güzel nizamda kendi üstümüze düşeni yapmış oluruz.

Tevâzu; sadece huylardan bir huy değil, bizim dünya görüşümüz ve medeniyetimizin bel kemiği.

İnsan; geçmişini, geleceğini ve içinde bulunduğu andaki muhtaç ve korkulu hâlini düşünse asla kibirlenemez. Kibir, kendi hakikatinden gaflettir. Hattâ kibir tamamen sahte bir duygu, bir maskedir. Firavun cenazelerinin yüzüne takılan metal maskeler gibi, altındaki zavallılığı gizleyen bir sahte görüntü.

Kibirlenen kişilerin kalbi, mütevâzı kişilerden çok daha zelil ve perişandır; çünkü onlar gerçek yüzlerini gizlemek zorundadırlar. Tükettikleri markalardan, kartvizitlerinde yazan unvandan, bakımlı ve modaya uygun dış görünüşlerinden edindikleri maskeler düşüverse altından bir zavallı çıkar.

Kibirlerine dayanak yaptıkları; servetleri, şöhretleri, makamları, kariyerleri hattâ sadece işlerini kaybetmemek adına bile her türlü dalkavukluğu yapabilirler bu yüzden. Bu sebeple de hiçbir zaman şerefli, aziz ve yüce ahlâklı olamazlar.

Tevâzu ile vakarın birbirini destekleyen bir yanı vardır; kulluğuyla barışık, muhtaçlığını itiraftan lezzet alan, diğer kullar arasına karışıp kaybolmaktan hiç rahatsızlık duymayan bir insan olmak son derece huzurlu bir hâldir. Bu huzuru bozacak hiçbir endişeye de mahal yoktur.

Çünkü kulu olduğu Zât öyle keremlidir ki, kulluğunda ne kadar kusuru ve kabahati olsa da O’nun mağfiretinden ümidini kesmez. Bütün alışverişi O Zât ile olan kişinin başkalarıyla hiçbir alıp veremediği yoktur. Böyle olunca da tevâzuunu da ispatlamak zorunda değildir, vakarını da.

Tabiî bir hâl içindedir. İçi dışı birdir. Sakin ve âhenkli bir duygu hâline sahiptir. Bütün kâinat ile, hayat ile, ölüm ile, zayıflıkla, kuvvetlilikle barışık olma hâli. Silm ve İslâm hâli…